Monday, October 30, 2006

Tiyatro, yaşam, sahne, perde..



Dün üniversitenin profesyonel oyuncuları ve ünlü oyunları ağırlayan sahnesi olan Court Theater'da 'Raisin' isimli oyunu seyrettik. Raisin, yani 'Kuru üzüm', Chicago'nun güneyinde yaşayan bir zenci ailesinin henüz ırkçılık ve ayrımcılığın baskın olduğu zamanlarda o mahallede yaşadığı zorlukları, yaşamlarının değişik yönlerini ve en sonunda da sadece 'beyaz' Amerikalıların yaşadığı Clybourn Park mahallesinde bir ev satın aldıktan sonra karşılaştıkları güçlükleri anlatıyor. Oyunun tümünde azimle tüm güçlüklere karşı çıkmanın sonunda meyvesini vereceği, kimsenin çabalarının karşılıksız kalmayacağı ve acıların boşuna çekilmediği mesajları veriliyor bence.. Amerika'da zencilerin karşılaştıkları zorluklar ve yaşam koşullarını anlatan eserleri izlemeyi ya da okumayı çok seviyorum. Daha önceden en sevdiğim yazarlardan olan Toni Morrison'ın okuduğum üç kitabı (Song of Solomon, The Bluest Eye ve Beloved) gerçekten çok etkileyiciydi ve bana Amerikadaki kölelik tarihi ve ayrımcılık-ırkçılık konuları konusunda gerçekten de çok şey öğretti. Ayrıca siyahi Amerikalılar arasında eserlerini en çok sevdiğim ve beğenerek okuduğum şair Maya Angelou'nun efsanevi güzellikteki şiirlerinden de çok şey öğrendim bu ezilmiş azınlık hakkında. İnsanlar eskiden gerçekten ne kadar çok acı çekmiş, ve hala da çekiyor elbette, ama insan tarihi okudukça bizden önce yaşayanlar için herşeyin çok daha zor olduğunu görüyor bence, şu anda yaşamımızı kolaylaştıran o kadar çok yardımcı öğe var ki..

Raisin'i izlemek bana tiyatroyu ne kadar çok sevdiğimi ve hiç bir zaman onunla bağımı koparamayacağımı hatırlattı. Bugün üniversitedeyken iki yıl boyunca aktif bir üyesi olduğum Tiyatro Klübümüzden bir arkadaşım bana mail attığında ise, nostaljik bir özlemle üniversite yıllarıma geri döndüm..Sanki aradan bir kaç yıl değil de yüzyıllar geçmiş gibi geliyor bazen..Ne kadar neşeli, ne kadar mutlu, kaygısızmışız o zamanlar, ve kendimizi bütün herşeyimizle tiyatroya ne kadar çok adamışız... İşte o zamanlardan, tiyatroyla ilgili yazdığım bir yazı.. Yıllar ne kadar çabuk ve farkettirmeden geçiyor..




'Yaşamak… Yani katıksız, yalın, duru, saf ve bir bütün halinde yaşamaktır tiyatro. Alınan her nefes, atılan her adım, yüzün her şekli, vücudun her duruşu başlı başına bir yaşamdır..

Paylaşmak, sevmek, hüzünlenmek, gülümsemek, ağlamak, gülmek, dansetmek, yürümek, tek başına ya da hep birlikte yaşamak,yaşamaktır. Varolduğunun bilincine varmak, onu tüm dünyayla paylaşmaktır belki de, kendini yeniden keşfetmek, gerçekten var olduğu sanılan sınırları bir çığlıkla silmektir. Kendi sesini yeniden bulmaktır bazen, kendi bakışını bir kez daha keşfetmektir. Yaşamda insana biçilmiş olan kostümleri, ezberlenilen replikleri, uygun görülen rolleri fırlatıp atabilmek, ”oyunun içinde oyun” oynayabilmektir, bazen yeniden çocuk olabilmektir tiyatro. Gözyaşlarının arasından gülümseyebilmek, zamanı, mekanı,tüm boyutları bir anda yok edebilmektir. Bazen yaşamın ta kendisi olup, bazense acının siyah pelerini altına girebilmektir. Başka gözlerde yansıyabilmek, başka şarkılar söyleyebilmektir elele..Kulaklarında çağıldayan bir alkış sesinde, tüm hayatını bulabilmektir.. Shakespeare’in çok uzun süre önce farketmiş olduğu gibi, “Aslında tüm dünya bir sahnedir.” Ve tiyatro, sahneden hiç inmemiş olanların öyküsüdür… '


Moonshine
09.04.2001

Sunday, October 29, 2006

Derslerin 6. haftası başlarken...

Sınavlardan önce hep böyle hiperaktif olup bir şeyler yazmak istiyorum. Derslerin 6. haftası başlarken geride kalan 5 haftaya dönüp baktığımda neler yapmışım, bir özetlemek istedim kendime.

Ekim ayının çoğu yeni evime yerleşmeye çalışmakla, eşya almakla ve eşyaları yerleştirmekle geçti aslında. Bu arada aldığım üç ders olan İslam Düşüncesi ve Edebiyatı (Widad Qadi ile), Osmanlı İmparatorluğu'nda modernleşme (Holly Shissler'la) ve Modern Arap Edebiyatı (Faruk Mustafa ile) zamanımın neredeyse tümünü kapladılar ödevleri ve gereklilikleriyle.

Arapça çeviriler gerçekten çok uzun zaman alıyor, şu anda Necib Mahfuz'un kısa bir romanını okuyoruz ve cümlelerden kelimeleri bilsem dahi bir anlam çıkarabilmek çok zor oluyor bazen. Arapça şu ana dek öğrendiğim en zor dil kesinlikle ve tam olarak öğrenebilmek ve bu dilde rahat konuşup yazabilmek için sanırım bir 5-6 sene daha uğraşmam gerekecek! Neyse ki hocamız Faruk Mustafa inanılmaz tecrübeli ve eşi bulunmaz bir öğretmen ve onunla Arapça tercümesi yapmak bir keyif adeta.

Osmanlı İmparatorluğu'nda Modernleşme dersi de bir seminer dersi olmasına rağmen zevkli ve ilginç tartışmalarla dolu geçiyor. Ramazan ayı boyunca bu derse katlanmak biraz zordu aslında, Salı günleri saat 3te başlayıp akşamın 6sında ancak bittiği düşünülürse. Ramazan bittikten sonra dersten hemen önce yemek yiyip çay içebilmenin konsantrasyon seviyemi ne kadar yükselttiğini farkettim! Bu Holly Shissler'la aldığım ilk ders ve heyecan verici, onun doktora danışmanım olduğu düşünülürse, iyi bir izlenim bırakmam gerektiğini sanıyorum bu ilk ders dahilinde. Bu derse çok benzeyen iki dönemlik bir versiyonunu Sabancı'dayken almıştım sevgili Akşin Somel hocamla, onun da adı 'Osmanlı'da reform hareketleri 1 ve 2'ydi.

İslam Düşüncesi ve Edebiyatı dersini bir çok lisans öğrencisiyle birlikte alıyoruz, bu yüzden diğer iki dersten farklı bir yapısı ve içeriği var. Zaten biliyor olduğum bir çok tarihi bilginin yanısıra İslam düşüncesi, İslami hukuk ve İslam edebiyatı hakkında bir çok yeni şey de öğreniyorum bu arada. Widad Qadi gerçekten inanılmaz derecede başarılı bir hoca ve çok anaç bir insan genelde, her sene ders seçiminde konuşmaya gittiğimde ofisine, bana kendi kızından farksız davranıyor. Ondan ders alabiliyor olduğum için kendimi şanslı hissediyorum.

Bütün bu dersler ve gerekliliklerin yanısıra, kütüphanedeki işimde çalışma saatlerimi haftada 10 saatten 15 saate çıkardım, tabii ki bunun getirdiği yoğunluğu hissetmiyor değilim. Haftaiçi günleri kendimi sürekli bir yerden başka bir yere koşuyor gibi hissediyorum. Ama işimi ve patronlarım Bruce Craig ve Marlis Saleh'i seviyorum ve kendimi o ortamda rahat ve huzurlu hissediyorum ve sanırım bu çok önemli bir işte, hatta en önemli sırrı sanırım bir insanın başarısının ve mutluluğunun. İşini sevmeyip tam tersine nefret eden o kadar çok insan var ki! Kendi projemi kendim yürütüyor olmamın ve çalıştığım işin içeriğinin öğrendiğim dillerle ve çalıştığım konuyla alakalı olmasının da bunda bir payı var tabii ki.

Ekim ayı gerçekten de çok yorucu ve hızlı geçen bir aydı. Şimdi yeni evime nispeten yerleşmiş olmanın beni Kasım ayı içerisinde biraz daha rahatlatacağını umuyorum, düzenimi az çok oturttum ve artık araştırmalarımın konferans ve makale kısmıyla biraz daha çok ilgileneceğim umarım. Bu arada yaz için planlar yapıyor ve olanakları araştıyorum, bakalım nasıl seçenekler çıkacak önüme.

Yarın Widad Qadi'nın dersinin dönem ortası sınavı var, şu anda onun için notlarımı gözden geçiriyorum. Neyse ki sınav sabah 10:30da ve olup bir an önce kurtulmak iyi olacak. Sabah saatlerinde kendimi çok daha zinde ve canlı hissediyorum, öğleden sonra, akşam ya da geceye göre. Şu ana kadar yazdığım neredeyse bütün makaleleri(en azından başarılı sayılabilecek olanları) sabah 6 ile öğlen 12 arasındaki zaman diliminde yazdım! Amerikalıların deyimiyle tam bir 'morning person'ım sanırım.


Ders çalışmaya devam..

Güzel Pazar günü şarkısı..

Hayatın 'tesadüf'leri, güzel sürprizleri

İnsan, sabah kalktığında ruh hali ne olursa olsun, gün içinde ne kadar yorulursa yorulsun, bazen hayat karşısına öyle sürprizler ve güzellikler çıkarıyor ki, kendini mutlu ve özel hissedebiliyor. Hayatımdaki küçük sürprizler ve tesadüfler, onu yaşanır kılan bir çok özellik içinde en önemlilerinden, zaten güzellik ayrıntılarda gizlidir sözü de bunun doğruluğunu kanıtlıyor. Gün içinde karşıma çıkan ve beni mutlu eden ne kadar çok detay, olay ve insan var aslında, ve onların değerini bilebilmek çok önemli. O yüzden buradan, hayatıma incelikleriyle bu güzellikleri sunanlara teşekkür etmek istedim bugün..



Blog'um için yazarken canım 'Pajaro coloreado'dan gelen 'Sevildiğini bil' mesajı:) Bir insanı daha çok mutlu edecek hangi kelimeler olabilir? Okyanuslar ötesine bir kucak dolusu sevgi ve selam gönderiyorum, sen de sevildiğini bil canım:)



İnanılmaz ve 'tesadüf' diye adlandırmak istemediğim bir olayın sonunda eve gelirken müzikçalarımın kendi seçtiği şarkılar arasından tam kapıdan girerken Notre Dame de Paris müzikalinden bir parçayı seçmesi ve benim o şarkıyı dinlerken onu bana MSNden göndermiş olan sevgili Tornado'nun nasıl olduğunu ve neler yaptığını düşünmeye başlamam..Sonra posta kutumu açınca ondan gelen güzel bayram kartını görmem.. Hayat ne garip bazen, değil mi?




Bir Pazar sabahı kapımı açınca bulduğum güzel gül buketi. Teşekkürler:)



Eve gelip de Mel ve Bahar'ın teşekkür etmek için bırakmış olduğu ve beni bekler bulduğum cici kurabiyeler.. Cadılar Bayramı ve sonbahar temalarını çok seviyorum, her yerde kocaman kabaklar, sarı yapraklar, herşey turuncu, sarı ve kahverenginin değişik tonlarına bürünmüş.. Şirin kurabiyeler de masamın üzerinden bana gülümsüyorlar:)

Günün sonunda bana verilen anların getirdiği neşeyle, hediye edilen güzelliklerin sevinciyle ve sevildiğimi bilmenin mutluluğuyla gülümsemek.. 'Bayram havası'nı yaşayabiliyor olmak, belki de her gün, her dakika.. Daha ne isteyebilir ki insan hayattan?

Thursday, October 26, 2006

Tüm zamanların en iyi filmlerinden




Olan Godfather'ı sonunda izleyebildim dün akşam. 3 saat gibi uzun bir süresi olmasına rağmen kendini kesinlikle sıkılmadan izleten bir başyapıt, sinema sanatının ve rol yapma mesleğinin bir yüzakı. Böyle bir film izledikten sonra insan ister istemez bu dünyada 'film' adı verilen binlerce çekimi düşünüyor, ya da rol yaptığını zanneden bazı insanları. Bence Godfather'ın güzelliği, insan duygularının tümünü bütün çıplaklığıyla bir film içinde bize gösterebilmesinden kaynaklanıyor. Sanki çiğ ve vahşi bir doğallığı var bu duyguların, ve hepsi en saf ve katıksız haliyle bize sunuluyor, nefret, sevgi, aşk, intikam isteği, kin, öfke, hayalkırıklığı, acı, sevinç, gurur, kibir...insana ait olan bütün bu duygular önümüze serilmiş, onları nasıl değerlendireceğimiz ise bize bırakılmış. Bir insanın nasıl beklenmedik bir şekilde değişip bir evrim geçirebileceği ve iç dünyasının kapılarını dışarıdaki bütün insanlara kapayabileceği çok güzel örneklendirilmiş filmde.

Marlon Brando ve Al Pacino'nun oyunculukları konusunda zaten söylenecek fazla bir şey yok, çünkü gerçekten ne söylense az gelebilir aslında. İkisi de rol yapıyor değil, o rolü yaşıyor gibiler. Sanırım ikisinin de yaşamlarında en çok içeslleştirebildikleri ve başarıyla gerçekleştirdikleri roller bunlar olmuş. Al Pacino'nun ne kadar genç olduğunu görünce filmde, çok şaşırdım. Bazı oyuncular, özellikle de bizim zamanımızdan önce yaşlanmışsalar eğer, sanki hep öyle varolmuşlar gibi geliyor insana, sanki hiç genç değillermiş gibi bir zamanlar. Aynı şey genç olanlar için de geçerli, sanki onların seyrettiğimiz filmlerdeki gibi kalacağını sanıyor insan, hiçyaşlanmayacaklar gibi sanki zamanla. Sinemanın zamanı dondurabilme yeteneği çok büyüleyici gerçekten, bir süre sonra bunu çok doğalmış gibi kabullenmeye ve gerçekle gerçekdışını birbirine karıştırmaya başlıyor insan aklı.

Bu güzel ve kült filmi bir sinema salonunda izleme şansını yakalayabildiğim için çok mutluyum. Sinema tarihinde Marlon Brando ve Al Pacino gibi iki oyuncunun olduğunu bilmek ve onların mesleklerinin doruk noktasında milyonları kendine hayran bırakışını izleyebilmek çok güzel. Kendimi sinemanın büyülü havasında kaybedip bir perdeye yansıyan o renkli ışıklarda -kısa bir süreliğine de olsa- yepyeni, farklı bir dünyaya taşındığını hissetmek..İşte sinemanın gücü de burada herhalde.

Wednesday, October 25, 2006

Bayram hediyesi:)



Florida-Miami'de mavi gözlü bir bebek geldi dünyaya dün! Bayramda bundan daha güzel bir hediye olabilir mi? Dünyamıza hoşgeldin Doğa Naz, umarım yaşamın sağlık, mutluluk, neşe ve huzurla dolup taşar! Çiçeği burnunda anne ve baba Çiğdem ve Murat'a sevgiler, tebrikler:)

Sunday, October 22, 2006

Bayram, şeker, anılar, uzaklıklar




Yurtdışında herşeyi olduğu gibi bayramı yaşamak da çok değişik bir deneyim.. Bayramı kutlamamız ve mutlu olmamız gereken zamanlarda, gülücükler ve mutlu bakışlar arasında neden hep hüzünlü anılar da olur? Neden insan hep melankoliye de yer verir ve ille de 'eski bayramlar'ı anmak ister her yeni bayramda? İçinde hüzün olmayan bir mutluluğun, gerçek mutluluk olamayacağındandır belki de.. İçine bir tutam melankoli serpilmemiş anların derinliğini yitirmesindendir belki..


Sabah kalkıp sarılıp öpülecek mis kokulu anne yok buralarda.. Başka bir günden farklı değil aslında burada bayram sabahı, erkenden kalkmanın ya da güzel giysiler giymenin de bir anlamı yok.. Yumuşacık babaanne eli yok öpülecek, avuçlarıma dökülecek kolonya yok, ya da içinden mutlaka açık renkli ve sütlü olanlarının seçildiği kocaman çikolata kutusu uzatan önüme.. Ortalıkta harçlıklarıyla koşuşturan, ya da kapıyı çalıp şeker isteyen çocuklar da yok.. Evlerin önünde ayakkabı dağları oluşmuyor misafirlerin çokluğundan, hem zaten Amerikalılar birbirlerine misafirliğe gitmiyor ki.. Gitseler bile ayakkabılarını kapı önünde çıkaran kimse yok. Yüzünde umutlu bir gülümsemeyle Ramazan ayının hakkını almaya gelen bir Ramazan davulcusu yok buralarda, hem Ramazan ayı boyunca sahura kaldıran hiç kimse de yok, kırmızı çalar saatin tanıdık alarmından başka.. Sıcacık kucaklayışıyla içimi ısıtan anneanne yok, kırmızı kurdeleli şeker kutuları yok, siyah parlak rugan pabuçlarım yok, dantelli örtüler üzerinde sehpalarda sunulan ince belli çay bardakları yok.. Yaşlılar, ziyaret edilmesi gereken saygın ve sevilen insanlar değil, huzur evlerinde sessizce sonlarını bekleyen toplumdan dışlanmış kişiler buralarda.. Beni tütün kokan göğsüne sıkıca bastıran dedem yok.. Elime alelacele ve bazen gizlice tutuşturulan harçlıklar yok, verilen tülbent kokulu mendiller, peçeteler yok.. 'Bayram sevinci' yok buralarda, kucaklaşma yok, bağrışma, haddini aşma, mutlulukla dolup taşan gürültülü kalabalıklar yok..


Bütün bunların yerine e-mail kutuma gelen tebrikler var.. Ekran aracılığıyla bağlı olduğum bir ülkeden gelen, sadece 1ler ve 0lardan oluştuğuna inanması zor gelen mesajlar var.. Bir kaç telefon var, buradaki dostlarım var, en zor olanı yaparak kendi Ramazan ayımızı olduğu kadar kendi bayramımızı da kendimiz yaratmamız gerektiğini farkettikten sonra çabalayarak organize ettiğimiz toplantılar, yemekler, buluşmalar var.. Kültürünün ve geleneklerinin uzağına düşenlerin, bu değerlerine daha da sıkıca tutunma çabası var.. Dünyanın neresinde olursa olsun kendi içlerinde bayramı yaşayabilenlerin gözlerinde gördüğüm sevinç ve mutluluk pırıltıları var, içtenlik var, birbirini anlayan dostların oluşturduğu bir 'kader ortaklığı' var.. Bayramın kendisi olmasa bile, burada belki de bir yansıması var.. Okyanusların ötesinden tınısı kulaklarımıza ulaşan mutluluğun ve sevinçli kutlamaların bir yankısı var..

Şekerin tatlılığından yüreğimize akıtmaya çalıştığımız o güzel sıcaklığın özlemi var buralarda, sevdiğimiz herkesin bize o kadar uzaklardan sesinin, kokusunun, sevinçlerinin bir parçasını göndermesi dileği ve umudu var.. Bir umut ve bekleyiş bayram buralarda, acı ve yürek burkan bir tatlılığı var.

Friday, October 20, 2006

Ab-ı Hayat




Kendi kültürümden, merkezimden, yaşamımın odak noktasından okyanuslar uzakta, müziğinin büyüleyici gücüyle kendimi buldum.. Kainata nerede olduğumu sordum, kim olduğumu, nereden gelip, nereye gittiğimi.. Gök, yıldızlar, evren, toprak, hava, ateş ve su dinledi sesimi.. Dinlediler sesimi ve sessizliğimi.. Varoluşumdaki geçiciliğin acizliğini, dünyanın gizemini, bilinç ve bilinçsizliği..Bilinen ve bilinmeyeni, geleceği ve geçmişi.. Sesim yankıladı gökyüzünün kubbesinde, yağmur olup aktı damlalarla yüzüme, gözyaşı olup aktı aşağıya, huzur ve hüzün karıştı birbirine, seller, fırtınalar, depremler geçti ruhumdan, dalgalar vurdu yüreğime... Yaşayan tüm varlıklar, tüm doğa, tüm evren, bir ağızdan cevap verdi bana.


Boşlukta bir ney sesi yaktı yüreğimi önce, içimdeki nefes bir ateş oldu, tüketti ruhumu. Ruhum bir Zümrüd-ü Anka, yandım ve yeniden doğdum küllerimden binlerce defa. Kainatın her saniyede yeniden yaratılıp yok edilmesi gibi, vardan yok olup, yoktan tekrar var oldum her nefeste..Döndüm, dolaştım, kendime vardım, kendimi buldum tekrar her seferinde. Bitip tükendiğimi sandığım yerde, sıfır noktasında, karanlığın ve yokluğun tam ortasında, dipten çekip çıkardı beni, o ney sesinin yaktığı kızıl ağıt göklere.. Ben, bendim, kendimi buldum, kendimi terkettim, kendimi feda ettim, o yarattığı herşeyi kapsayan ve koruyan, yaşatan, öldüren ve dirilten sonsuz ışığa.. İçimi yaktı neyin feryadı, bir nehir oldu gözyaşlarım, döndü toprağa..


Bulutlar ses verdi o zaman, gökyüzü ses verdi, toprak, ateş, su ses verdi.. Birlik olup söylediler şarkısını sonsuzluğun, baki kalanın, bize kalanın, bizim olanın.. Yüreğimizin en derininde sakladığımız, bizi korkutan, yüzleşemediğimiz o en derin sırrın..Bir pınar en berrak sularını akıttı içimize, sessiz yağmurlar yağdı gözlerimize.. Bize kalan aldığımız nefesti, bu nefesle çıkardığımız sesti, bir sedaydı bize kalan, tek bir ses, tek bir doğru, tek bir yürek, tek varoluş, tek bir çığlıktı gönderdiğimiz kainatın boşluğuna.. Tek gerçekti. Ve müzik, bize bizi anlattı, müzik bizi yaşarken öldürüp, ölürken yaşattı.


Yurdumdan çok uzakta, yıllar ve yollar ötesinde yine kendimi buldum.. Yokoluşun karanlığından çıkıp varoluşun alevinde kavruldum.. Kendimi buldum.



Teşekkürler Mercan Dede..

Wednesday, October 18, 2006

Bir bardak sıcak çay



Amerika'ya geldiğimden beri neredeyse hiç kahve içmememe karşın bir Türk kızı olarak çay içme geleneğimi tüm hızıyla sürdürdüm. Starbucks'larıyla ünlü bu ülkede kahve içmeyerek her ne kadar Amerikalıların şaşkın bakışlarına maruz kalsam da kahvenin bende yarattığı iç titremesini ve aşırı uyanıklık halini sevmiyorum. Tadını da bir türlü sevemedim, kokusu insanı delirtecek kadar güzel ve çekici olmasına karşın tadı kokusu kadar başdöndürücü değil kahvenin. Mideye de çok sert gelen bir içecek siyah kahve, ancak kırk yılda bir, çok büyük bir yemeğin sonunda keyif için içiyorum, onun da yanında tatlı olursa. Zaten kahve çok seyrek içildiğinde dahi içine şeker ya da süt gibi kahveyi 'kirleten' maddeler konulmamalı diye düşünüyorum.

Kahveyi neredeyse hiç içmediğim ve artık gazlı içecekleri de iki üç senedir hayatımdan tamamen çıkardığım düşünülürse geriye en çok tükettiğim sıvı olan çay kalıyor. Çayın her türlüsünü, her yemeğin yanında, yemekten önce ya da sonra, gece ya da gündüz içebilirim. İnsanın ruhsal durumuna bile iyi gelir bence bir bardak sıcak çay, hem zaten demezler mi hep, 'bir bardak sıcak çay iç, hiç bir şeyin kalmaz' diye? Ben de Amerikada bizim klasik siyah Türk Rize çayından başka bir çok değişik çeşit deneyip hepsini ayrı ayrı sevdim. Sevdiğim (ve tümünü şekersiz içtiğim) çaylar arasında başta gelenlerin bir listesini yapmak gerekirse:

Siyah çaylar:

Rize çayı:)
Hindistan'dan Seylan, Assam ve Darjeeling
Çin'den siyah çay

Yeşil çaylar:

Yasemin çayı, Oolong çayı, Beyaz Çay (hepsi Çin bölgesinden), yeşil mango ve şeftali aromalı Assam çayları, Macha çayı.

Kafeinsiz/Bitkisel çaylar:

Vanilla Rooibos (kırmızı çalı) çayı, papatya çayı, ıhlamur, kuşburnu, portakal ve baharatlı çay, nane-kekik çayı, şeftali aromalı bitki çayı.


Şimdilik aklıma gelenler bunlar, ama benim de bazen çaylarımı aldığım internet sitesi olan http://www.specialteas.com da hem onlarca değişik çay türü, hem de çay hazırlama teknikleri ve yöntemleriyle ilgili bir çok bilgi bulabilirsiniz. http://www.teavana.com 'da ise gerçekten çok güzel görünen, dökme demirden yapılan ve Japonya'da 'Tetsubin' denilen kocaman çaydanlıklardan var. Bana bir arkadaşım doğumgünümde hediye etmişti bunlardan biri, gerçekten de ailede torunlara dahi geçebilecek değerde ve kalitede bir çaydanlık. İnsan bu kadar güzel bir çaydanlıkta demleyince çayı, çay içme eylemi bir keyif törenine dönüşüyor. Ayrıca çay kolay kolay da soğumuyor böyle bir kaptaysa eğer.

Sabah ya da akşam, enerji dolu ya da yorgun olduğum her anda içiyorum çayı, ama özellikle çok okuması gereken bir insan olarak akşamları uykum gelmişse düşüncelerimi keskinleştirmesi ve beynimi açması konusunda siyah çayın üzerine başka bir içecek tanımıyorum. Gece ders çalışmanın en güzel yanı sanırım, çay içebiliyor olmak ve uyuyakalmamak. Tadı bu kadar güzel olan bir içeceği bize hediye ettiği için ve içine kafeini de koyduğu için doğaya teşekkür etmemiz gerek aslında! İşte bütün bu sebeplerden dolayı, 'Bir bardak sıcak çay'ın getirdiği huzuru hiç bir şeye değişmem.


Fotografin çekildiği yer: Danimarka - Kopenhag - Tivoli bahçeleri.
Çaydanlığın içindeki çay: Seylan çayı:)

Sunday, October 15, 2006

Karlar düşer....



Ve Chicago şehri, rekorlar kitabına girebilecek Ekimlerinden birini yaşıyor: Geçtiğimiz Perşembe günü, yani 12 Ekim'de yılın ilk kar yağışı gerçekleşti. Sabah pencereden bakıp da tipi halinde kar yağdığını görünce gerçekten çok şaşırdım. Burada ne kadar soğuk kışlar gördüysem de bu kadar erken kar yağdığını görmemiştim şimdiye kadar. Sonraki günlerde kar yağışı olmasa da genelde 0 derecenin çevresinde seyretti hava sıcaklığı, ve kış bu sene çok erken geldi buralara anlaşılan!

Evime sonunda nispeten yerleştim, hala bir çok eksik var ama şu an için en çok gerekli olan her şey var. Evimi kişiselleştirdikçe ve daha da çok 'yuva'ya benzettikçe daha çok seviyorum!

Bu arada haftalar inanılamayacak bir hızla geçiyor ve sürekli bir yerlerden bir yerlere koşturuyor gibiyim. Çok yoruluyorum ama çok da seviyorum ben bu tempoyu galiba.

Haftasonu yine kendi rahatlığı ve vurdumduymazlığıyla geldi, yeni bir hafta başlamadan önce tadını çıkarmakta yarar var. Hafta başlayınca Pazartesiden Cumaya nasıl geçiyor zaman anlayabilmiş değilim çünkü hala. Hayat, kocaman bir maraton gibi.




Bu arada Almodovar'ın yeni filmi Volver 3 Kasım'da sinemalara gelecekmiş, çok sabırsızlanıyorum! Bir an önce görmek istiyorum çok güzel olacağına şimdiden emin olduğum bu filmi. Ayrıca Chicago Uluslararası Film Festivali kapsamında bir İran filmi görmeye gideceğim yarın büyük bir olasılıkla. Bu yıl da dünyanın çeşitli ülkelerinden birbirinden güzel bir çok film gösteriliyor bu festival kapsamında. İran sinemasını keşfettiğimden beri gerçekten çok beğeniyorum tarz ve gidişatını.


Haftasonu bitmeden bitirmem gereken bir çok proje de var. Zaman, parmaklarımın arasından kayıp giden kum taneleri gibi..


Şu anda dinlediğim: Mor ve Ötesi - Kış Geliyor

Wednesday, October 11, 2006

yılların ötesinden






yalnızlık yalnızlık bir gül yaprağı ve aşk
sararmış bir anı kıyısı ve aşk
gözlerinde gölgelenen duru sular
uçsuz bucaksız yağmurlar ve aşk
yalnızlık bir zeytin karası zerdali
sevinç, alıp götüren dalga, boyalı
yalnızlık ve bir sevda, küçük serçe,
kanayan kanatlar, gökyüzü parçası
yalnızlık yalnızlık bir gül yaprağı ve aşk
sararıp solmuş, eski kırgınlık, nehir bakışı
kırık buz parçaları bir felaket ve yalnızlık
buruk bir mevsim, yalnızlık ve çakıltaşı
gelip geçen gökkuşağı ve bir damla pespembe
rüyalar ve ılgın, düşler ve yalnızlık
yalnızlık yalnızlık dumanlı uyku
sarışın bir hüzün, kara tren, başıboş acı
yalnızlık, beyaz gül, kurumuş gül yaprağı,
yalnızlık yalnızlık bir gül yaprağı ve aşk.






Moonshine
9 Mayıs 2003
12:02

Tuesday, October 10, 2006

Karanlık rüya




Kanatlarını açıp göklere yükselebilmek, sonsuzluğun içine. Altın ışıkları pırıldarken parlak tüylerinin üzerinde, gecenin karanlık rüyasına, yıldızların fısıldaştığı yüksekliklerine doğru uçmak.. Tepeleri, dağları, gölleri, insanları, binaları, şehirleri, yaşayan ve ölenleri, kalabalıkları, savaşları, barışları, tarihi izlemek bir bulut hizasında uçtuğu yükseklikten.. Sayılamayacak kadar çok olan insanları görmek, insanları, doğmuş ve doğacak olan bütün insanları yüreğinin içinde hissetmek.. Acılarını, sevinçlerini, hüzünlerini, hayalkırıklıklarını, şaşkınlıklarını paylaşmak.. Kendini bir dünya kardeşliğinin bir parçası gibi hissetmek.. Hem çok yalnız, hem de kalabalıklarla kuşatılmış olmak.. Milyonlarca insanla aynı anda, aynı şeyleri düşünmek ve hissetmek.. İnsanlığın ortak tarihinin bir yapıtaşı olduğunun farkına varıp, bazen bir yalandan farksız gibi gelen hayatın içinde dönüp durmak, kendini duvarlara vurmak.. Bir fark yaratıp yaratmayacağını bilmeden yazmak.. Yaşam bir şaka ya da bir yalan mı? Koştuğunu gören hiç kimse var mı? Yaşam denen ucuz yalan kimsenin umurunda mı? Şaşkınlıkla duraksamak..

İçinden geçip farkına bile varmadığı yaşamının, avuçlarının arasından kayıvermesi.. Bilinçaltının, içine dalıp da bir nefes almak için dahi çıkılamayacak bir okyanusa dönüşmesi, uyuşma, sessizleşme, donma.. Aşağıya düşme, tavşan deliğinde gitgide daha da derine inme.. Bilinçlilik ve bilinçsizlik arasında gidip gelme.. Düşme, kendini kaybedip, yeniden bulup, yeniden kaybetme.. Sonunda kırılma noktası... Yaşamı özetleyen, herşeyin en sonunda, herşeyin bittiği yerde, küçük beyaz bir nokta.


Son.







Klip: Thom Yorke - Harrowdown Hill, Albüm: The Eraser

Bekle beni, Doğu'nun mücevheri



'Bin minareli şehir'...Doğu'nun ve Nil nehri'nin çiçeği, kadim uygarlıklardan şimdiye uzanan bir kültür mirasının tanığı, elçisi.. Çöl kumlarında yaşamı ve ölümü savuran, ebedileştiren, taşlarında asırları saklayan, tarihi şimdi yapan, şimdiyi geçmişe katan, nice masallar anlatan, eski sokaklarında zenginlik ve fakirliği yoğuran, başı dimdik, Akdeniz'e karşı Nil'in kollarında yatan, güzel Kahire...

Necip Mahfuz'un romanlarında insanlarını tanıdığım, kendi şehrim gibi sokaklarını ezberlediğim, gecesi ve gündüzüyle hep oradaymışım gibi bildiğim ve yüreğimin bir köşesinde taşıdığım tanıdık ama bir o kadar da gizemli şehir..

Aralık'ta geliyorum, bekle beni...

Monday, October 9, 2006

Haftasonları güzeldir




Serin başlayıp güneşe ve güzel havaya teslim olan haftasonunun içinden koşarak ve uçarak geçtim, birden Pazar akşamı oldu ne olduğunu anlayamadan. Hani eskiden beri insan Pazar akşamları bir huzursuz olur hep, sanırım küçücük öğrencilerken ertesi sabaha olan bütün ödevlerimizi nedense hep Pazar akşamına bırakıp sonra da endişelenmemizden kaynaklanan bir 'Pazartesi sendromu' bu. Hiç bir zaman eve Cuma akşamı erkenden gelip bütün ödevlerini bitiren örnek öğrencilerden olamadım zaten. Cumartesi günü de çizgi filmler, süt ve kurabiyelerle geçer, Pazar sabahı banyosu, kahvaltı rehaveti ve kardeşimle oyunlardan sonra bütün ödevler ille de o meşum Pazar akşamına kalırdı. Ertesi güne yetiştirilecek her şeyin endişesi üzerimde, annemin mutlaka Pazar öğleden sonraları yaptığı ütünün buharı evi doldurmuşken, kitaplarım ve defterlerimle masamın yolunu tutardım. Sanırım benim neslimde olan çoğu çocuk Pazar akşamı endişesi ve stresini o ütü kokusuyla özdeşleştirmiştir bilinçaltında, neden bilmem.. İşte başka bir kültürde yetişmiş bir insana anlatılamayacak bir ayrıntı: bir Amerikalıya bir Türk ailesinin tipik bir Pazar günü nasıl anlatılır acaba? Bazı şeyler, ancak ortak kültürel dilde ve o kültürün oluşturduğu arkaplanda anlatılırsa anlam kazanıyor.

Haftasonuma dair güzel ayrıntılar:




Gael Garcia Bernal'li şeker film 'The Science of Sleep'. Bir rüya gibi güzel, pamuk şekeri gibi tatlı, yumuşak, kırmızı uçan balon kadar eğlenceli ve çocuksu, bir masal gibi büyüleyici ve sihirli bir film.. Gael Garcia Bernal'i hiç bu kadar sevimli bir rolde görmemiş, hiç bu kadar sevilesi bulmamıştım. bir film bu kadar neşeli ve aynı zamanda duygusal olamaz.. çok güzeldi gerçekten. Zaten 'Eternal Sunshine'ı da çok sevmiştim, Michel Gondry'nin bu filmi ondan da daha yaratıcı ve eğlenceli geldi hatta.



Cumartesi günü ders çalışmakla ve aç mideyle sessiz geçen günün ardından sevgili dostum G'nin kurduğu sofra, çorba, fasulye yemeği, pilav, mantı, tıkabasa yemek ve keyifli sohbet, bardak bardak çay, dedikodular...:)



Sadece Keanu Reeves'i çok sevdiğim ve kötü olacağını bile bile inadına izlediğimiz 'The Lake House' filmi.. Bol mısır patlağı, soslu mısır, Klondike dondurmaları ve Perrier maden suyu bolluğu içinde ve önce endişeli yorumlar, tahminler, sonra kahkahalar eşliğinde battaniyeler altından izlediğimiz bu film sadece Chicago'da çekildiği için bile izlemeye değerdi aslında, haksızlık etmeyelim. Yalnız izlerken o kadar çok yiyip içtim ki gecenin yarısında bir maraton koşusuna çıkabilecek kadar kalori biriktirmiştim! Mide fesadı geçirmediğime şaşırıyorum.



Gülümseyen ve keyif yapan, dünyanın en yumuşak tüylü kedisi Murka..Ve burada sürekli hareket etmelerinden dolayı hepsini fotoğraflayıp gösteremediğim çetenin diğer üyeleri Poli, Cookie ve Şanslı.. The Three Musketeers gibiler, aslında 4 taneler ama 4.sü her zaman ortaya çıkmıyor, sadece yemek yemek söz konusu olduğunda utangaçlığını yenebiliyor kendileri. Çete, kapıdan girdiğimizde etrafımızı sarıp bizi karşıladı, sonra sarıldım teker teker bütün üyelerine..Bu kadar tatlı şeyler olamaz gerçekten.




Bu sabah aile dostumuzun arkadaşlarının evinde inanılmaz bir Michigan gölü ve şehir manzarası eşliğinde yediğimiz brunch, ettiğimiz güzel sohbet ve ardından gelen bir fincan çay ve sıcak brownie üstü vanilyalı dondurma.. Hmmm, sanırım bu haftasonu sürekli yemişim ben:)



Chicago'nun uzaktan görünen Skyline da denilen silüeti. Bu şehri seviyorum gerçekten. Özellikle bugünkü gibi güneşli ve güzel havalarda daha da çok seviyorum!



Ne zamandır görmediğim arkadaşım A. ile Chicago'da en sevdiğim kafelerden biri olan Cafe Iguana'da yeşil çay eşliğinde sohbet, keyif.. Bu arada bu kafe adını kocaman bir camekan içinde beslediği gerçek devasa yeşil iguana'sından alıyor! Çoğunlukla saklansa da bazen ortaya çıktığında görebiliyoruz ünlü iguanayı oraya gittiğimizde. Kafenin ortamı, yemekleri, krepleri, salataları, içecekleri çok iyi. Daha önceden buraya ders çalışmak için gelmiştik. Amerika'da kafelere gidip tek başına ya da arkadaşlarla oturup ders çalışmak gibi bir gelenek var. Herhangi biri Türkiye'de bir kafeye gidip tek başıma oturup kitap okumaya başlasa herhalde herkes dönüp dönüp bakar ve çok garipser bu durumu. Burada bu çok normal karşılanıyor ve insanlar laptoplarını ve kitaplarını alıp saatlerce kafelerde tek başına oturuyor çoğunlukla.

Şehirden dönüp eve adım attıktan hemen sonra gelen bir telefonla tekrar yollara düşme, taze ekmek ve balık üstü limondan oluşan, sevgili dostumun hazırladığı sofrada (yine!) tıkabasa yemek, tekrar uzun sohbetler, fotoğraf kitaplarına ve albümlerine dalma, siyah-beyaz fotoğrafın büyüsü, Camera Obscura tekniğini öğrenişim, güzel akşam...


Sonunda haftasonunun bana sunduğu bütün bu güzel anılardan yorgun düşüp Pazar akşamı mahmurluğuna yenik düşüşüm.. Yarın yeni bir hafta başlıyor. Günlerimiz mutluluklarla dolu olsun!

Saturday, October 7, 2006

Irak'ta bir Amerikan askeri ve izlenimleri



Perşembe akşamı programımızdan tanıdığım bir arkadaşımın yemeğine davetliydim. Ortadoğu Müzik grubumuzun provasından oraya gittim ve gerçekten de yemekler, sohbet, genel olarak akşam çok güzeldi. Amerika'nın Ortadoğu politikasından dinler arası farklara, ülkeler siyasetinden Mısır plajlarına kadar uzanan geniş bir yelpazede derin ve keyifli sohbetlerimiz oldu. Yemektekiler Müslüman, Musevi ve Hristiyan kökenli olmasına ve değişik arkaplan ve kültürlerden gelmesine rağmen inanılmaz keyifli ve hoşgörülü, birbirlerinin değerlerine saygılı ve seviyeli bir sohbetti ve bana gerçekten mutluluk verdi. Bir masada bu kadar değişik kültürlerden gelen insanların oturup konuşabilmesi, insanlığın ortak sorunlarına çözümler arayabilmesi, birbirlerine saygı ve sevgiyle yaklaşabilmeleri bana çok umut veriyor ve bu gibi insanlar çoğalırsa dünyada yer alan en büyük problemlerin çözülebileceğini gösteriyor. Hoşgörü ve sevgi aslında herşeyin temeli ve eğer bu değerlerimizi koruyup yayabilirsek çözemeyeceğimiz sorun yok gibi geliyor bana.

Akşama dair bir diğer ilginç detaysa hayatımda ilk defa Amerikalı olup hem Afganistan'da, hem de Irak'ta asker olarak bulunmuş birisiyle tanışıp konuşma fırsatı bulmamdı. Bu benim için gerçekten heyecan verici bir deneyim oldu, çünkü bir ülkenin politikalarını ve insanlarını televizyon ekranından, filtre edilmiş, değiştirilmiş ve sansürlenmiş bir şekilde izlemek, o olaylara bizzat katılmış ve içinde bulunmuş bir insanla konuşup ona sorular sorabilmekten çok farklı. Tabii ki belli bir bireyin görüşlerinin de tamamen açık ve dürüst olduğu ya da gerçeği tamamen yansıttığı düşünülemez, ancak kişisel bazda yaptığım konuşmanın bana bütün televizyon ve gazete haberlerinden çok daha fazla ve doğru bilgi verdiği kesin diye düşünüyorum.



Şu anda gizlilik sebeplerinden ismini buraya yazmadığım M., hem Afganistan'da, hem de Irak'ta uzun süre çalışmış. Afganistan'da daha idari bir birimde çalışırken, Irak'ta sivillerle birebir görüşmeleri olmuş, günlük hayat düzeyinde bir çok Iraklı ile çalışma imkanı olmuş. Ben daha önce Amerikan askeri kimliğiyle Ortadoğu'ya gitmiş olan birisine ne gibi sorular sorabilirdim diye hiç düşünmemiştim, ancak tabii ki aklıma hemen gelen ilk soru herhalde benim gibi Türk olup George W. Bush'un dış politikalarına karşı olan hemen herkesin aklına gelebilecek ilk soruydu: 'Iraklılar, yani siyasetçiler ve yöneticiler değil de siviller ve halk, sizi nasıl karşıladı?' Sanırım yine biraz öngörüsü ve mantıklı düşünme yetisi olan herkesin aklına gelebileceği gibi M.nin bana verdiği cevap da tahmin ettiğim gibiydi: Bu sorunun, siyah ve beyaz şeklinde ayrılabilecek kadar kesin bir cevabı yok. Anlattığına göre, dünyanın herhangi bir yerinde olduğu gibi Irak'ta da insanların öncelikleri, kendilerine ve ailelelerine iyi bir yaşam sağlayabilmek ve bu durumu sürdürebilmek. Aslında olay hiç karmaşık değil, tam tersine çok basite indirgenebilecek bir olgu: İnsan, dünyanın her yerinde aynı, ve doğası gereği kendine güvenli ve mutlu hissedebileceği bir ortam arıyor. Bunu hangi rejim, yönetim birimi ya da otorite sağlayabilirse, ona yöneliyor ve onu destekliyor. Iraklıların da çoğunun aslında bu konuda çok da fazla bir fikir sahibi olmadığını ve hayatları düzgün ve yolunda gittiğinde devletin politikalarını çok umursamadıklarını anlattı bana M. Çoğunda Saddam rejiminde kurtulmuş olmanın rahatlığının olduğunu, ancak AMerikanın en büyük hatasının, Saddam gidince herşeyin yoluna gireceğini ve birden düzelivereceğini sanmak olduğunu söyledi. Amerikalı askerlerin, aslında oradan gerçekten çıkmak istediğini, ama belli bir düzen kurulmadıkça ve dolayısıyla oradaki sivillerin kendilerini terörist ve şiddet yanlısı gruplara karşı koruyacak imkanları olmadıkça bunun mümkün olmadığını söyledi. Kısacası Amerika'nın aslında kendisini daha önceden tahmin ettiğinden çok daha karmaşık ve içinden çıkılamaz bir duruma soktuğunu ve bunun Amerikan siyasetçilerinin ve ordusunun düz mantığa dayanan, geleceği göremeyen önyargılı düşüncelerinden, acil ve iyi düşünülmemiş kararlarından ve planlama yeteneklerinin eksikliğinden kaynaklandığını belirtti. Yani genelinde Irak'taki halkın oradaki Amerikan varlığına karşı ne ortak bir sevgi, ne de kesin bir nefret duyduğunu farkettiğini söyledi. Onlar için aslında şiddet sürdükçe ve yaşamları, sevdiklerinin sağlığı ve hayatları tehlikede oldukça günlük yaşam düzeyinde çok da fazla bir değişiklik olmadığını anlattı.

M. ile olan konuşmam benim için çok önemliydi çünkü ilk defa hep haberlerde gördüğüm ve hikayelerini başkalarından öğrendiğim askerlerden biri karşımdaydı ve sorularımı cevaplıyordu. Tarih hakkında okumaktan öte, tarihin içindeki aktörlerle birebir temas halinde olabilmek gerçekten fark yaratıyor. İşte bu yüzden sanırım yaptığımız araştırmalarda, yazdığımız kitaplarda ve makalelerde gerçek hayatı yansıtabilmek çok önemli. O hayatta başrol oynayan insanlarla temas halinde olup onlardan öğrendiklerimizi, yani onların gerçeğini en iyi şekilde aktarabilmek insanlara.. Gerçeği, doğruyu ararken aracılara ihtiyaç kalmaksızın kendimiz sorular sorup cevaplar alabilmek.. Gazetecilere ve medyaya düşen sorumluluğun büyüklüğü ve önemi işte tam da burada ortaya çıkıyor sanırım.



Fotoğrafların alındığı yerler sırasıyla:

http://www.aljazeera/info
http://www.jsonline.com

Friday, October 6, 2006

Sokağım, gökyüzü, bulutlar





Sabah 5te kalkmanın ve dünyanın sessizliğini dinlemenin kendine has bir huzuru ve dinlendiriciliği var. O saatte kalkınca sanki bütün evren bir anda susmuş gibi, bütün dünya ve gökyüzü günün en önemli olayını, güneşin doğuşunu beklerken nefesini tutmuş gibi geliyor insana. Zaten ne demişler, en karanlık ve sessiz an, şafak sökmeden önceki andır. İnsana umut vermeye yeten bir bilgi bu bence. Saat 5 buçukta ilk ışıklarını penceremden içeri uzatan güneş, bir anda gökyüzündeki bütün bulutları şeftali renklerine, turuncu ve pembenin en güzel tonlarına boyadı. İnanılmaz bir güzel Ekim sabahı göğü açılıverdi gözlerimin önünde aniden. Nefesimi kesen bu görüntüyü fotoğraf makineme kaydettikten sonra evden çıktığımdaysa sokağımı ve gökyüzünü de dondurup sayfaları arasına koymak istedim anılarımın.





Caddedeki ağaçlar güzelim sarı Ekim kıyafetlerine bürünmüş, sıraya girmiş gibiler. Binamın önündeki ana caddenin adı 51. Cadde, ya da resmi adıyla Doğu Hyde Park Bulvarı. Hyde Park'ın içinden geçen en büyük caddelerden biri ve üzerinde bir çok otobüs hattı ve dükkan var. Benim de kendime burayı ev olarak seçmemin nedeni işte bu canlılık ve sokağımda olanları izlemeyi çok sevmemden ötürü. Benim için durgun ve hareketsiz bir manzaraya -ne kadar güzel olursa olsun- aylarca bakmaktansa hareket halinde olan insanları, sokaktaki arabaları, düşen yaprakları, yağan yağmurun oluşturduğu göletleri, oynayan çocukları, kısacası hareket halindeki yaşamı izlemek çok daha eğlenceli. Bu yüzden nerede olursam olayım penceremden bir sokağı görmek ve orada olup biteni izeyebilmek çok önemli benim için. Bu sene de 6. katta oturduğum için hem sokağı, hem de etrafımdaki binaları ve uzaktan geçen tren yolunu görüyorum. Ufka kadar uzanan bir gökyüzünü görebilmek ne büyük bir mutluluk gerçekten! Özellikle de şafaktan hemen önceki o sihirli zaman diliminde.




Bu fotoğrafta görülen kiremit rengi binaysa benim eski evimin olduğu bina, adı Carlson Hall. Yine 51. Cadde üzerinde ve benim şimdiki binamla arasında sadece fotoğrafta da görülen otopark var. Şimdiki binamın sevdiğim başka bir özelliği de şehre giden 6 otobüsüne çok yakın (Amerikalıların deyimiyle 1 blok) olması. Özellikle benim gibi yerinde duramayan birisi için hemen havaalanına gidebilmek gibisi yok!





Apartmanımın kapısının baktığı sokaksa 51. Cadde'yi dikey kesen sokaklardan biri olan Blackstone sokağı. İngilizce'de 'Siyah taş' anlamına gelen bu isim neden verilmiş bu sokağa bilmiyorum, belki de bir zamanlar burada kara bir taş vardı. Chicago'da sokak isimlerinin İstanbul'daki gibi bir anlamı ya da hikayesi yok sanki, ya da belki ben bilmiyorumdur, şehrin hikayesini okuyunca öğrenebilirim belki.

Chicago'ya gelen turisterin dikkatini çeken şeylerden biri de şehrin 'ızgara sistemi' denen bir sistemle, birbini sadece dikey ve yatay kesen sokaklar halinde düzenlenmiş olması. Bir koordinat düzlemine benzeyen bu sistemde, (0,0) noktasi iki ana caddenin kesiştiği bir yerde, şehrin merkezinde belirlenmiş. Böylece bu dizlemin x ve y eksenleri olan bu iki sokağın konumuna göre şehirde nerede olduğunuzu gayet kolay açıklayabiliyor ve yolunuzu bulabiliyorsunuz, kaybolmak adeta imkansız gibi. Mesela benim bulunduğum caddenin adı, East Hyde Park Boulevard (51st street) şehrin merkezindeki caddenin 51 sokak aşağısında ve dikey doğrunun doğusunda olduğumuzu anlatıyor bize. Yani ben Michigan Gölü'ne Batı 51. Cadde'de oturan birisinden çok daha yakınım, çünkü Karadeniz kadar büyük olan ve bir yarısı Kanada'da olan bu devasa göl bizim doğumuzda kalıyor.




Bugün gökyüzü ve içindeki bulutlar bir çok güzel şekil ve renklere büründüler, akşama doğru yemekten önce sevgili arkadaşım Volkan'la kütüphanede oturmuş ders çalışırken gözüme çarpan bu akşam manzarası gibi. Fotoğraf makinem yanımdaydı ve bu güzel görüntüyü de diğerlerinin arasına ekleyebildim. Chicago'nun 'skyline' denen silueti, akşam güneşini neşeyle karşılayan bulutların altında çok çarpıcıydı. Sanırım bu şehir, ilk ve tek aşkım İstanbul'dan sonra yüreğimde en çok yeri kaplayan şehir olarak kalacak hep. Artık ikinci evim bile diyorum ben 'Michigan gölünün incisi'ne. Şehirler de insanlar gibi galiba, her birinin kendine has bir karakteri, sevimli ve sevimsiz yanları, kaprisleri, huysuzlukları, neşeli ve neşesiz günleri var. Her şehre ayrı bir sevgiyle bağlanışımız başka nasıl açıklanabilir ki zaten?

Tuesday, October 3, 2006

Bir IKEA macerası, alışveriş çılgınlığı, tüketim toplumu




İnsan yeni bir ev kurarken daha önceden hiç tahmin etmediği bir çok şey geliyor başına, sürekli hareket halinde olmak şeklinde bir macera bu. Buralara gelmemin üzerinden neredeyse 15 gün geçmesine rağmen evimin bitmeyen ihtiyaçları ve demirbaşlarını en kısa yoldan ve çabuk bir şekilde temin edebilmek için Cumartesi günü koyu mavi bir küpe benzeyen devasa IKEA binasına doğru yola koyulduk, ben ile sevgili dostlarım Peter ve Gökben. Chicago'nun banliyölerinden biri olan ve bulunduğumuz yere yaklaşık arabayla 1 saat uzaklıkta yer alan Schaumburg'da yer alan bu kocaman mağazaya gidebilmek için öğlen yola çıktık, hava tam Ekim'e yaraşır bir şekilde önceki günün tam tersine ılık ve güzeldi, Ekim ayının bu şaşırtmalı havaları beni her seferinde ne giyeceğim konusunda kararsız bırakıyor doğrusu.

Trafik çok fazla olmadığından, tahmin ettiğimiz saatte oradaydık. Sanırım Amerikalılar her haftasonu sanki gezmeye gitme gibi bu mobilya mağazasına gelip dolanıyorlar, oturup yemek yiyorlar, arada da beğendikleri şeyler olursa tüketim toplumuna yaraşır örnekler sergileyerek hemen alıyorlar tabii. Bu arada İstanbul'da büyümüş bir şehir çocuğu olarak ufak banliyölerinde en büyük eğlenceleri bu suni ve steril dev mobilya mağazasına gidip dolaşmak olan bu insanlara acımadım değil doğrusu.

İşte bütün bu sebeplerden mağaza gerçekten çok kalabalıktı, zaten içerisi çocuklar için oyun salonları, restoranlar, internete girme istasyonları ve kafelerle dolu da olduğundan herhangi bir alışveriş merkezinden farksızdı. Mümkün olan en kısa sürede elips şeklindeki üç katı da turlayıp almak istediklerimi hazır verilen kağıtlardan birine yazdıktan sonra, Gökben ve Peter'le kararlaştırdığımız yerde buluşup biraz da mutfak bölümüne baktıktan sonra çıkışa doğru yöneldik. Bu arada itiraf etmeliyim, IKEAnın en güzel bölümü mutfak eşyalarının olduğu yer. Onca güzel alet, tencere, çatal-kaşık, bardak....vesaire gibi mutfak gereçleri arasında insan kendini kaybedip sonsuza kadar yemek yapmak istiyor bir anda. Tabii ki ben de bu isteğe kendimi kaptırarak minik mutfağıma aldım bir şeyler. Alışverişin insanı mutlu etme potansiyeli kesinlikle var ve bence bu Amerika'da her yerde olduğundan daha da başarılı bir şekilde kullanılıyor insanları yöneltme aracı olarak.

Yorgun ve bitkin bir şekilde uzun sırada bekleyip aldığım kocaman kutuları kasadan geçirdikten sonra mutlulukla öğrendik ki sevgili Ikea yetkilileri bu kutuları arabanın üzerine bağlayacaklarmış. Arabayı yanaştırdığımız 'paketleme istasyonu'nda kutularım bir güzel bağlandılar arabanın üzerine sımsıkı. Buraya kadar herşey bir sorun çıkmadan tamamlanmıştı, biz sadece önümüzde Chicago'ya geri giden yol ve bir akşam yemeği var sanıyorduk. Meğer yanılmışız!

Biraz ilerledikten sonra arabanın otomatik yani kendi kendine kapanan emniyet kemerlerinin kenarlarının kutuları bağlayan ipleri kesmeye başladığını gördük dehşetle! Düşünmesi bile korkunç, biz otoyola çıkmış saatte 90 kilometreyle ilerlerken o kocaman ve ağır kutuların tepemizden arkaya fırlayıp başka bir arabaya çarptıklarını! Bu yüzden hemen arabayı bir kenara çekip ipleri korumaya almaya çalıştık üzerlerine bir şeyler koyarak, yalnız bu yöntem işe yaramayınca Peter çözümü emniyet kemerlerini kapayan sigortayı çekmekte buldu (ben hayatta aklıma getiremez ya da gerçekleştiremezdim böyle bir çözümü!!!) Sonra bir kaç ihtiyacımızı daha almak için bu sefer diğer bir tüketim toplumu Kabe'si olan Walmart'a girdik. Çıktığımızda artık akşam yemeğine Chicago'ya yetişemeyeceğimiz kesindi, biz de orada biraz daha oyalanayıp yiyerek öyle dönmeye karar verdik.

Arabaya bu sefer güzel bir restoran aramak için tekrar bindiğimizde başka bir sürpriz bizi bekliyordu: Sağanak halinde bir yağmur başlamıştı. Benim satın aldığım ve arabanın üzerinde duran herşey ahşap olduğundan ıslanmaları korkunç olurdu, böylece bir bankanın ATMsinin korunaklı saçağı altında durup, arabadan inip, kutuları bu sefer de yırtarak büyüttüğümüz beyaz torbalarla kapladık, bu arada Gökben arabanın üzerine çıkmak zorunda kaldı, sanırım bankanın güvenlik kamerası varsa ve o anda bankanın önünde olanları izliyorduysa önce çok şaşırmış, sonra da gülmekten yerlere yatmıştır. Ne yaptığımızı anlaması herhalde çok zor olurdu orada bizi izleyen herhangi birinin. Özellikle de artık sinirlerimiz bozulup o noktadan sonra kahkahalarla gülmeye başladığımız düşünülürse!

Kutuları tamamen kapladıktan sonra Chili's de yediğimiz mükemmel akşam yemeği herşeye değerdi. Amerikada banliyölerde zaten en büyük eğlence ve gezi şekli işte bu 'mall' denilen yerere gidip bir çoğu bir araya getirilmiş büyük mağazalardan deliler gibi alışveriş yaptıktan sonra yine oraya konuşlandırılmış restoranlarda yemek yemek, belki yine aynı kompleksin içindeki sinemaya gitmek. Herşey, bütün bunların bir arada yapılabilmesi için tasarlanmış. Benim için İstanbul'un bir çok otantik ve değişik küçük semtini gezdiğim bir günle karşılaştırıldığında gerçekten inanılmaz yapay bir zaman geçirme şekli bu.

Akşam yemeğine dair en güzel şey, sohbetimiz ve yemeğin sonunda paylaştığımız 'Molten Chocolate Cake'ti, üzerinde dumanları tüten çikolatalı suflenin üstünde yine çikolata sosu ve vanilyalı dondurma... Cennete gidip geri gelmiş gibi olduk! Yorucu günün ardından bir hediye gibiydi gerçekten de.

Chicago'ya otobanda her an düşecek diye korkuyla iplerine baktığımız kutuları sağ salim taşıyarak döndük neyse ki. Evimin artık her ne kadar hala bir araya getirilmemiş olsa da bir masası ve kitaplığı var. Ikea'dan alışveriş yapmanın bir yararı da bu: Her şey bir yapboz gibi kendin-yap-ve-kullan mantığıyla işlediğinden bu fiyatlara da yansımış, normalde 200 dolara alacağınız bir masayı işte bu parçalara ayrılmış haliyle 100 dolara almak mümkün. İsveçlilerin zekası ve pazarlama yeteneğine hayran kalmadım desem yalan olur.

Bu yazım, bütün günlerini, yardımlarını, gülümsemelerini, güzel sohbetlerini ve dostluklarını benden esirgemeyen P ve G'e adanmıştır:)

Take the money and run





İyi ki varsın Thom :)