Sunday, November 30, 2008

Masumiyet




Bir film ve bir kitap birbirine ancak bu kadar çok yakışır. Üstelik isimleri de neredeyse aynı! İkisini de aynı ay içinde okudum ve izledim. İkisi de aynı hikayeyi anlatıyor bence. İnsanın içini kanatan, ömrünü bitiren, takıntılı, hastalıklı, mantıkdışı ve kara bir aşkın hikayesini. Karasevdanın hikayesini. Bir insana bir ömür boyunca bağlı olmanın, ancak onun yanında mutluluğu ve huzuru bulabilmenin masalını.

'Mutluluk, insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır yalnızca..' - Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi

Bu cümle, hem kitabı, hem de filmi o kadar iyi özetliyor ki. Sadece sevdiği kadına yakın olabilmek uğruna hayatındaki herşeyden vazgeçen iki adamın hikayeleri var bu kitapta ve filmde. Birinin adı Kemal, diğerinin Bekir. Ama hikayeleri aynı. İkisi de, tarif edilemez bağlarla bağlılar sevdikleri kadına.

Orhan Pamuk'a, böyle destansı bir aşkı böyle güzel anlatabildiği için yine ve yeniden hayran kaldım. Zeki Demirkubuz ise çalışmalarını bundan böyle yakından takip edeceğim yönetmenler arasında yerini aldı. Haluk Bilginer'in ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu tekrar farkettim, eğer Hollywood'da olsaydı çoktan bir çok Oskar ödülü kazanmıştı diye düşündüm. Derya Alabora'nın ve Güven Kıraç'ın oyunculuklarına ise tek kelimeyle hayran kaldım.

Masumiyet nedir? Aşk nedir? Bu kitabı okuyup filmi izleyince bildiğinizi sandığınız bazı şeyleri aslında bilmediğinizi anlıyorsunuz. Sinemanın ve edebiyatın başarısı da burada zaten. Bizi derin düşüncelere sevketmeleri, hayatı sorgulatmaları, içinde yaşadığımız rüyayı bize biraz olsun anlatmaya, açıklamaya çalışmaları.

Sevgiyle kalın!


Wednesday, November 26, 2008

Şükretmeyi bilmek


Yarın A.B.D'de Şükran Günü.
Çoğu insan için deliler gibi yemek yemeyle özdeşleşen bir gün olsa da ben seviyorum bu günün arkasındaki fikri.
Şükretmek yaşamımın başlıca düsturlarından biri olduğu için sanırım.
Amerikalılar'ın bu günde söyledikleri bir şey var 'Count your blessings' diye. Yani bir durup, hayatınızda var olduğu için şükran duyduğunuz, kendinizi şanslı hissettiğiniz her şeyi, herkesi bir bir saymak.
Ne kadar önemli ve gerekli bir davranış bu. Herkes için.
Şükreden insan, elindekilerin değerini bilir. Sahip olmadıklarına bakıp iç geçirmek, mutsuz olmak yerine, sahip olduğu herşeyin kıymetini çok daha iyi anlar.
Şükreden insan, mutlu insandır. Gereksiz kıskançlıklarla ve özentilerle doldurmaz hayatını. O anı yaşar, o anda mutlu olmasını bilir.

Bu Şükran Günü'nde, şükürler olsun ki:

- Beni seven ve destekleyen bir ailem, annem, babam, kardeşim, eşim ve arkadaşlarım var.

- Başımın üzerinde bir çatı, soframda sıcak yemeğim var. 'Nohut oda bakla sofa' da olsa kışın sıcak bir evceğizim var :)

- Ayaklarım var ve yürüyebiliyorum, gözlerim var, görebiliyorum. Ellerim var, tutabiliyorum. Yediğim şeylerin tadını alabiliyorum. Doya doya derin bir nefes alabiliyorum. Sağlığım var.

- Yapmayı sevdiğim bir işim ve uğraşım var, hayatlarına dokunduğum bir çok insan var. Öğrencilerim var, hocalarım var, kitaplarım var :)

- Herşeyden önemlisi, iç huzurum var. Beni sabah yataktan kaldırmaya yetecek kadar enerjim, gülümseyebilecek kadar neşem var.

Şükürler olsun.


Sunday, November 23, 2008

Öğretme sanatı


Şu dünyada eğer işini layıkıyla ve çok severek yapıyorsa sahibinin mutlaka cennete gideceğini düşündüğüm iki tane meslek var: Birincisi öğretmenlik, ikincisi doktorluk. İkisi de hem o kadar zor, hem de (en azından Türkiye'de) hakettiği değerin o kadar altında kazanç getiren meslekler ki, bu meslekleri hakkıyla yapan insanlara karşı inanılmaz bir hayranlık ve saygı duyuyorum.

Öğretmenlik çok, çok kutsal bir meslek. Ama aynı zamanda çok da zor bir meslek. Herkes öğretmen olamıyor. Öğretmek başlı başına bir sanat: İşin içine pedagoji, psikoloji, insan ilişkileri, sosyoloji gibi bir çok başka bilim dalı da giriyor. Öğretmenlerin görevi çok önemli: Özellikle ilkokulda, ortaokul ve lisede öğrencileri bir hamur gibi yoğurarak şekil veren onlar olduğu için, gelecek kuşakların niteliğini de onlar belirliyor.

Eğitim hayatınızı hatırlayın: Bir dersi en çok neden seviyordunuz? Neden en çok o derste başarılıydınız? Konunun çok ilgi çekici olmasından mı? Ödevleri her gün yapmak istemenizden mi? Hayır, büyük bir olasılıkla o dersin öğretmenini çok seviyordunuz. Onun dersi anlatış şekli, sizde konuyla ilgili uyandırdığı merak ve öğrencilerde uyandırdığı güvendi sizi o derse bağlayan.

Okul hayatım boyunca beni bir dersten tiksinti derecesine varacak kadar soğutacak hocalar gördüm. (Lise 1'deki fizik hocasını buradan saygıyla değil, maalesef tüylerimi ürperten bir kırgınlıkla anıyorum). Aynı zamanda beni bir derse aşık edebilecek kadar o dersi sevdiren hocalarım da oldu. Mükemmel bir öğretmen olduğunu düşündüğüm ilkokuldaki sevgili İngilizce öğretmenim Bilge Alpan'ı, özel ders aldığım canım Havva hocamı, ortaokul ve lisede yıllarca matematik dersi aldığım Tayfur hocamı nasıl unuturum? Hepsini çok sevdiğim için, öğrettikleri herşeyi de sular seller gibi bilir, en çok o derslerde başarılı olurdum.

Bütün bu hocalarım sayesinde ÖSS Yabancı dil sınavında, ya da ÖSS Türkçe'de ya da Matematik'te hiç bir yanlışım çıkmadı. Bu iki sınavda da hepsi sanki omzunun hemen arkasındaydı, beni destekliyorlar, gözlüyorlar, bir yanlış yapacak gibi olduğum zaman 'Aman dikkat et Moonie!' diye fısıldıyorlardı sanki kulağıma :) Bir öğretmenin iyi olduğunun en iyi kanıtı, bence öğrencide konuya karşı merak ve sevgi uyandırabilmesi, onu böylece en doğal yoldan başarıya taşıyabilmesidir.

Benim üzerimde emekleri olan bütün değerli hocalarımın ve tabii ki canım babacığımın Öğretmenler Günü kutlu olsun. Babacım, umarım ileride ben de en az senin kadar başarılı bir öğretmen olabilirim!


Friday, November 21, 2008

Jesus Camp


Uzun zamandır izlediğim en etkileyici belgesellerden biriydi 'İsa kampı'. ABD'de özellikle geçtiğimiz yıllarda inanılmaz bir hızla yayılan Evanjelik Hristiyan hareketi (Evangelical Christian movement) üzerine yapılmış bir film. Ama film aslında daha çok bu Hristiyan ailelerin çocukları üzerinde yoğunlaşıyor. Amerika'da her sene yaz mevsiminde bu ailelerin çocuklarını gönderdiği 'İsa Kampları'nda bu çocuklar akıl almaz beyin yıkama yöntemleriyle 'İsa ordusu'nun küçük birer askeri haline getiriliyor.

Çocukların kimisi o kadar küçük ki, henüz ne olduğunu anlayabilecek yaşta bile değiller daha. Bu kamplarda beyinleri Hristiyan doktrinleriyle doldurulan küçük çocuklar, törenlerde kendilerinden geçercesine ağlıyor, çığlıklar atıyor, transa geçiyor, garip ve anlaşılmaz diller konuşmaya başlıyorlar. Kampta çocuklara 'Amerika'yı İsa için geri almaları gerektiği' emrediliyor sürekli. Bir noktada George W Bush'un kartondan bir maketini 'kutsayan' ve ona ellerini sürüp ağlayan onlarca küçük çocuğu görünce artık 'bu kadar da olmaz!' dedim kendi kendime.

Benim gözümde bu kampların, Taliban'ın kamplarından hiç bir farkı yok. Evanjelik Hristiyan hareketi ise Amerika'nın kilise-devlet ayrımını tehdit eden en büyük unsurlardan biri. Bugün sadece ABD'de yaklaşık 80 milyon Evanjelik Hristiyan var. İsa'nın Tanrı olduğuna inanmayan herkesin cehennemde yanacağını iddia eden bu insanlar, devlete ve yönetime de sızmış durumdalar. Kürtaja ve eşcinsel evliliğine karşılar, ve tamamen kişisel seçime bağlı olan böyle konuları bir ABD başkanı seçerken kriter olarak kullanabilecek kadar da dünyadan kopmuşlar.

Aşırı derecede yobaz bir kafa yapısına sahip bu insanlara en önemli örnek kendini bir 'born-again Christian' yani 'yeniden doğmuş Hristiyan' olarak tanımlayan ve 8 senedir bu ülkeyi yöneten George W. Bush. Ayrıca az kaldı ülkenin başkan yardımcılığına gelecek olan Sarah Palin'in de küçüklüğünden beri böyle bir ortamda yetiştiği ve bu değerlere inandığı herkes tarafından biliniyor. Yani aslında bu ülke çok büyük bir tehlikeden paçayı son anda sıyırdı, farkında bile değil bence.

Jesus Camp'in Amerika'da yaşayan herkesin izlemesi gereken, çok başarılı, ciddi ama maalesef korkutucu bir belgesel olduğunu düşünüyorum.

Tuesday, November 18, 2008

'Evlilik nasıl gidiyor?'

4 buçuk aylık evli olan birisi olarak bugünlerde en çok duyduğum soru bu. Karşılaştığım her tanıdık, istisnasız herkes kaşlarını kaldırıp manalı manalı bu soruyu soruyor. Artık alıştım zaten, hepsi benden şikayet etmemi, 'çok kötü' dememi, yakınmamı, ah vah etmemi bekliyor. Ben 'iyi gidiyor çok şükür' deyince inanılmaz ölçüde şaşırıyor, 'emin misin?' diye şüpheyle soruyor, 'daha kavga etmeye başlamadınız mı?' diye soruveriyor bu insanlar.

Kızgınım.

Kızgınım çünkü bu insanları anlayamıyorum. Anlamadığım şey, insanların neden evlilik denen müesseseye olan inançlarını bu denli yitirmiş olduğu. Sevgi, sabır, şefkat, merhamet ve dürüstlük gibi değerlerin hiçbiri de mi kalmadı şu dünyada? İki insan, birbirinin gözünü oymak istemeden, birbirine kin beslemeden, birbirinden bir şeyler saklamadan yaşayamaz mı aynı evin içinde? Herkes bu kadar mı bencilleşti? Sevdiğin birisi için fedakarlık yapmak, hayat tarzını biraz olsun değiştirmek, zorluklara göğüs germek bu kadar mı zor?

Neden bazı insanlar başka insanların mutsuz olmasını ister ve onların mutsuzluklarına sevinirler?

Ya da ben mi çok idealistim? İki insanın birlikte mutlu bir hayat yaşayabileceğini düşünmek çok mu saçma? Hayatları boyunca sürekli sevgili değiştirip hiç evlenmeyen, gece hayatında bardan bara koşan, tek başına yaşayıp har vurup harman savuran insanlar daha mı 'özgür'? Onlar daha mı mutlu? Hiç sanmıyorum.

Evlilik tabii ki bir gül bahçesi, tozpembe bir dünya değil. İki insanın da esneklik göstermesi, bazı şeylerden ödün vermesi ve ortak bir noktada buluşmaya çalışması gerekiyor. Sadece bir insanın değişmesi değil, iki insanın birlikte değişmesi ve gelişmesi gerekiyor. Zorluklar, pürüzler, anlaşmazlıklar tabii ki var. Olması o kadar doğal ki. Birbirinden tamamen ayrı karakterde iki insanın hayatlarını birleştirmelerinden bahsediyoruz. Zaten asıl garip olan, iki insanın tamamen mutlu, pespembe bir dünyada masal gibi kusursuzca yaşamaları olurdu.

Sorunlar var ama sanırım mutlu ve mutsuz evlilikleri asıl ayıran şey
onlarla başetme şekli. Önemli olan, konuşarak, sevgiyle, şefkatle bu sorunları çözmeye çalışmak. Bencilliği 'ben-merkezci'liği üzerinden atıp, 'biz' diye düşünmeye başlayabilmek. Birlikte karar verebilmek, adımları birlikte atabilmek. Birbirinden kaçmadan, birbirine saldırmadan, birbirini suçlamadan.

İnsanın hayatındaki herşeye olduğu gibi evlilliğe de sürekli emek vermesi gerekiyor. İlgi ve sevgi gösterilmeyen arkadaşlıkların, aile bağlarının, iş ilişkilerinin, ya da bir çiçeğin bile solup gidivermesi gibi evliliğin de eğer gereken özen ve emek gösterilmezse solup gitmesi işten bile değil. İnsanların en çok zorlandıkları da bu sanırım. Çoğu insan en kolayını seçip karşısındakini suçlayarak bırakıveriyor ipin ucunu. Halbuki asıl zor olan o ipe asılmak, sevdiğin insan için fedakarlıkta bulunmak, evliliğini ayakta tutmak için savaşmak. Çoğu insan maalesef bunu yapacak kadar bile bencilliğini yenemiyor.

Eğer bütün bunlara dikkat ederse insan, bir insanla birlikte yaşamak gayet mutluluk verici, gayet güzel bir deneyim olabilir. İki insan birbirinden çok şey öğrenir, birlikte büyür, birlikte olgunlaşırlar. Acıları da, zorlukları da aynı sabır ve sebatla karşılar, hayatın verdiği lokmayı ikiye bölüp paylaşmasını öğrenirler. İki 'ben'den bir tane 'biz' olur, ve mutlu bir evlilik işte o zaman gerçek olur.

Monday, November 17, 2008

The Kite Runner


Afgan yazar Khaled Hosseini'nin aynı isimli romanından uyarlanmış bir film. 1970'lerin sonlarında doğru Kabul'de yaşayan iki Afgan çocuğun arkadaşlıklarını ve hayatlarını anlatıyor. Filmin ana teması ise uçurtma uçurmak. Uçurtmaların, gökyüzünün rengi, sinematografi bayağı güzeldi. Canım uçurtma uçurmak istedi filmi izlerken! Ancak oyunculuklar ve filmin kurgusu için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Filmin bazı yerlerinde mantık hataları ve saçma bulduğum bir çok şey oldu. Mesela ölen Müslüman bir adamın (başında imam Fatiha okurken) kocaman bir tabutla gömülmesi gibi. Bu tür hataları gözardı etmemeliydiler bence. Madem Müslüman bir kültürü anlatmaya çalışıyor film, bu kültürün her yönünü içselleştirmeliydi. Karakterlerle de çok yakın hissedemedim kendimi bazı yerlerde.

Afganistan'ın ve Kabul'un son 30-40 yıl içinde nasıl değiştiğini ve kültürel olarak nasıl çöktüğünü, Taliban'ın kara bir lanet gibi ülkenin başına nasıl yerleştiğini görmek istiyorsanız öneririm bu filmi. Ancak Afganistan'da çekilmiş gerçekten mükemmel bir film izlemek istiyorsanız size ünlü İranlı yönetmen Mohsen Makhmalbaf'ın Kandahar filmini tavsiye ederim.

21 Grams


Her insan, ruhunu teslim ettiği anda ağırlığının 21 gramını kaybediyormuş. Bu 21 gramın 'ruhun ağırlığı' olduğu söyleniyor. Filmin adı da buradan geliyor. A.G. Inarritu'nun önceki filmlerinden 'Amores Perros' ve 'Babil'i izlemiş, en çok ilkini beğenmiştim. 21 grams de bu fikrimi değiştirmedi. Vasat bir filmden daha kaliteli olduğu su getirmez bir gerçek, ancak beni kendine çok da hayran bırakamadı bu film. İnsanların hayatlarının garip noktalarda kesişmesi açısından Inarritu'nun önceki filmlerine çok benziyor. Ama bazen 'bu kadarı da olmaz ki canım' demekten kendini alamıyor insan. Bir de film bence Türk filmi' derecesine varan bir şekilde fazla trajik olmuş. İnsanı karamsarlığa sürüklüyor, sürekli hastane, hasta insan, hapishane....vs görüntüleriyle insanın içine bir süreden sonra sıkıntı basıyor. Oyunculuklar cok başarılı, Sean Penn ve Naomi Watts çok iyi bir iş çıkarmışlar. Ama bence oyunculaırn çok başarılı olması bir filmi kurtarmaya yetmiyor bazen. Bazı sahnelerde bayağı sıkıldım ve 'artık bitse şu film' diye geçirdim içimden. Kısacası 5 yıldız üzerinden ancak 3 yıldız verebileceğim bir film oldu 21 grams.



Friday, November 14, 2008

Gece Yolculuğu'nda bazı yenilikler


Uzun zamandır yapmayı istediğim bir şeyi yaparak Gece Yolculuğu'ndaki yazılarımı etiketledim. Sağda gördüğünüz etiketlere tıklayarak artık istediğiniz kategoriye rahatça ulaşabileceksiniz. 'Günce'de günlük hayatımla ilgili anılar, duygu ve düşünceler var. 'Deneme' ise daha 'edebi' türden, bir kavram ya da olgu üzerine yazdığım kısa kompozisyonları içeriyor. 'Sinema'da izlediğim filmlerin eleştirilerini, 'kitap'ta ise sevdiğim kitaplardan alıntılar ve onlar hakkındaki fikirlerimi bulabilirsiniz. 'Müzik' ve 'şiir'de güzel bulduğum şarkılardan, kendi yazdığım ya da beğendiğim başka şairlerin şiirlerinden yaptığım alıntılar var. 'Beslenme' bölümünde ise yiyecek ve içecekler ve sağlıklı beslenmeyle ilgili yazılarım yer alıyor.

Artık sayfanın sağ üst köşesindeki kutucuktan da en çok okunan, en çok tıklana ve yorum alan yazılarıma ulaşabileceksiniz.

Ayrıca sayfanın sağına blog'umu takip etmek isteyenler ya da Feeder'ına eklemek isteyenler için bağlantılar koydum.

İyi haftasonları!


Tuesday, November 11, 2008

Üşüyorum mütemadiyen



Beni tanıyanlar bilir, her koşulda, her şartta üşüyebilen nadir insanlardan biriyim. Herkes rahat rahat yerinde otururken zangır zangır titremişliğim vardır. Normal oda sıcaklığında benim el ve ayaklarım buz kesmiş olur genelde mesela. Üstüme yorgan örterim, battaniye örterim, bana mısın demez. Bazen insanlar gerçekten şaşırıyor nasıl bu kadar üşüdüğüme. 'Kansızlık filan heralde' diyip geçiştiriyorum.

Bu kadar üşüyen bir insan olarak kışın ortalama sıcaklığın -10 derece santigrat civarında olduğu bir şehre hangi akla hizmet geldim yaşamaya, onu da bilmiyorum. Üstelik 5 senedir buradayım ve hala soğuğa bağışıklık kazanabildiğimi düşünmüyorum.

Beni en çok şaşırtan şeyse, hiç bir koşulda üşümeyen Amerikalılar! Buna örnek olarak geçen sene her yerin buz kestiği bir kış günü (hava sıcaklığı -15 derece filanken) başıma gelen ve gözlerimi yuvalarından fırlatan olayı verebilirim: Normal paltosunu giymiş, eldivenlerini takmış ama ayağına flip-flop denen parmakarası terliklerden giymiş Amerikali bir genç çocuğu yanımda otobüs beklerken görmem. Ya da etrafta karlar yarım metre olmuşken tişört, bere ve şortla koşmaya çıkanlar. Ya da kışın evlerinin içini yaklaşık 14-15 derece sıcaklıkta tutan Amerikalılar (abartmıyorum). Düşündükçe bile içim üşüyor. Brrr.

Dünya üzerinde buz gibi ellerimi en iyi canım anneannem ısıtır. Ne kadar özledim onu. Ellerimi sıcacık avuçlarının arasına alır, biraz olsun ısınıncaya kadar tutar şefkatle. Ama düşündüm de, o ellerimi tuttuğu zaman belki de sevgidir ellerimi asıl ısıtan, kimbilir?


Friday, November 7, 2008

Nar tanesi nur tanesi


Yaklaşık bir aydır çikolata, dondurma, şeker, tatlı ya da herhangi bir işlenmiş şeker yemiyorum. Aldığım bütün şekeri sadece meyvelerden alıyorum. Bu sayede hem şeker krizlerine girme olasılığım çok azaldı, hem de daha önceden nedense pek yemediğim bir çok güzel meyve keşfettim! Bunlardan biri de nar. Her gün kaşıkla (ve çekirdeklerini de kıtır kıtır yiyerek) nar yiyorum.

Meyvelerin ne kadar mucizevi şeyler olduğunu yeniden keşfettim adeta! Bir nar mesela, alışkın olduğumuz için gayet sıradan geliyor göze belki, ama ne kadar mükemmel bir tasarımın ürünü. O kalın ve soğuk görünen kabuğunun ardında yüzlerce küçük, ışıltılı ve kırmızı yakutlar gibi duran nar taneleri. Kardeş kardeş zarın içinde bekleşen, binlerce küçük mücevher gibiler.

Ya da bir portakalın o kalın kabuğunu kesip içini açtığınızda burnunuza çarpan enfes portakal kokusu.. İnsanın iştahını açan o parlak turuncu rengi. Isırdığınızda sizi hiç bir kolanın ya da gazozun yapamayacağı kadar serinletmesi, içinizi ferahlatması.

Güzel ve olgun bir muzu yemek için açtığınızda burnunuza çarpan o başdöndürücü güzel muz kokusu. Mis gibi tropik iklimleri hatırlatan tadı, dokusu.

Sıcak bir yaz gününde kıpkırmızı, serin karpuz dilimleri..

Yemyeşil, ekşi erikleri tuzlayıp tuzlayıp yemenin keyfi!

Bir salkım üzümü yavaş yavaş, tadına vara vara, keyifle yemek, yeşil serinliğinin içinize yayıldığını hissetmek.

Ya da yemyeşil bir elmanın parlak, sımsıkı kabuğuna dişlerinizi geçirmek, kocaman bir parça koparıp keyifle yemek. Elmanın o hafif ekşimsi, güzel tadı. Mükemmel kokusu.

Meyveler gerçekten mucizevi, çok lezzetli ve çok eğlenceli yiyecekler! Onları bırakıp neden gidip yapay şekerleri yediğimizi hiç anlamıyorum :)

Wednesday, November 5, 2008

Bugün


Bugün ben ilk defa, yolda gördüğüm her Amerikalının yüzünde gerçek bir umut gördüm.
Bugün, ikinci ismi 'Hüseyin' olan, derisinin rengi beyaz olmayan bir adamın dünyadaki en güçlü devletlerden birinin başına getirildiğini gördüm.
Bugün, okulumun sadece Nobel kazanan başarılı bilimadamları, bilimkadınları değil, aynı zamanda bir ABD başkanı da çıkarabildiğini görüp gurur duydum.
Bugün, kendi mahallemizden bir A.B.D. başkanı çıkarabildiğimiz için ayrıca gurur duydum.
Bugün, mahallemin sokaklarında rastladığım siyahi bir adamın, bana bakıp 'Obama!!' diye coşkuyla bağırdığında gözlerinde beliren o umut dolu ışıltıyı gördüm.
Amerikanın her tarafındaki 'Afrikalı-Amerikalı'ların üzerlerinde bir külçe gibi duran o ezikliği attığını, gözlerinin yaşlarla dolduğunu gördüm. Bu günün sonunda gelmiş olduğuna inanamadıklarını gördüm.
Bugün ben, uzun zamandır güvenimi ve inancımı kaybetmiş olan Amerikan değerlerinden bazılarının, yani demokrasinin, özgürlüğün, eşitliğin buralarda belki de hala tamamen kaybolmamış olduğunu gördüm.
Bugün bir tarihin yazılışına bu kadar yakından tanık olabildiğim için kendimi çok şanslı hissettim.

Birds flying high
You know how I feel
Sun in the sky
You know how I feel
Breeze driftin' on by
You know how I feel

It's a new dawn
It's a new day
It's a new life
For me..
And I'm feeling good..


Bu sabah, kulaklarımda Matthew Bellamy işte bunları mırıldanıyordu. Ve ben güzel sonbahar güneşine bakıp mutlulukla gülümsüyordum.

Bugün ben, Amerika'da bazı şeylerin belki de değişebileceğini gördüm.


Monday, November 3, 2008

Kasım ayı



Geldi, çattı. Yarın dünyanın kaderini değiştirebilecek bir seçime tanık olacağız. Amerika Birleşik Devletleri başkanı seçiliyor. McCain mi, Obama mı? Kırmızı mı, mavi mi? ABD'de herkes nefesini tutmuş, 2008 seçimlerinin sonucunu bekliyor büyük bir heyecanla.

Bu arada Barack Obama da bu gece bizim eve üç sokak uzaklıkta olan bahçeli evine geldi sanırım, çünkü okuldan dönerken her yerde polis arabaları gördüm. Yarın akşam Chicago'da Grant Park'ta Obama'nın devasa bir mitingi olacak. Kısacası heyecan dorukta. Hepimiz bir bekleyiş içindeyiz.

Kim seçilirse seçilsin umarım bütün dünya için hayırlı ve yerinde bir seçim olur. Başkan kim olursa olsun umarım sadece ABD vatandaşlarına değil, dünyanın geri kalanına karşı olan sorumluluk ve görevlerini de iyi bilir ve uygular.

Bakalım 'demokrasi' nasıl işliyormuş. Yarın göreceğiz.

Moonshine Chicago'dan bildirdi. :)