Tuesday, May 27, 2008

Modern yaşamın sorunları



Bugünlerde ne zaman Facebook'a girsem sol alt köşede çıkan reklamlar hep aynı. Nişanlı olduğumu yazdığım için orada hep 'Şişman bir gelin olmak istemiyorsanız kısa sürede x kilo vermek için hemen buraya tıklayın!' yazıyor. Ne zaman girsem zayıf gelinlikli kızlar boy gösteriyor orada, nasıl görünmem, nasıl bir insan olmam gerektiğine dair örnekler olarak. Artık bu '0 bedenli kız' görüntülerinin bombardımanından gerçekten bıktım.


Modern yaşamın kısır döngüsü ne yazık ki bu: insana kendisini kötü ve çirkin hissettirmek, kötü hissettirdiği için bir şeyler satın alma gereksinimi duydurmak, onu satın alınca daha güzel / zayıf / mutlu olacağına inandırmak. Arkasında tamamen kapitalist bir pazarlama kampanyasının yattığı bu sinsi plan, 7sinden 70ine herkesi etkiliyor.. Hiç etkilenmiyorum deseniz bile günde 700 kere gördüğünüz bir şeyden etkilenmemek imkansız gibi. En eğitimli, en aklı başında insanlar bile etkileniyor. Bir süreden sonra vücudunuzu sevmemeye, kendinizle ilgili bir şeyleri sürekli değiştirmeye çalışmaya başlıyorsunuz. Mutsuzluk katlanarak artıyor ve ortaya çıkan sonuçlar korkunç: Yüzü şişmiş 50 yaşında botox'lu kadınlar, kırışıklık giderici kremlerden medet uman ve hayalkırıklığına uğrayan orta yaşlı hanımlar, solaryumlarda adeta kavrulmuş, bir deri bir kemik kızlar...


Nasıl görünmemiz gerektiğini sürekli kafamıza kakan o kadar çok görüntü var ki her gün etrafımızda, karşı koymak için gerçekten de çok bilinçli bir çaba gerekiyor. Çünkü bu furyaya kapılıp kendi vücudundan nefret etmek işten bile değil.


Her gün sürekli kendime şunu hatırlatmam gerekiyor: Benim güzel, çekici ya da zarif olmam için yukarıdaki kadın gibi bir vücuda sahip olmam gerekmiyor. Herkesin kendine ait, benzersiz bir vücut tipi var ve herkes bir kalıptan çıkmışçasına aynı olmak zorunda değil. Eğer kendimi sağlıklı hissediyorsam, üzerimde fazla bir ağırlık/hantallık hissetmiyorsam değişmek zorunda değilim. Sağlığımı tehdit eden fazla kilolarım yoksa, vücut kitle indeksim normal sınırların içindeyse, iskeletimsi bir zayıflık için kendimi parçalamama asla gerek yok. Bugünden itibaren bir karar verdim: Aynaya baktığımda kendimi güzel buluyorsam güzelim. Ve şimdiki vücudumdan çok hoşnutum. Mutlu olmak için değişmek zorunda değilim, çünkü ben buyum ve kendimi bu halimle seviyorum. Kendimi sevebildiğim için de başka insanları dış görünüşlerine göre yargılamıyorum. Böylece herkesin içindeki güzelliği görmek çok daha kolaylaşıyor.


Kendimi, kendi vücudumu olduğu gibi kabul edip böyle de sevebilmek... Hayatımda tattığım en özgürleştirici duygulardan biri!

Saturday, May 24, 2008

Mayıs Sıkıntısı - Nuri Bilge Ceylan


Nuri Bilge Ceylan'ın izlediğim filmleri sırasıyla: İklimler, Uzak, ve Koza (kısa film). Bu izlediklerimin geçmişe doğru gittikçe güzelleştiğini düşündüm, sanki ilk yapılan filmler en güzellermiş gibi. Mayıs Sıkıntısı'nı izledikten sonra bu düşüncemde yanılmadığımı anladım. Uzak'ı çok sevmiştim, ama Mayıs Sıkıntısı da en az onun kadar, hatta belki daha da güzel.

Uzak nasıl bir şehri, bir şehrin insan ruhu üzerinde yarattığı o 'kalabalık içinde yalnızlık' duygusunu anlatıyorsa, Mayıs Sıkıntısı da taşrayı ve taşranın atmosferini inanılmaz başarılı bir şekilde yansıtıyor. Sanırım Nuri Bilge Ceylan'ın filmini Anton Çehov'a adaması da işte tam bu yüzden. Çehov da oyunlarında, özellikle daha önce hakkında yazdığım 'Vanya Dayı'da taşranın o huzursuz sessizliğini, o bunaltıcı sakinliğini çok güzel yansıtır. Tabii bu huzursuzluk ve bunalım sadece şehirden taşraya gidenler tarafından hissediliyor bence. Ancak dışarıdan bakınca görülebilen, farkedilebilen bir ruh hali bu.

Filmi bana en çok sevdiren özelliği detaylara gösterilen dikkatti. Anladım ki Nuri Bilge Ceylan gerçekten çok başarılı bir gözlemci, bütün diğer başarılı yönetmen ve yazarlar gibi. Bir diğer hayran kaldığım şey ise oyunculukların inanılmaz doğal, samimi, gerçek hayatın içinden çıkmışcasına gerçekçi olmasıydı. Ayrıca enfes kurguya da dikkat çekmeden olmaz tabii: Nuri Bilge Ceylan kendi annesi ve babasını oynattığı bu filmde, kendi annesini ve babasını filminde oynatmak isteyen bir yönetmenin hikayesini anlatıyor. Bir bağlamda film içinde film, kurgu içinde kurgu.. Ayrıca filmde oğullarının anne babasına izlettiği kısa film de bana inanılmaz ölçüde 'Koza'yı anımsattı. Bu yüzden 'film içinde film içinde film' bile diyebiliriz!

Şimdi bu üçlemenin izlemediğim tek filmi olarak 'Kasaba' kaldı. Filmlerini izledikçe Nuri Bilge Ceylan'ı daha çok takdir ediyor ve uluslararası alanda daha da çok tanınmasını, takdir edilmesini istiyorum.

Herkese iyi haftasonları..


SONRADAN EKLEME: Sanki içime doğmuş gibi, ben bu yazıyı yazdığımın ertesi günü Nuri Bilge Ceylan Cannes'da En İyi Yönetmen Ödülü'nü aldı!

Bu onurlu ödülünü 'yalnız ve güzel' ülkesine adadı kendisi, ülkemize, Türkiye'ye. Onunla gurur duyuyoruz.

Monday, May 19, 2008

Daha fazla para = Mutluluk?




Dün hani şu herkesin dilinde olan 'The Secret' (Sır) kitabının filmini izledim. Kavram çok basit aslında, bizim Allah'a dua edip isteme kavramını alıp, Tanrı kavramının yerine 'Evren' kelimesini yerleştirmişler. Olayın temeli şu: Eğer olumlu düşünürseniz, isteklerinizi ve amaçlarınızı her gün gözünüzde canlandırıp onlara ulaşacağınızdan emin olursanız evren sizin amaçlarınıza ulaşabilmeniz için elinden geleni yapar.


Bütün bunlar iyi ve güzel de, filmin bir yerinde şöyle bir söz geçti: 'Bunu izleyen insanların soracakları soruyu tahmin edebiliyorum: Nasıl çok fazla miktarda para sahibi olabiliriz?' Bu noktada filmin bütün felsefesi benim gözümde çöktü. Bence çok para kazanmaya yönelik hiç bir felsefe gerçek kişisel gelişim ve mutluluk getiremez. Çünkü bence çok para kazanmak, çok mutlu olmakla kesinlikle eşit değil. Hatta tam tersine, insanların zenginleştikçe mutsuzlaştığını görüyorum genelde.


Mesela şu anda bir öğrenci olarak neredeyse ucu ucuna yaşamama rağmen ve yaşıtlarımdan çok daha az para kazanmama rağmen çok şükür, gerçekten çok mutluyum. Ve eminim ki hayatımın parasal olarak daha rahat olduğum günlerinde dönüp bu günlerimi özlemle anacağım. Çünkü para kazanmanın ve istemenin sonu yok. Yılda 40 bin dolar kazanan birine de, yılda 150 bin dolar kazanan birine de kazandıkları para yetmiyor. Kazanılan para arttıkça mutsuzluk ve tatminsizlik artıyor. 'Daha da çok, en çok' kazanma hırsı içinde insanların hayatları yitip gidiyor. Bir gün bir bakıyorlar ki yaşlanmışlar ve bir arayıp soranları bile yok.


Para kesinlikle mutluluğa eşit değil ve işte bu yüzden sanırım bir piyango kazanmayı hiç istemezdim. Sanki o parayı alacağını umut eden bütün insanların paralarını almış gibi hissederdim kendimi. Bir anda eline çok büyük miktarda para geçen birinin çok mutlu bir hayat süreceğini hiç sanmıyorum. İnsanın kendi emeğini içine katmadan eline geçen her türlü paranın bir şekilde uğursuzluk getireceğine inananlardanım. Bu yüzden umarım hayatım boyunca hiç piyango filan kazanmam! (Ama onur ve prestije paradan çok daha fazla önem veren bir insan olarak en büyük amacımı da elde etmek isterim tabii ki :Umarım bir gün bir şekilde Nobel Barış Ödülü ya da Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanırım. Bunu da Secret'cıların deyimiyle 'Evren'e havale ediyorum'. Duy beni ey evren! Senden para değil, asıl bunu istiyorum :-)

Wednesday, May 14, 2008

Kaplumbağalar da uçar - Bahman Ghobadi


Seneler önce bir kaç arkadaşımla Beyoğlu'nda küçücük ve karanlık bir sinemada izlemiştim bu filmi. Dışarının sıcağına tezat bir şekilde sinemanın içi soğuktu. Sinema 'salonu', herhangi bir evin oturma odasından ancak biraz daha büyüktü.

Film başladı. Biz sustuk. Elimizdeki suları, kolaları, çikolataları daha bir yudum, bir lokma alamadan bıraktık. Gözlerimiz kocaman açıldı. Nefes almayı bile unuttuk. Filmi izledik.

Film bitti. Fars alfabesiyle yazılmış jenerik geçerken gözlerimiz hala faltaşı gibi açık, simsiyah ekrana baktık.. Jenerik bitti, ekran karardı, insanlar kalkıp gitmeye başladılar yavaş yavaş. Biz oturduk. İçimize, yüreğimize oturan o yumrunun uzun bir süre oradan gitmeyeceğini bilerek oturduk. Oturduk ve simsiyah perdeye baktık.

Neden sonra sersemlemiş bir halde kalkıp karanlık ve serin sinemadan, cıvıl cıvıl, sıcak ve güneşli Beyoğlu'na çıktık. Etrafımdaki insanlara baktım: Yürüyen, gülüşen, sohbet eden, yemek yiyen, koşan, bağıran, eğlenen.. Dünya ve yaşam anlamını yitirdi o anda. Bir uzaylıdan ya da yaşayan ölüden farksızdım. Sanki başka bir gezegenden o anda dünyaya getirilmiş ve o insanların arasına konmuştum. Etrafıma ürkek ürkek, yabancı yabancı baktım. Ben hala filmin beni götürdüğü dünyada, o çocukların arasındaydım.

Bu film hakkında bir yorum yapmak istemiyorum. Bu film sadece izlenir. Üzerine yorum yapılamaz. Kürt yönetmen Bahman Ghobadi'nin bu şaheseri, sadece izlenir. Ve bir daha asla unutulmaz.

Wednesday, May 7, 2008

Senin için..



Dışarıda rüzgar uğulduyor acı acı.. Ben küçük odamda, bu dört duvar arasında, sarı ışığın altında, masamın başında, aynı yıllar önceki gibi.. Ders çalışırken gelip önüme bir bardak sıcak ballı süt koyduğun zamanlardaki gibi. Saçlarımı okşayıp, sesini çıkarmadan dışarı çıkıp kapıyı kapatırdın dikkatim dağılmasın diye. Benden sadece bir oda kapısı uzaklığındaydın.

O günler bitti mi anne? Ben ne zaman büyüdüm, ne zaman durdum kendi ayaklarım üzerinde, nereye gitti bu yıllar, ne zaman girdi okyanuslar aramıza? Sana ne yazayım anne, neden bahsedeyim, dalga dalga vuran deli özlemin içimi yakmasından mı? Herkesin dertlerine koşturmana, kendini yormana üzülmekten içime çöken yürek ağrısından mı? Aramıza giren mesafenin bazen beni çaresizliğe boğmasından mı?

Ne zamandır yasemin çayı içmiyorum. İçmek içimden gelmiyor. Sensiz içtiğim yasemin çayının hiç bir anlamı yok. Senin sohbetin, tatlı sesin, bana sevgiyle seslenişin olmadan olmuyor. Gelmiyor içimden.

Ben hiç farkına varmadan büyümüşüm anne. Kendime ait acılarım, bir hayatım, sorumluluklarım, işim olmuş. Uzağına düşmüşüm, içim titremiş, ama alışmışım. . Mesafeler anlamsızlaşmış. Minicik bir kızken tuttuğun elimi artık bırakmışsın anne. Kendi başıma yürüyebiliyorum artık, kendi ayaklarımla, kendi yolumda.. Ama biliyorum ki eğer sendeleyip düşersem o güçlü ellerinle beni hemen tutarsın. Artık
ne önümdesin, ne arkamdasın. Annem sen benim tam yanıbaşımda, yanımdasın. En iyi arkadaşım, sırdaşımsın.

Sana ne söyleyeyim anne? Ne yazayım sana? Canımın canı, mis kokulum, deliler gibi özlediğim, küçük ama dev kadın... Ben burada okyanuslar ötesindeyim ama aklım, yüreğim seninle. Aklım, yüreğim, 26 sene önce yoktan var ettiğin ruhum seninle. Küçük kızın seni çok seviyor. Varlığı seninle.


Thursday, May 1, 2008

Bu ay yapmam gerekenler


- Baharın güzel çiçeklerini ölümsüzleştirmek için kampüsümde fotoğraf gezisine çıkmak.
- En az bir kez göl kenarında pikniğe gitmek.
- İçinde bulunduğumuz ayın ismi ve öneminden ötürü, 'Mayıs Sıkıntısı'nı izlemek.
- Bir makalemi bitirmek, 6 sayfalık yeni bir makale daha yazmak.
- 9-11 Mayıs arası Boston'da olacağım! (Bu araya bir de Cape Cod sıkıştırabilirsek değmeyin keyfime. Karidesler, midyeler, ıstakozlar, bekleyin beni geliyorum! Denizden ne çıksa yiyen bir insan olduğumu da söylememe gerek kalmamıştır artık heralde:-)
- Canım Burak'ın önerdiği iki grup: Nine Inch Nails ve Godspeed You! Black Emperor şarkılarını Ipod'uma koyup yürüyüş yaparken dinlemek.
- Ne yapıp edip nikah davetiyelerini ayarlamak. (panik, panik!)
- Ne yapıp edip nikah şekerlerini ayarlamak. (daha çok panik!)
- Yeni bir ev bulmak, taşınma hazırlıklarına başlamak.
- Ne zamandır biriken eski kıyafetlerimi bir yerlere bağışlamak.
- Masamın üzerinde gittikçe büyüyen kağıt yığınına bir çekidüzen vermek.
- Haftada en az iki kere 'Cardio Kickboxing'e gitmek.
- Öğrencilerin ödevlerini okuyup bitirmek.
- Okumak, okumak ve daha çok okumak...







Bu yeni fotoğrafımı da Barış Bey çekti.. Teşekkür ediyoruz kendisine, her hakkı mahfuzdur, copyrightları onundur :-)