Tuesday, September 29, 2009

Yakinda...

Gezenti Moonie şehir şehir, ülke ülke gezmekten, insanlarla buluşup konuşmaktan, kaç zamandır görmediği onlarca kişiyi görmekten bilgisayar başına oturma fırsatı bulamadı bir türlü.

İstanbul'da son 5 günümü geçiriyorum şu sıralar.. Yakında geri dönüyorum blog'uma.. Çok özledim yazı yazmayı, sizin blog'larınızı okumayı.

Çok yakında gezi anılarımla buradayım :)

Saturday, September 19, 2009

Mutluluk ve şeker



Mutluluk, Beirut'tan Cliquot'yu dinleyerek saatlerce İstanbul sokaklarında yürümek, sonra babişkoyla buluşup gidip Ali Muhiddin Hacı Bekir'den bayram için bir dolu akide şekeri almaktır!



Bu akide şekerleri gibi rengarenk, mis kokulu, tatlı mı tatlı bir bayram geçirmeniz dileğiyle!

Mutlu bayramlar :)



Thursday, September 17, 2009

Eski fotoğraflara bakmak


Fotoğraf: Annem ve babam, bundan tam 29 sene önce güzel bir Eylül günü, nikah törenlerinde


Eski fotoğraflara bakmak, ne kadar değişik duygular içine sokar insanı.. Siyah-beyaz ya da sepya tonlarında, kenarları hafifçe yırtılmış, solgun fotoğraflardan size bakan yüzler, bambaşka bir zamanı, bambaşka bir mekanı anlatıyor gibidir.. 'Kayıp bir zamanın izinde' hissedersiniz kendinizi, o eski fotoğraflara bakarken..

Özellikle de siz doğmadan, bu dünyaya gelmeden önce çekilenler.. Sizin 'kendi zamanınız'dan önceki o bilinmez, meçhul ve ezeli anlar silsilesi.. Aklınız bir türlü almaz. Size bağlı ya da size ait olan hiç bir şey yoktur orada.. Sizin isminiz, cisminiz, bakışınız, varlığınız, ruhunuz yoktur.

Hep yaşlı ve tonton bildiğiniz anneanne ve dedeniz, simsiyah saçlarıyla, dimdik sırtlarıyla, berrak bakışlarıyla, mutlulukla gülümser oradan size. Hep orta yaşlarda olduğunu düşündüğünüz halalar, teyzeler, dayılar, yengeler.. O fotoğraflarda gencecik, ve hatta bir çocuk saflığında, bir çocuk masumluğunda bakıyorlardır objektife..

Şaşırırsınız.. Hiç başı ve sonu olmayan, sonsuz bir döngü içinde olduğunuzu farkedersiniz aniden.. Sarsılır ve duraklarsınız.. Bu gencecik insanların saçlarına aklar ne zaman düştü? Bu dimdik duran sırtlar ne zaman kamburlaştı? Bu zekayla ve mutlulukla parlayan bakışlar, ne zaman hüzünlerle, yorgunlukla doldu? Sorarsınız kendinize.. Cevaplayamazsınız.

Bir gün kendi çocuklarınızın, sizin şimdi çekilmiş olan fotoğraflarınıza aynı hayretle bakacağını farkettiğinizde ise, ürperirsiniz.. Zaman, ne kadar esrarengiz bir şeydir.. Zaman, herşeyi ve herkesi nasıl da değiştirir.. Anlarsınız.

Eski fotoğraflar.. Siz doğmadan çok önceki, o herkesin siyah-beyaz bir dünyada yaşadığını zannettiğiniz zamanlar.. Bazı espritüel şahıslar o zamanlara 'Sen portakalda vitaminken' diyor :) Ben ise o zamanları anlatmak için başka bir tanımı, Amerikalıların çok sevdiğim bir tabirini kullanmayı tercih ediyorum:

'Sen anne ve babanın gözlerinde bir ışıltıyken...'

O eski fotoğraflara bakıyor, gencecik annemin ve babamın gözlerindeki ışıltılarda kendi varlığımı bulduğumu düşünüyorum. Mutlu oluyorum.

Friday, September 11, 2009

Moonie İstanbul'dan bildiriyor!

Geldim, gelirken de farkında olmadan Chicago'nun yağmurlarını ve serinliğini İstanbul'a getirmişim! Ben geldim geleli ağlıyor gökyüzü.. Hem de ne ağlama. Sular seller gibi.

Herşeye rağmen dünyanın en güzel şehrinde olmak enfes bir duygu. Kavuşmak, enfes bir duygu.

Vapura bindim, otobüse bindim, taksiye bindim. Yeniden İstanbullluların arasına karıştım. Şehrin içinde eriyip gittim, nabzını hissettim, havasını soludum. Kendimi şehrin içinde kaybedip, yeniden buldum.

İstanbul, her seferinde hiç ayrılmamışız gibi tekrar kucaklıyor beni. Minicik bedenimi tekrar kabul ediyor mabedine. O anaç ve şefkatli kollarıyla sarmalıyor.

Çok seviyorum ben bu şehri. Çok.


Monday, September 7, 2009

Gidiyorum


Fotoğraf: Granpapa




Uçağın tekerlekleri yerden havalanır. İçin pır pır eder.
Kıtalar aşarsın, bir okyanus aşarsın, ülkeler aşarsın 12 saat boyunca. Tanımadığın iklimlerin, şehirlerin, dağların, tarlaların, evlerin, göllerin, nehirlerin, kimbilir nasıl yaşamların tepesinden süzülürsün.
Uyursun, uyanırsın, yersin, içersin. Pencereden bulutları seyredersin. Okursun, izlersin.

Beklersin.. Uçağın tekerleklerinin yere değdiği o mucizevi anı beklersin.
Toplamında 24 saate yakın olan bir macera yaşarsın. 'Yolda olma'nın, 'yolculuk'un büyüsü sarar içini.


Yorulursun.
Çok yorulursun.
Ama eğer o uzun yolun sonunda anneciğinin elinden bir tas çorba içmek, onun dizlerine başını yaslayıp mırıl mırıl uyumak varsa..


Bütün yorgunluklara değer.




Saturday, September 5, 2009

Bak şu Elif'in yaptığına!



Duyduk ki Türkiye'de herkes bu kitabı okuyormuş. Ben de el atayım dedim.
İlk defa bir Elif Şafak kitabı okurken sıkıldım ben..
İlk defa.
Belki Elif Şafak kitabı İngilizce yazıp sonra Türkçeye çevirdiğindendir bu hissettiklerim.
Belki de kitabın ana tema olarak aldığı bütün kavramları, konuları zaten çok iyi bildiğimdendir.

Övünmek gibi olmasın ama ben kendi üniversitemde dünyanın en önemli Mevlana uzmanlarından sevgili hocam Profesör Frank Lewis'ten 'Rumi' dersi almıştım geçen sene.

O ders için ise bir dönem boyunca, Elif Şafak'ın bu kitabın arkasındaki bibliyografisinde sıraladığı neredeyse bütün kitapları okumuştuk. Frank Lewis'in 'Rumi: East and West' kitabı da dahil.

Bu yüzdendir ki ben zaten Mevlana'nın hayatını, Şems'in öğretilerini, Mesnevi'nin tamamını o kitaplardan zaten okumuştum ve biliyordum.

'Aşk' romanı ise, bu öğretilerin 'kurgu / roman' haline getirilmiş, deyim yerindeyse 'sulandırılmış' şekli oldu sadece benim için. Araya sokulan Amerikalı kadının hayatı ise hepten sırıttı.Bana kitabın hedef kitlesinin daha çok 'hayatın gizemini / anlamını mistik Doğu felsefelerinde arayan mutsuz ev kadınları' olduğunu düşündürttü.
O hikaye tamamen çıksaydı aradan, bence çok daha başarılı bir kitap olurdu 'Aşk'. Fikrimce yani...

Ayrıca neden anlatım tarzını bu kadar basitleştirme, cümlelerini kısaltma gereği duydun Elif?

Biz seni o mükemmel Türkçe anlatımlı, derin ve sarsıcı 'Pinhan'ınla sevmiştik. Neden, çok satmak / okunmak, 'tribünlere oynamak' için aynı 'tasavvuf teması'nı alıp böyle basite indirgedin? Üslubunu neden böylesine basitleştirdin? Anlıyorum, çok okunmak ve para kazanmak da güzel bir şey, şimdi iki de çocuğun var ama, romanlarını neden İngilizce yazıyorsun Elif? Güzelim Türkçe anlatımın dururken, oldu mu şimdi Elif?

Aşk olsun Elif Şafak..

Yeni ve Türkçe yazılmış romanlarını dört gözle bekliyorum.







Hamiş: Pembe kapaklı diye bu kitabı okumanın 'erkekliklerine halel getireceğini' düşünebilecek kadar homofobik ve kendine güvensiz olan bazı Türk erkeklerini kınıyor, bu düşünceye prim verip paranın tatlı yüzüne aldanıp bir de gri kapaklı kitap bastırdığı için kitabı basan yayınevini de ayrı kınıyorum.




Wednesday, September 2, 2009

Güzel Eylül


Sanırım yılın en sevdiğim ayı artık bundan sonra Aralık değil, Eylül olacak! Chicago'da şu sıralar öyle temiz, berrak, açık, üşütmeyen ama hafif serin ve güzel bir hava var ki! 'Cennette hava nasıldır acaba?' diye sorsalar, 'böyle olurdu' derdim herhalde.

Öyle güzel bir hava ki huzur ve mutluluk veriyor bana. Bütün günümü dışarıda geçirmek istiyorum, bu yakmayan ılık güneşi, üşütmeyen tatlı meltemi kaçırmak istemiyorum adeta.

Belki çok yakında yolculuğa çıkacak olduğumdan, belki akademik yılın başında olduğumuzdan ve üniversite tekrar canlanmaya başladığından, belki de sadece bu güzel havalardan...İçim kıpır kıpır! Kendimi yepyeni bir başlangıçta gibi hissediyorum. Genelde herkes bu duyguları ilkbahar aylarında hisseder, ama ben Nisan ve Mayıs'ta bile hissetmediğim kadar enerji doluyum!

Ne de olsa, adı 'son'la başlasa bile, 'bahar' değil mi bu mevsimin ismi de? Bize filmlerde, şarkılarda öğretildiği gibi hüzünlü olmak mı zorunda Eylül ayı? Hayır, reddediyorum böyle düşünmeyi.. Bu Eylül, çok güzel geçecek!!



Tuesday, September 1, 2009

Nasıl konsantre oluruz?

Fotoğraf: Tamakisono


İnsana dünyanın varlığını unutturan, kendini okuduğu / yazdığı sayfalarda kaybettiren türden bir konsantrasyondan bahsediyorum. Biz büyüdükçe gittikçe zorlaşıyor değil mi, böyle bir konsantrasyonu yakalamak?

Daha önceki bir yazıma gelen bir yorumda Anonim bir okuyucum nasıl konsantre olduğum konusunda bir yazı istemişti benden. Özellikle sürekli ders çalışan ya da ofiste masa başında çalışan insanların ortak sorunu bu. Sürekli konsantrasyonumuzu dağıtacak bir şeyler var hem etrafımızda, hem de bilgisayarımızın içinde. Araya giren tonlarca mesaj, e-mail, telefon görüşmesi...vs ile verimliliğimizin düşmesi işten bile değil. Tam konsantrasyon nasıl sağlanır, kendi deneyimlerimden yola çıkarak paylaşmak istedim. Çünkü en verimli işlerimizi böyle tam anlamıyla dikkatimizi verdiğimizde yapıyoruz, en başarılı projelerimizi böyle zamanlarda tamamlayabiliyoruz.

Benim için şu son sene içinde tam anlamıyla konsantre olduğum zamanlar, doktora sınavlarıma çalıştığım zamanlardı. Gün içinde öylesine yoğun bir konsantrasyonla zaten ancak 3-4 saat boyunca çalışabiliyordum. Özellikle yazılı sınavlarımdan ilkinde, sınav başladığı andan bitene kadar öylesine yoğun bir şekilde konsantre olmuştum ki, o anda hemen yanı başımda yangın çıksa ruhum duymazdı. Bilgisayarda sorulara cevaplarımı yazarken, sanki devasa bir okyanus dalgasının tepesinde o dalganın gücüyle birlikte gidiyor gibiydim. Ellerimden akıyordu kelimeler ve ben kendimi yazdıklarımın, tarihin içinde kaybetmiştim. Öylesine konsantre olmuştum ki, eğer şimdi her gün o konsantrasyon seviyesini yakalayabilsem doktora tezim iki ayda biterdi herhalde! Tabii sınav sırasında öyle keskin bir dikkatin oluşmasında adrenalinin ve benim için o anda dua eden onlarca kişinin de çok önemli rolü var :)

Uzun lafın kısası: Nasıl tam anlamıyla konsantre oluruz?

1- Sizin için 'günün en verimli zamanı' olan zamanı bulun, bilin ve asla kaçırmayın. Önemli ve zor işlerinizi hep bu saatlere denk getirmeye çalışın. Bu herkes için farklı bir zaman olabilir. Bazı insanlar sabah çalışmayı tercih eder, bazıları ise gece kuşudur. Benim kafamın en açık ve berrak olduğu zaman, sabah 6-7 ile öğlen 11-12 arasıdır. Bu saatlerde konsantrasyonum hat safhada, muhakeme yeteneğim zirvededir. Bugüne kadar yazdığım en önemli ve başarılı makaleleri, master tezimin çoğunu ve neredeyse bütün ödevlerimi işbu zaman diliminde yazdım ben.

2- Dikkatinizi dağıtabilecek bütün unsurları kendinizden uzaklaştırın. Çalışmaya başlamadan önce cep telefonunuzu kapatın, çok gerekirse ev telefonunuzun da fişini çekin. Eğer size çok lazım değilse interneti de geçici bir süreliğine de olsa kapatın. Modemizini kapatabilir ya da bilgisayarınızın 'Wireless' (Kablosuz internet) alıcısını kapatabilirsiniz. Böylece sizi rahatsız edebilecek, ekranın ortasında birden belirip konsantrasyonunuzu mahvedebilecek mesajlardan kurtulmuş olursunuz. Gereksiz sitelerde dolaşma ve zaman harcama tehlikesinden de kurtulmuş olursunuz aynı zamanda.

3- Çalışma ortamınız sessiz, iyi aydınlatılmış olsun. Mümkün olduğunca dünyanın geri kalanından yalıtılmış, kapısını kapatınca sessizce çalışabileceğiniz bir yer olsun. Virginia Woolf boşuna dememiş 'A room of one's own' (Kendinize ait bir oda) diye! Herkesin çalışmak için böyle bir ortama ihtiyacı vardır. Masanız ise mümkün olduğunca eşyalardan arınmış, sade ve minimalist olsun. Üzerinde ne kadar az eşya, ıvır zıvır...vs olursa o kadar iyi, dikkatinizin dağılma olasılığı o kadar az. Ben genelde kütüphanemdeki cubicle (bölme)lerde buluyorum bu sessizliği ve yalınlığı.

4- Her saat başı kendinize 5-10 dakikalık kısa bir ara verin. İnsan beyni sürekli aynı tempoda, aynı hızda çalışamaz ve yorulması kaçınılmazdır. Verdiğiniz aralarda çok kısa bir yürüyüş yapmanızı ya da gözlerinizi kapatıp derin nefesler alıp vermenizi öneriyorum. Bu ikisi de beyninizi dinlendirecek ve düşüncelerinizi toparlamanıza yardımcı olacaktır.

5- Eğer evden çalışıyorsanız mutlaka ama mutlaka üzerinizi değiştirin ve çalışmaya öyle başlayın. Yapılan bir araştırmada, dışarıya çıkacakmış gibi duş alıp giyinen ve masanın başına öyle oturan insanların, eşofman / pijama giyen insanlara oranla verimliliklerinin kat kat fazla olduğu bulunmuş. Nasıl giyindiyseniz kendinizi o modda hissedersiniz, bunu unutmayın.

6- Eğer kafanız çok meşgulse ve aklınız sürekli başka yerlere, yapmanız gereken işlere ve hayatınızdaki başka sorunlara kayıyorsa, bunun çok basit bir çözümü var. Elinize bir kağıt ve kalem alın. Aklınızdan geçen, yapılması gereken bütün işleri bir kaç madde halinde oraya yazın. Böylece bunlar beyninizden çıkıp kağıda döküldüğünde çok rahatlayacaksınız. Halihazırda önünüzde olan işle uğraşmak çok daha kolay bir hal alacak.



Ayrıca çok başarılı bulduğum Zen Habits blog'unda bu konu hakkında çıkan yazıyı da okumanızı tavsiye ederim. Şurada okunabilir.

Herkese çalışmalarında başarılar, bol konsantrasyonlu günler!


Inglorious Basterds



Duydunuz mu a dostlar?
Tarantino Nazi filmi yapmış.
Moonie gitti izledi.
Öyle de bir film yapmış ki, yine Tarantino'luğunu yapmış. Filmde kan, vahşet, ayak fetişi, intikam saldırıları, kurşunlar, patlamalar varmış.
Brad Pitt varmış, enfes güney aksanı varmış. Ondan daha da enfes oyunculuğuyla Christoph Waltz varmış! Alman sineması varmış, göndermeler varmış yine, süt, krema ve turta bile varmış!

Tarantino alternatif bir tarih yazmış. Filmde iki buçuk saatlik filmi hiç aksatmadan taşıyan, çok lezzetli bir gerilim varmış.

Film öylesine keyifle izleniyormuş ki hiç derin analizlere filan gerek yokmuş. Ortaya insanı alıp götüren, insana sinema sanatını neden bu kadar sevdiğini hatırlatan bir film çıkmış.

Tarantino diye bir yönetmen iyi ki de varmış!