Saturday, March 31, 2007

Piled High and Deeper :)



Neler hissettigim daha iyi anlatilamazdi!

Tuesday, March 27, 2007

Neler izledim

Geçtiğimiz 1 ay içinde izlediğim filmler: (En çok beğendiğimden en az beğendiğime doğru sırasıyla):

1- Children of Men



Bilim-kurgu filmlerini zaten çok seviyorum, ancak bu film bence konusuyla şu anda yaşadığımız gerçeklerden çok da uzak olmamış. Çocuksuz bir dünya nasıl olur? Film bu soruyu soruyor. Gelecekte dünyanın karmakarışık bir halde birbirine girmiş olduğu bir zamanda geçen filmde, insanoğlu üreme yeteneğini kaybetmiş durumda. Yaşayan en genç insan 18 yaşında ve kadınlar artık hamile kalamıyor. Bu durumda insanlığın yakın bir tarihte soyunun tükeneceği gerçeği dünyayı bir kaosun içine sürüklüyor. Çocukların olmadığı bir dünyada insanlar bütün umutlarını kaybediyorlar, yaşama sebeplerini yitiriyorlar. Savaşlar ve kitlesel göçler, çatışmalar, ölümler normal yaşamın bir parçası haline geliyor. (İşte bu yüzden şu anda dünyanın bazı yerlerinde yaşanan gerçeklerden çok uzak değil film bence) Alfonso Cuaron çok iyi bir iş başarmış. İzlenmeli derim.

2- Babel



Alejandro Gonzalez Inarritu'nun daha önceden izlediğim tek filmi olan Amores Perros (Paramparça aşklar köpekler)'i çok beğenmiştim. Bu film de onun kadar olmasa da yine de iyi bir bakış olmuş hayatın gerçeklerine. Değişik kültürlerde yaşanan acıları birbiriyle bağlantılı olarak göstermesi ve bize gözyaşlarının her yerde aynı şekilde aktığını hatırlatması açısından başarılıydı film. Ancak süresi biraz gereksiz uzun geldi bana, sanki bazı sahneler çıkarılsa da olabilirmiş gibi. Ama genelinde vasat Hollywood filmlerinden çok daha başarılı olduğu kesin.

3- The Devil wears Prada



'Çok sanatsal olmayan, izlemesi kolay bir film izlemek istiyorum' diyorsanız size bu filmi önerebilirim. Genelde vasat ve Amerikalıların deyimiyle tam bir 'chick-flick' olmasına karşın film sadece Meryl Streep'in muhteşem oyunculuğu için bile izlenebilir! Gerçekten kendisine hayran kaldım, o ne bakışlar, o ne tavırlar öyle:) Ayrıca film bence moda endüstrisini ve insanların nasıl koyun gibi bazı kişilerin söylediği, yaptığı ya da giydiği her şeyi taklit etmelerini çok güzel eleştirmiş. Mankenlerin psikolojileri, bu sektörde çalışanların hırsları, ruh halleri...vs. çok güzel yansıtılmış.

4- 300



Frank Miller'ın çizgi romanları genelde sinemaya uyarlandığında Sin City gibi hem görsel olarak hem de sanatsal olarak güzel filmler yaratabiliyor. 300 için de 'Bir bilgisayar ve görsel efekt harikası' diyebilirim. Ancak film hakkında söyleyebileceklerim sadece bu kadarla kalır. Çünkü filmin gerçekten bahsetmeye değecek daha fazla pek bir özelliği yok. Özellikle filmin tarihe yanlı bakışı ve Yunanlıları tamamen kahraman, özgürlük savaşçısı, cesur, mert...kısacası mükemmel ve adeta insanüstü 'yarı-tanrı'lar şeklinde göstermesi, Perslileri ise çirkin, koyu tenli, korkak, ikiyüzlü, ahlaksız ve hilekar ucubeler/yaratıklar olarak göstermesi beni inanılmaz ölçüde rahatsız etti. Bu yüzden filmi sevdiğimi söyleyemem.



300 gibi bir filmi izledikten sonra diyebilirim ki sinema sanatı, belli bir ideolojiye ya da psikolojik savaşa hizmet etmediğinde ve özgür bırakıldığında çok daha keyifli ve güzel filmler yaratıyor..Ve işte o zaman vazgeçilemez bir güzellik katıyor insanın yaşamına.

Sunday, March 25, 2007

Obur Cookie :)



Bu post'um sevgili arkadaşlarım Peter ve Gökben'in eskiden biraz dobi olup da şimdi kilo vermiş olan tatlı kedileri Cookie'ye adanmıştır. Bugün internette aşağıdakini görünce nedense (!) Cookie aklıma geldi :)





Kedileri çok seviyorum:)

Friday, March 23, 2007

Sesimi duyan var mııııı

İmdaaaat! Bir haftadır bitirmeye çalıştığım 'Second Year Paper'ım tarafında yutulmak ve boğulmak üzereyim! Sabah kalkıp masanın başına oturmaktan, üç öğünü de bilgisayar ekranına bakarak yemekten, kafeini aşırı dozlarda tüketmekten, akşam sandalyeden tekrar yatağa geçip ertesi gün yeniden aynı rutine başlamaktan midem bulandı!!! Artık bitse de kurtulsam!! Ben uzak ve sıcak bir adaya gitmek istiyorum!


Cinnet geçiren Moonshine

Wednesday, March 21, 2007

Güzellik nedir? Nasıl 'güzel' oluruz? -1

Güzellik bence kadın dergilerinin bize zorla kabul ettirmeye çalıştığı gibi yüzümüzü makyaj kutusuna daldırılmış gibi boyamak değildir. Güzellik herşeyden önce temizliktir. Yüzümüze yayılan içten bir gülümseme ve gözlerimizin içindeki ışıltılar, en başarılı makyajdan daha güzel kılar bizi. Sadeliğin getirdiği berraklık ve saflığı yakalayabilmektir güzellik, hiç bir şeyde aşırıya kaçmadan kendine yakışanı bilmek ve ona göre giyinmektir. Ayrıca bence bir kadını güzel yapan en önemli özellik gözlerindeki zeka pırıltılarıdır. Kendine güvenen, kendine bakmayı bilen ve aynaya baktığında 'Ben güzelim' diyebilen kadın, güzeldir.


Kişisel bakım ve güzellik alanında herkesin kendine göre fikirleri var. Herkesin kendine göre 'vazgeçilmez'leri var ve ben şu ana dek denediğim ve memnun kaldığım, 'vazgeçilmez'lerim arasına girmiş olan çeşitli ürünleri paylaşmak istedim blog'umda. Bu ürünlerin çoğunluğunun sadece Amerika'da bulunabildiğini üzülerek ekliyorum. Gerçi artık Türkiye'ye de çoğu ürün girmiş durumda, kimbilir belki de bulunabilir çoğu orada da.


1- CİLT BAKIMI:




L'Occitane'ın ürünleri şu ana dek gördüğüm en başarılı cilt bakım ürünlerinden biri diyebilirim. Bu zeytinyağı bazlı ve 'exfoliating' özelliği olan duş jeli kesinlikle şu ana dek kullandıklarım arasında en iyisi. İçindeki zeytinyağı Fransa'da bir şatodan geliyormuş:) Kullanınca kendinizi prensesler gibi hissediyorsunuz, ayrıca bence verdiğiniz paraya kesinlikle değiyor.



Cildim inanılmaz derecede hassas olduğu için ve hiç tahmin etmediğim maddeler bende alerjik reaksiyonlara yol açtığı için Johnsons'ın ürünlerinden vazgeçemiyorum. Sonuçta bir bebeğin cildi için tasarlanmış bir krem ya da yağdan daha tehlikesiz ne olabilir? Johnsons'ın bebe yağı banyo sonrası ciltteki nemi içeri hapsetmek ve yumuşacık bir cilde sahip olmak için ideal. Onun verdiği yumuşaklığı başka hiç bir ürün veremiyor!




Aynı şekilde yine alerjik reaksiyonlardan çekiniyorsanız benim gibi, Johnsons'ın vücut losyonu hem çok güzel kokuyor hem de rahatlıkla kullanabilirsiniz istediğiniz sıklıkta.



Vichy'nin Oligo 25 kendiliğinden köpüren yüz yıkama jeli şu ana kadar kullandıklarımın arasında en iyisi. Hem kullanması çok kolay (avucunuza sıktığınızda zaten köpük olarak çıkıyor) hem de eğer kuru/normal cilt yapısındaysanız cildinize ışıltı ve parlaklık kazandırıyor, canlandırıyor. Ayrıca bunun da kokusu çok güzel ve renginin pembe olması benim gibi pembe delisi olan birisi için bir artı:)




Vichy'nin cilt bakım ürünlerinden çok memnunum, benim gibi hassas ciltler için ideal. Türkiye'de yetkili eczanelerde bulabilirsiniz. Amerika'da bulmak biraz daha zor sanırım. Günlük cilt nemlendiricisi bence en önemli ürün bir gün içinde kullandığımız, ve kendime ve cildime uygun bir ürün bulana kadar çok zorlanmıştım. Sonunda annemin sözünü dinledim ve her zamanki gibi haklı çıktı:) Benim gibi 'karışık' ya da 'T bölgesi' tipinde ciltlere sahip olanlar için bu nemlendirici ideal. Cildinizin kurumasını engelliyor ancak çok da yağlandırmıyor. İdeal nem dengesini yakalamakta ve tutmakta inanılmaz başarılı.



Özellikle kışın havadaki nem düştüğünde ve kuru havada el ve ayaklarımızın derisi çatladığında kesin çözüm: Vaseline Petroleum Jelly. Ellerini ya da ayaklarınızı buna bulayıp eldiven/çorap giyip yattığınızda sabah bir mucizeyle karşılaşıyorsunuz, cildiniz yumuşacık oluyor.



Kışın buz gibi havalarda (özellikle benim gibi Chicago gibi -30lara inen soğuğuyla ünlü bir şehirde yaşıyorsanız) ellerinizin kuruyup çatlaması kaçınılmaz oluyor. İşte bu gibi zamanlarda imdadımıza yetişen yegane krem: Neutrogena Norwegian Formula. Ellerimi onun kadar çabuk iyileştiren ve uzun süre nemli tutan başka bir krem bilmiyorum. Kesinlikle kışın çantanızda her daim bulundurması gereken bir ürün.



Yine 'kışa özel' ve çantanızda yerini alması gereken ürünlerden biri: Chapstick klasik. Kolayca erişebildiğiniz bir yerde bulundurun ve gün içinde mümkün olduğunca sık kullanmaya çalışın. Dudaklarımız çatlarsa vücudumuza virüs ve bakterilerin girmesi kolaylaşıyormuş, bunu engellemek için chapstick birebir.



Her ne kadar cilt bakıma girmese de çok sevdiğim bu diş macununa da listeme eklemek istedim, güzel bir gülümseme ve inci gibi dişler her kadını çok güzel gösteriyor çünkü. Tom's of Maine markası içinde doğal maddeler kullandıkları 'organik' diş macunları yapıyorlar ve bu nane aromalı diş macunu da vazgeçilmezlerim arasına girdi. İnanılmaz ferahlatıcı ve güzel bir tadı var, insan bu diş macunuyla diş fırçalamayı iple çekiyor:)


'Güzellik' serimiz saç bakımı ve makyaj bölümleriyle devam edecek:)

Bakımlı ve güzel günler dileğiyle!

Neredeyse vejeteryan



Şunu itiraf edeyim ki hiç bir zaman 'et sevmem, yiyemem' diyen insanlardan olamadım. Hatta hayatım boyunca hep uzun bir süre et yemediğimde canımın et çektiğini ve özellikle et yemek istediğimi bilirim. Bu olayı kandaki demir oranı azlığıyla, insanın kan grubuyla, yaşam biçimiyle... vs. açıklayanlar var. Açıklaması ne olursa olsun ben 'etobur' bir insanım ve et yemediğim zaman kendimi tam da doymuş hissetmiyorum. (ya da hissetmiyordum demek daha doğru olur şu an için)

Bütün bu alışkanlıklarım yavaş yavaş değişti çünkü öncelikle Amerika'daki et endüstrisinin nasıl çalıştığını ve hayvanlara nasıl davranıldığını çok detaylı olarak izleme fırsatı buldum, Chinin blogunda gördüğüm ve daha önceden bir kaç kişiden 'izlemelisin' diye tavsiye aldığım 'Earthlings' belgeseli ile. 1 buçuk saat uzunluğundaki bu belgesel, insanların hayvanlara ihtiyacının olduğu değişik sektörlerde (et, deri, evcil hayvan, sirk ve eğlence, bilimsel deneyler...vs.) nasıl davrandıklarını anlatıyor. Önceden söyleyeyim, eğer izlemeyi düşünüyorsanız, bu belgesel herkese göre değil, çünkü çok vahşi ve dehşetengiz görüntüler içeriyor. Bu belgeseli izlediğinizde kendi türünüzden (ya da en azından bunları yapabilen insanlardan) adeta tiksinecek duruma geliyorsunuz. Bu gibi zalimce davranışları dünya üzerinde sergileyebilen tek ırk olduğumuza inanmak istemiyorsunuz. Ama izleyebilen ve dayanabilecek herkesin izlemesini tavsiye ederim, gerçek bir 'eye-opener' (insanın gözlerini açıyor) Amerikalıların deyimiyle çünkü.

Gerek belgeselin etkisiyle, gerekse bulunduğum yerde organik ya da İslami usullere göre kesilmiş et bulmanın zorluğu sebebiyle et tüketimimi giderek azalttım ve neredeyse hiç et yemez bir durumda yaşıyorum iki haftadır. Arada balık eti ya da deniz ürünü yiyorum seyrek olarak, onun dışında tavuk ve kırmızı et tüketimimi yok sayılacak kadar azalttım. Sadece evde, kendim alıp pişirdiğim organik etlerden yiyorum ve genelde dışarıda yediğimde kesinlikle etli bir şeyler yememeye özen gösteriyorum. Bu iki haftada öğrendiklerimi paylaşmak istedim:

1- İnsan et yemeyince de gayet güzel yaşayabiliyor! Karnı da doyuyor.

2- Etin yerine koyabileceğiniz bir çok şey var: Yumurta, süt, yoğurt, soya sütü, tofu, baklagiller, fıstık ezmesi...vs. Hepsi etin içindeki proteinler ve demir açısından zengin yiyecekler.

3- Özellikle kırmızı eti azalttığınızda vücudunuz inanılmaz ölçüde rahatlıyor. Sindirim sisteminiz o ana kadar olmadığı kadar iyi çalışıyor.

4- Et yiyemediğiniz zamanlarda, özellikle dışarıda yiyorsanız, vejeteryan yemekler çok daha sağlıklı seçenekler oluyor. Restoranlarda et içermeyen yemekler ya bol sebzeli, zeytinyağlı yemekler ya da salatalar oluyor genelde. Böylece ister istemez 'sağlıklı' yiyorsunuz.

5- Ayrıca markete gittiğinizde şu ana kadar farketmemiş/keşfetmemiş olduğunuz bir çok sebze ve meyve çeşidini farkediyor, vejeteryan yemekler pişirmek için aslında ne kadar çok seçeneğiniz olduğunu anlıyorsunuz.

6- Özellikle kırmızı eti azaltmanızın kan değerlerinize katkısı çok büyük: Kolesterolü ve trigliseriti azaltmak, hayvansal yağ alımınızın azalması sonucu çok kolay bir hale geliyor.


Kendime 'neredeyse vejeteryan' olabilmeyi öğrettiğim için çok mutluyum, ve bence benim gibi 'etobur' olduğunu ve ete düşkün olduğunu bilen bir insan bile bunu yapabiliyorsa, herkes yapabilir!

Sağlıklı günler:)

Friday, March 16, 2007

Bliss




İngilizce'de 'mükemmel mutluluk' gibi bir anlama gelen bu kelime şu andaki ruh halimi özetliyor. Son finalim de bugün bitti ve her ne kadar bahar tatilimi de kütüphanede master tezimi bitiriyor olmakla geçirecek de olsam yine de üzerimde inanılmaz bir rahatlama ve zor bir şeyler başarmış olmanın verdiği yorgun, tatlı sarhoşluk var. Artık sadece tek bir projeye odaklanabileceğim için çok mutluyum ve onu da bitirdiğim zaman gerçekten çok rahatlayacağım:)

Pratik Anne beni sobelemiş, ben de finallerim bitmişken ve rahat keyifli bir ruh hali içindeyken yazayım dedim hakkımda bilinmeyen bir kaç şeyi:)


Moonshine'ın yaşamında bilinmeyen detaylar:


- Prematüre doğmuş bebeklerdenim. 8 aylıkken normal zamanımdan bir ay önce hayata başlamışım (yaşamak için ne kadar heyecanlandığım ve sabırsızlandığımın ilk işareti:) ve doğmam gereken yıldan (1982) önceki yılı ucundan yakalamışım. Aslında çok mantıklı bu çünkü ben Yay burcu olmak için doğmuşum diyebilirim! Burçlara ilk inanmaya başladığım an kendi burcumun özelliklerini okuduğum, orada kendimi gördüğüm ve hayretler içinde kaldığım andı. (Yabancı diller öğrenme, yeni kültürler, başka insanlar tanıma, başka ülkelere gitme, seyahat isteği, fazla dürüst (bazen patavatsızlığa varan) olma ve fazla iyimserlik (bazen saflığa varan), sürekli çocuksu bir neşe hali içinde olma, epeyi geniş bir zaman anlayışımın olması ve bu yüzden her yere geç kalmam....vs.)

- Konuşmaya başladığımda ilk söylediğim sözcük 'Dede'ymiş ve 8 aylıkken konuşmaya başlamışım. O zamandan beri de sürekli konuşuyorum zaten:) Dedem bu işe acayip sevinmiş ve o anda keyifle bir sigara yakmış!

- Mantıksız bir yükseklik korkum var. Özellikle düşme olasılığının olduğu alçak demirli balkonlarda, teraslarda, kısacası yüksek olan her yerde dehşete kapılıyorum. Aşağıya uzun süre bakacak olursam başım dönmeye, kulaklarım uğuldamaya, midem bulanmaya başlıyor. Sanırım küçükken babamla Uludağ'da bindiğimiz teleferiğin zangır zangır sallanması ve bizi üzerinden aşağıdaki derin uçuruma atması tehlikesiyle karşılaştığımdan olabilir bu korku.


- Kendimi bildim bileli en beceriksiz olduğum şeyler el becerisi gerektiren şeyler. Biraz sakar olmanın yanısıra ellerimi kullanarak ince iş yapılması gerektiğinde yani elişi, örgü örme, tığ kullanma, dikiş yapma...vs. gibi aktivitelerin adı bile geçse stres olurum!


- Dünyada en zor bulunan kan gruplarından biri olan 0 RH (-) kana sahibim ve bu yüzden toplumun %5 kadarını oluşturan ve diğer bütün kan gruplarına kan verebildiği halde sadece kendi grubundan kan alabilen o elit (!) grubun içindeyim.


- Eşit derecede beceremediğim bir diğer aktivite: Makyaj yapmak! Yaşıtlarım annelerinin saç tokalarıyla, rimelleriyle, pudraları ve rujlarıyla oynarken ben 'Doğan Kardeş' dergisi okumaktaydım:) Ortaokul ve lisede artık yaşıtlarım makyaj ve süslenme sanatını hatmetmişken ben hala kitap okuyordum. Kendimi bildim bileli süslenmekten anladığım: Sabah yüzümü yıkamak, nemlendirici sürmek, dudaklarıma chapstick sürmek, saçlarımı taramaktı. Neyse ki 20'li yaşların ortalarına doğru biraz biraz kendimi zorladım bu gibi şeyleri öğrenmek için ve biraz olsun 'feminen' olabilmek için de hiç olmazsa artık göz kalemi, rimel ve parlatıcı sürebiliyorum bazen gece dışarı çıkarken en azından:) Ama hala fondöten, far, pudra, kapatıcı, koyu renkli ruj...vs. gibi gelişmiş makyaj tekniklerini uygulamayı beceremiyorum. Kendi tırnaklarıma 'rakı beyazı'ndan daha koyu renkte olan herhangi bir oje sürmeyi de beceremem.

- Hayatımı özetleyecek tek bir kelime varsa: 'Denge' diyebilirim. Hayatımın her döneminde tek hatırlamam gereken kelime, yaşamıma rehberlik eden tek kavram o oldu. Hiç bir şeyin ne alt sınırına, ne de üst sınırına yaklaşmadan ortada, dengede seyretmek.. Yaşamımın değişik yönlerini dengelemek, hiç bir şeyin, hiç bir duygunun diğerlerini yutacak kadar büyümesine izin vermemek. Denge, huzura eşit bence.

- Kardeşimin göbekadını ben koydum, ben 4 yaşındayken ve o yeni doğmuşken.

- İlk defa doğum ilanımla olmak üzere bir kaç kez gazeteye çıktım:) Bir kez Milliyet Cumartesi ekinin ön sayfasında manşete çıktım, (Hangi gün ve yıl söylemem tabii:) Ondan sonra bir kaç kez daha gazetelerde yer aldım. Kendimi celebrity gibi hissetmiyorum:)

- Konuşurken elimi kolumu sağa sola sallarım, tipik 'Akdeniz insanı' gibi hevesli hevesli ve hızlı hızlı konuşurum. Hatta bazı Amerikalı arkadaşlarımın söylediğine göre telefonda Türkçe konuşurken arada nefes alıp almadığımdan şüphe ediliyormuş!

- Korktuğum bir diğer şey ise aşırı kalabalık ve izdiham tehlikesi olan yerlerdir. (Konser, maç, miting....vs. gibi) Cüssem epeyi küçük olduğundan böyle mekanlardan bilhassa korkar ve çekinir, mümkün olduğunca kaçınmaya çalışırım.


- Bu dünyadaki ilk 'nickname'im 'Çakıl'mış, annem ve babam ben daha doğmadan annemin karnındayken bana bu adı yakıştırmışlar:) The Flintstones'dan esinlendikleri için bana aldıkları çoğu şeyde (bebek yatağı çarşafı, yastık kılıfı...vs.) Taş Devri karakterleri temasına uygun almışlar. Bunlar hala evde bir yerlerde durur.

- Onsuz yaşayamacağım 3 nesne: Macbook'um, saç kurutma makinem, sırt çantam.


Ben de Burcuk'u sobeliyorum, bakalım hakkında bilmediğimiz neler varmış?


Sevgiyle, mutlulukla kalın! Ben dondurma yemeye gidiyorum:)

Wednesday, March 14, 2007

Sanatsal çalışmalar, ingilizce blog :)




İnternette yeteri kadar parçaya bölünmemişim gibi kendime bir de Deviantart sayfası açtım. Son zamanlarda çektiğim ve sanatsal niteliği olduğunu düşündüğüm fotoğraflarımı (ve ara sıra yazacağım İngilizce blog'umu) görmek için oraya uğrayabilirsiniz:)

http://nightjourney.deviantart.com/


Mutlu kalın:)

Tuesday, March 13, 2007

'Minik serçe', müziğin büyüsü




Gecenin tam ortasında içimize çöken o sıkıntıyı atmak için pencereyi açıp derin bir nefes almak gibi onun şarkılarını dinlemek.. Ne zaman gelip götürse bizi duygularımızın seli, ne zaman durup düşünsek derinden, ne zaman hayatın ağırlıkları binse omuzlarımıza, gelip kulağımıza o güzel şarkılarını fısıldar Sezen.. En ihtiyacımız olduğu zamanlarda, en dile getirilmesi zor duygularımızı dile getirir, söze döker, notalara katar. Benim içimdeki en karmaşık duyguları dahi bilen bir anne, bir abla, bir arkadaş, bir kızkardeş gibi o ve ne olursa olsun şarkılarıyla ve müziğin büyülü gücüyle hep yanımda olduğunu bilmek bana çok büyük bir güven veriyor. İnsana dair bütün duyguları, acıyı, sevinci, mutluluğu, aşkı, hüznü, hayalkırıklığını, kıskançlığı, deliliği, yalnızlığı... hiçbirini ondan daha güzel anlatabilen çıkmadı bugüne dek. Yıllardır kocaman yüreğinin içinden, en derinlerinden tutup çıkardığı o güzel şarkıları paylaştı bizimle, yaşamımıza güzellik kattı, şiiri ve notaları sardı yüreğimize.

'Sen ağlama' dedi gözyaşlarımız usulca süzülürken yanaklarımızdan, depresif olup yataklarımızdan hiç çıkmak bile istemediğimiz, dünyayla yüzleşmeyi göze alamadığımız günlerde 'şimdi uzun uykuların tam zamanıdır' diye hatırlattı bize, 'bir kedim bile yok' derken sadece kendimizin sandığımız ama aslında dünyanın tüm insanları tarafından paylaşılan o derin yalnızlığı anlattı, içimiz neşeyle dolup taşarken 'Rakkas geldi meydana' diyerek yüreğimizi hoplattı yerinden, içimizdeki bütün kaleler yıkıldı sanırken 'Bu kızı yeniden büyütmeliyim' diye cesaretlendirdi bizi, kendimizi herşeyin ve herkesin üstünde sanıp havalarda uçarken ise 'Küçüğüm, daha çok küçüğüm' diye fısıldadı kulağımıza, aslında ne kadar önemsiz olduğumuzu hatırlatmak için bize hayatın karşısında. Yurdumuzdan okyanuslar kadar uzaktayken 'Yareme tuz diye yakamoz bastım, tek şahidim aydı..' diye bizi uzaklara, yosun kokulu kıyılara götürdü bir anda. İçine düştüğümüz en büyük yangın olan aşkı özetledi bir kaç kelimeyle, 'Yokluğun da varlığın da yetmiyor' diye vurdu bizi tam yüreğimizden.. Çaresizlikten ne yapacağımızı bilemediğimizde, içimiz titrerken sabahın kör bir saatinde, 'Bu da gelir, bu da geçer, ağlama..' diye teselli etti bizi. Güzel bir bahar gecesi mutlulukla dolup taşarken 'Haydi gel benimle ol, oturup yıldızlardan, bakalım dünyadaki resmimize' diye gökyüzüne, yıldızların arasına davet etti bizi. Dünyada yaşanan acılar ve anlamsız savaşlar yüzünden umutsuzluğa düşünce 'Yıl 1945, onlar da hep insandılar.. Ve sevgiye inandılar..Senin gibi, benim gibi' sözleriyle bize insanlığın ortak acılarını, tarihin tekerrürden ibaret olduğunu hatırlattı. 'Ben senin hayatından geçtim oğlum' derken bir annenin yüreğinin içini gösterdi bize. 'Yok mudur sevdanın çaresi?' diye sordu bizimle birlikte. Ve hayatımızı, ruhumuzun içini en güzel o özetledi bize güzel şarkılarında: 'Yaralı, tepeden tırnağa herkes yaralı, alışılmıyor acıya yok kaidesi kuralı...'

Bu dünyada geçirdiğim süreden daha uzun bir süredir şarkılarıyla yaşamımıza sihir katmaya devam ediyor Sezen Aksu. Dünya üzerinde her an yaşanan, insana dair bütün hikayeleri, hisleri, halleri o güzel yüreğinin süzgecinden geçirip önümüze koyuyor. Kalbimizin içini, içimizdeki en gizli sırları biliyor ve o güzel sesiyle bana diyor ki: Sen hiç üzülme, ne olursa olsun ben buradayım, acını ve sevinçlerini paylaşıyorum, neler hissettiğini biliyorum. Ben hayatın ta kendisiyim ve seni hiç görmemiş olsam da en iyi ben tanıyorum...

İyi ki varsın Sezen. Ve ben iyi ki seninle aynı yüzyılda doğacak kadar şanslıymışım.

Sunday, March 11, 2007

Hayat teorisi




Geçtiğimiz haftalarda izlediğimiz 'Little Miss Sunshine' filminde çok güzel bir sahne vardı. Film küçük kızlarını bir 'güzellik yarışması'na yetiştirmeye çalışırken yolda başlarından bir çok macera geçen ve bu sayede birbirlerini daha da iyi ve yakından tanıyan bir ailenin hikayesini anlatıyor. Oyunculuklar, hikaye kurgusu ve tüm sahneler insanı gülümsetiyor ve mutlu ediyor. Film genelinde zaten inanılmaz sıcak, insanın içini ısıtan ve şirin bir film olmuş. Bir aile olmanın ve birbirine tutunarak hayatın zorlu yollarında ilerlemenin hikayesine tanık olmak istiyorsanız en kısa sürede bir yerden edinip izleyin derim.

Filmin sonlarına doğru bir sahnede dayısı 15 yaşındaki yeğenine dönüp şöyle diyordu: 'Hayatta en çok şeyi öğrendiğimiz zamanlar en çok acı çektiğimiz yıllardır. Ve eğer zamanda ileriye atlayıp lise yıllarını kaçırırsan, inan bana hayatının en acı dolu yıllarında bu acıyı yaşama fırsatını elinden kaçırmış olursun.'

Gerçekten de geriye dönüp baktığımız zaman, hiç kendinize sordunuz mu, şu ana kadar yaşamış olduğunuz yılları tekrar yaşamak ister miydiniz diye? Buna bu yazıyı okuyanların neredeyse hepsinin 'hayır' cevabı vereceğini biliyorum. Geçmişimize baktığımızda genelde en çok gördüğümüz ya da hatırladığımız şeyler acı çektiğimiz zamanlardır. Ve hiçbirimiz o zamanları tekrar yaşamak istemeyiz.

Kendi hayatıma dönüp baktığımda görüyorum ki, yaşamım hep iyiye, daha güzele ve daha rahata doğru giden bir çizgide ilerlemiş. Çocukken hayat güzeldi, ancak daha kendimizi pek ifade edemediğimiz için ve etrafımızda olup bitenlerin tam olarak farkına varamadığımız için hayata tam olarak katılamıyorduk. İlkokulda çocukların ne kadar zalim olabileceğini ve eğlenmek ve gülmek için neler yapabileceklerini öğrendik.

Lise yılları zaten başlı başına ayrı bir dönem, Little Miss Sunshine filminde de söylendiği üzere. Herhalde her insanın en çok bunalım yaşadığı ve acı çektiği dönem lise yılları olmuştur. Ortaokulda çocuğuzdur daha ama lisede kendimizi bulmaya çalışırız ve değişmeye başlarız. Kendimize yeni bir kimlik ararken acılı dönemlerden, içine kapanıklık krizlerinden, arkadaşlarımızla çatışma ve tartışma nöbetlerinden geçeriz. Lisede çok mutlu olduğunu söyleyen şanslı azınlık arasında olmadım hiç bir zaman ve insanların çoğunun da benim gibi bir deneyimi olduğunu düşünüyorum.

Liseden sonra üniversitede ise kendimize biraz daha güveniriz, ancak yine de insan ilişkileri, hayat, kendimiz ve arkadaşlarımızla ilgili öğreneceğimiz çok şey vardır daha. Henüz liseden yeni çıkmış bir çocuğuzdur zaten, üniversitede hayatın ilk 'prova'sını yaşamaya başlarız. Lise kadar sıkıntılı değildir üniversite yılları ve bu yüzden çok daha keyiflidir. Kendimizi keşfetmek, artık nispeten oluşmuş ve kendini bulmuş kişiliğimizin yerine nasıl oturduğunu görmek, insanlar arasında çok daha rahat ve kendinden emin davranmak...bütün bunlar mutlu eder bizi. Ancak hala 'öğrenci'yizdir ve hayatın kendisiyle karşılaşmamışızdır bu yıllarda.

Üniversiteden sonra seçtiğimiz yola göre ya akademik hayatın içine, ya da iş hayatına atarız kendimizi. İşte bu noktada hayatın gerçek yüzü gösterir kendisini. Master da yapsanız, doktora da yapsanız ve hep öğrenci olarak kalsanız da hiç bir zaman üniversite yıllarınızdaki öğrenciliğiniz gibi olmayacaktır. İş hayatına atılanlar zaten bunu daha kolay ve çabuk anlar. O yüzden üniversiteden mezun olunan ilk yıllar hep bir nostalji duygusuyla geçer, o 'eski ve güzel' üniversite yıllarına geri dönülmek istenir.

Ancak üniversiteden mezun olduktan sonra (özellikle çok büyük bir adım atıp bambaşka bir ülkede yaşamaya ve okumaya karar vermişseniz) bir kaç yıl içinde çok şey öğrenirsiniz. İlk defa bildiğiniz, tanıdığınız her şeyin dışına çıkıp bambaşka bir çevrede tek başınıza yaşamayı, kendi ayaklarınızın üzerinde durabilmeyi öğrenirsiniz mesela. Gerçek dostluğun ve gerçek aşkın ne kadar zor bulunduğunu ve bir kez bulunduğunda bir daha elden kaçırılmaması gerektiğini öğrenirsiniz. Bazı insanlara hakettiğinden fazla değer verdiğinizde bunun ancak kendinizi yıpratmaya yol açacağını..Hayatta hiç bir şeyin 'taken for granted' yani zaten öyle olması gerekliymiş gibi alınmaması gerektiğini.. Bu yüzden en sıkı dostluklardan en büyük aşklara, profesyonel iş arkadaşlıklarından samimi aile ilişkilerine, her şey ama her şey için ve herkes için sürekli bir emek sarfetmek gerektiğini öğrenirsiniz. İnsanlar çiçekler gibidir çünkü, bir süre sulamayı unutursanız bir bakarsınız ki adına 'dostluk' dediğiniz o çiçek solmuş gitmiş. O insandan hayatınızda çok eskiden çekilmiş bir kaç fotoğraf kalmış sadece.

Bu yıllarda önce sendelersiniz belki bir kaç kez, acı çekersiniz. Ancak hayata dair en değerli bilgileri bu yıllarda edinirsiniz. 20 ile 30 yaşları arası sürekli ve hızlı bir öğrenme sürecidir. İnsanlar ve hayatla ilgili bilgileriniz arttıkça çocuksu şaşkınlığınız ve saflığınız azalır, kendinize güveniniz gelir, olayların neden ve sonuçlarını tahmin etme ve bilme olasılığınız artar. İşte bu 'büyümek'tir, hem de içimizdeki çocuğu kaybetmeden. Büyümek daha kurnaz olmak, daha hilekar davranabilmek, saflığını kaybedip 'feleğin çemberinden geçmek' demek değildir. Büyümek hayatı kocaman açtığımız gözlerimizle sürekli gözlemlemek, öğrenmek, bilgimizi arttırmak, kendimizi ve etrafımızdakileri sevmeyi öğrenmektir. İşte bu yüzden 20li yaşların ortasında kendimize 18-19 yaşlarında olduğundan çok daha fazla güveniriz, bilgimiz ve deneyimlerimiz artmıştır çünkü ve insanların bizim hakkımızda neler düşünmekte olduklarını eskisi kadar önemsemeyiz. Gerçekten olduğumuz gibi davranmak, kendimizi değiştirmeye ve farklı görünmeye çalışmamak ve insanların bizi böyle de sevebileceği ve kabul edebileceğini görmek, kendimize olan inancımızı sağlamlaştırır. Biz olgun bir 'birey'izdir artık ve kendimize ait nispeten kalıcı bir çevremiz, sevdiğimiz ve değer verdiğimiz insanlar vardır. Bu yeni hayatımızda lise yıllarındaki kaprislere, komplekslere, ani ruh hali değişimlerine, depresif düşüncelere yer yoktur. Hayatın ta kendisiyle yüzleşmişizdir çünkü ve o kadar da korkunç olmadığını görmüşüzdür. 'Ben bunun üstesinden gelebilirim' diye düşünürüz.

Hayatıma baktığımda bütün bu dönemlerden geçtiğimi ve sürekli daha yukarıya doğru çıkan bir çizgi gibi yaşamımın da bu dönemler içinden geçtikçe daha iyiye ve daha mutluya doğru gitmiş olduğunu farkediyorum. Şu ana kadar en mutlu olduğum yaş, şimdi içinde bulunduğum yaş. Ve kendimin 4-5 sene önceki haline bakıp ne kadar yol katettiğimi ve ne kadar çok şey öğrendiğimi gördüğümde hayatımın geri kalanı hakkında heyecan ve mutlulukla doluyor içim. 'Bu kadar kısa süre içinde bu kadar çok değiştiğime göre, kimbilir yaşlandığımda nasıl hissedeceğim kendimi, ne çok şey öğrenmiş olacağım?' diye soruyorum kendime. Yaşamın o sürprizlerle dolu ve sihirli yolları önümde uzanıyor ve o yolların düşüncesi bile beni heyecanlandırmaya yetiyor.

Değerini bilelim bu güzel yaşamın, çünkü o bizi her gün, acılarla dolu bile olsa, daha iyiye ve güzele götürüyor, bize her gün bir çok yeni şey öğretiyor. Öğrendiklerimizi paylaşmak, yaşamak, yaşatmak, sevmek, sevilmek ve her günü mutluluklarla doldurmak da bize kalıyor.


Son olarak bu güzel filmden çok beğendiğim bir alıntı daha: (Küçük kızın büyükbabasını oynayan ve bu performansıyla Oscar kazanan Alan Arkin'in torununa verdiği öğüt):

'Kaybedenler yarışıp kazanamayanlar değildir. Gerçek kaybedenler, kazanamamaktan deliler gibi korktukları için yarışmaya katılma riskini baştan hiç almayanlardır.'

Monday, March 5, 2007

Kendini sevmek, insanları sevmek




Günlük hayatta insanlarla olan ilişkilerimde, arkadaşlıkların değerini ve iyi dostlara sahip olmanın önemini ve verdiği mutluluğu gittikçe daha çok farkediyorum. Arkadaşlarımı çok seviyorum gerçekten, hepsi farklı kültürlerden, farklı çevrelerden, farklı yerlerden gelmiş olmalarına rağmen herkesin içinde diğerlerinden farklı, eşsiz ve benzersiz bir hazine yatıyor. Her bir arkadaşım kişiliğimin farklı yönlerine hitap ediyor ve hepsinden farklı ve değişik şeyler öğreniyorum. Yaşamla ilgili gözlemler, hayatın sevinçleri ve hüzünleri, deneyimler, tavsiyeler... hepsi arkadaşlarla paylaşıldığında anlam kazanıyor.

Kendimi bildim bileli çevremdeki insanlardan enerji aldım ve onların varlığıyla mutlu oldum. Hiç bir zaman üzgün ya da sıkıntılı anlarında tek başına kalmak isteyen ve yalnızlığına sığınan insanlardan olamadım, aksine bu gibi zamanlarda etrafımda ne kadar çok insan olursa o kadar daha iyi hissettim kendimi, acımı o kadar çabuk unuttum. İnsanın sosyal bir varlık olduğu gerçeğinin yanısıra, paylaştıkça mutluluğun arttığını ve üzüntülerin azaldığını kendi gözlerimle gördüm, yaşadım.

Şu ana kadar yaşadıklarımdan öğrendiğim en önemli şeylerden biri, kendimizi ve insanları sevmenin yaşamı ne kadar sihirli bir bahçe haline getirdiği. Bazen arkadaşlarımla (ya da hiç tanımadığım insanların arasında dahi) otururken önce etrafımdaki insanlara, daha sonra da insan ırkının geneline karşı bir sevgiyle doluyor içim. Zalim ve savaşa yatkın bir türüz belki ama benim etrafımdaki insanlara bakarken aklımdan daha çok insanlık olarak yarattığımız güzel şeyler, sanat eserleri, güzel binalar, büyük aileler, şehirler, uygarlıklar.. kısacası bu dünyayı kendimizin kılan ve güzelleştiren herşey geliyor. Bütün bunları düşündükçe insansız bir dünyanın ne kadar yavan ve anlamsız olacağını farkediyorum ve içim tüm insanlığa karşı büyük bir sempati ve sevgiyle dolup taşıyor adeta. Bazen arkadaşlarıma ya da aileme yeteri kadar zaman ayıramadığım zamanlarda zamanımın mucizevi bir şekilde ikiye ya da üçe katlanmasını diliyorum herkesle istediğim kadar zaman geçirebilmek için. Ama imkansız bu tabii ki.

Bir toplulukta sevgiyi bilen ve içinde taşıyan insanları hemen ayırdedebilirsiniz. Gözleri ışıldayarak konuşan, etrafına adeta enerji ve ışık saçan, almaktan çok vermeyi tercih eden, kendini dinletmekten çok başka insanları dinlemeyi amaç edinmiş, bağıra çağıra değil de ipeksi, yumuşak bir ses tonuyla konuşan, insanın içine huzur veren insanlardır onlar. Yanlarında olmak bize mutluluk verir, kendimizi iyi hissettirir.

Aynı şekilde bir toplulukta kendisine sevgi gösterilmemiş ve dolayısıyla sevmeyi bilmeyenleri de kolayca farkedebilirsiniz. Sevgi görmedikleri için sevgi veremezler. En başta kendilerini sevmeyi bilmediklerinden, başkalarını hiç sevemezler. Böyle insanlar baştan şanssızdırlar çünkü yaralanmışlardır. Birileri bir şekilde canlarını feci acıtmıştır ve bunun intikamını hayattan, etrafındakilerden ve en kötüsü de kendilerinden almak isterler. Bu tür insanlar kendilerini ve etrafındakileri sürekli hırpaladıkları ve hiç bir şekilde mutlu olamadıkları için sizin varolan pozitif enerjinizi de adeta emerler. Yanlarında huzursuz olursunuz adeta. Olur da yardım amacıyla ve iyi niyetle elinizi uzatırsanız canınızı acıtırlar. Böyle insanlara 'dikenli insanlar' diyorum genelde. Onlara dokunmak için uzattığınız elinize adeta dikenlerini batırmalarından ötürü.

Yaşamım boyunca böyle insanlarla çok karşılaştım. Böyle 'dikenli insanlar'la karşılaştığımda genelde onlara acırım, hayatı hem kendileri için, hem de etrafındakiler için yaşanmaz bir hale getirdikleri için ve büyük bir olasılıkla ne yaparlarsa yapsınlar mutlu olamayacakları için. Acımamın bir başka sebebi de onların etrafındakileri bu denli yaralamaya çalışmalarının ardında gördüğüm sebeptir: kendi içlerinde çok büyük yaralar olmasıdır. Onlar benim gördüğüm ve içinde büyüdüğüm sevgiyi bulacak kadar şanslı olmamışlardır hayatlarında ve bunun acısını hayatın kendisinden çıkarmak isterler. Siz ne kadar iyi niyetli olursanız olun, gerek sözleriyle, gerek davranışlarıyla sizi sürekli acıtmaya çalışırlar. İnsanları sevmenin bireyi ne kadar özgürleştirdiğini ve huzurlu kıldığını görseler, eminim kendilerini diğer insanlardan üstün görme huylarına ve sürekli etrafındakilerin kusurlarını arama çabalarına son verirlerdi.

İlkgençliğimde ve 20li yaşların başlarında (belki de çocukluk ve ilkgençliğin getirdiği saflıkla) böyle insanlara çok iyi davranarak onları tekrar aramıza kazandırabileceğimizi düşünürdüm hep. Sevginin herşeyi yeneceğini düşünerek tek taraflı ve iyiniyetli çabalarımı sürdürmeye çalışırdım onlarla olan arkadaşlıklarımda. Ancak sonradan gördüm ki bu herşeyi zorlaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu gibi insanlar hem enerjimizi alıyor bizden, hem de onları hayatımızın içinde tutma ve kaybetmeme çabalarımız genelde boşa gidiyor.

Bu yüzden artık böyle insanlardan mümkün olduğunca uzak duruyorum. Arkadaşlarımın hepsi de benim onlara verdiğim sevgi ve enerjinin kat kat fazlasını bana geri veren, bana huzur veren çok değerli dostlarım şu anda. Eğer 'dikenli bir insan'la karşılaşırsam ne ondan nefret ediyorum ne de onu çok seviyorum, o insanla ilişkilerimi gitgide azalttığımdan o nötr bir şekilde hayatımın dış çeperine doğru kayıyor zaten zamanla.

Kendini sevmek ve insanları sevmek.. Çevremizdeki insanlardan enerji alıp, onlara enerji vermek. Pozitif düşünmek, iyilikle bakmak dünyaya, sevmek, sevilmek.. O kadar önemli ki. Mevlana'dan, Yunus Emre'den bize miras kalan insan sevgisi, dünyadaki bütün kötülükleri yenecek ve savaşları durdurabilecek kadar güçlü bir silah aslında, ancak bunun farkına varmamız bazen bir yaşam süresi kadar uzun zaman alıyor.

Thursday, March 1, 2007

Güzel şiir

HİCRET



I

Damlara bakan penceresinden
Liman görünürdü
Ve kilise çanları
Durmadan çalardı, bütün gün.
Ve geceleri.
Tren sesi duyulurdu yatağından
Arada bir.
Bir de kız sevmeye başlamıştı
Karşı apartımanda.
Böyle olduğu halde
Bu şehri bırakıp
Başka şehre gitti.



II

İmdi kavak ağaçları görünüyor,
Penceresinden,
Kanal boyunca.
Gündüzleri yağmur yağıyor;
Ay doğuyor geceleri
Ve pazar kuruluyor, karşı meydanda.
Onunsa daima;
Yol mu, para mı, mektup mu;
Bir düşündüğü var.



Orhan Veli Kanik