Monday, September 26, 2011

Okulun ilk günü

Sabahın 2:30unda bebeğimin ağlamasıyla uyanmış, sonra sabaha kadar bin türlü sebepten uyuyamamışım. Zaten 5:45te kalkmak zorunda olacağım için saat 4:30dan sonra uyumaya çalışmaya çalışmayı da kesmiş, yatakta kütük gibi rahatsız bir şekilde yatarak saatin ilerlemesini beklemişim. Zombi gibi, sepet gibi bir kafayla kalkmışım. Kahvaltı edip hala uyuyan bebemi uyandırmamak için parmak uçlarıma basarak giyinip ona havadan öpücükler gönderip evden çıkmışım.

Hava nasıl karanlık, sokak lambaları hala yanıyor. Eylül ayına göre fazla serin, bir de sağanak halinde yağmur yağıyor. Sıcak ve yumuşak yatağımda olmak için neler vermem ki o sırada.

Uyku gözlerimden akıyor, hava berbat, görüş mesafesi sıfıra yakın. Yağmur camları dövüyor. Pat-pat silecekler çalışıyor ama yetişemiyorlar yağmurun hızına.

Kısacası güne pek iyi başlamamışım.

Sessiz sedasız sahil yoluna çıkıyorum. Neredeyse boş yolda giderken CD çaların düğmesine basıyorum. Canım Sezen'imin sesi dolduruyor arabayı. Sanki yanıbaşımda, yolcu koltuğunda oturmuş, o tatlı ve buğulu sesiyle 'canım benim, üzülme, herşey iyi olacak, herşey daha güzel olacak' diye beni teselli ediyor. Bana eşlik ettiği yolculuk boyunca kendimi daha iyi, daha mutlu ve sakin hissediyorum.

Yağmur altında daha bir yeşil parlayan kampüsüme geliyorum. Özlemişim çok. Arabadan inip saçımda yağmur damlalarıyla ağaçların arasından yürüyorum.

Bir anda güneş çıkıyor bulutların arasından. Göz kırpıyor bana. Yüzümü ısıtmak, gönlümü almak ister gibi sanki.

Müzik olmasaydı, benim için hayat böylesine yaşanılası olmazdı.. Söylemiş miydim?

Sunday, September 25, 2011

Savages



Ne zamandır böyle içime dokunan, güzel bir 'indie' film izlememiştim. Çok bilinmeyen ama bence gerçekten hakettiği üne kavuşamamış, hoş bir film. Philip Seymour Hoffman'ı zaten Manolya'dan biliyor tanıyor ve çok seviyorduk. Bu filmde de oyunculuğunu konuşturmuş.

Film, 'kara komedi'nin çok güzel bir örneği. Bir sahnede ağlamaya yaklaşıyorsanız bir sonrakinde kahkahalar atabiliyorsunuz. Yaşlı babaları demans (bunama) ile teşhis edilince gidip onu yaşadığı yerden almak ve bir 'huzurevi' (nursing home)'a koymak zorunda kalan bir abi ve kızkardeşin maceraları. Ne babanın bildik, klasik bir baba, ne de kızı ve oğlunun 'normal' insanlar olduğunu söyleyebiliriz aslında. Hepsi eksantrik, değişik tipler. Filmde de zaten komik ve aynı zamanda düşündürücü diyaloglarla bunu görüyorsunuz.

Herkesin farkında olduğu ama hiç kimsenin aklına getirmek istemediği iki gerçek üzerine düşündürüyor insanı film: Yaşlılık ve ölüm. Bu yüzden biraz depresif bir film diyebiliriz aslında, ama depresifliğin içine bunların hepsinin hayata dair, normal şeyler olduğu, herkesin bu yollardan geçtiği gerçeği de çok güzel yedirilmiş. Çoğumuz, eğer kaderimizde varsa, yaşlanacağız. Hepimiz ölümü tadacağız. İnsandan insana değişen şeyler ise insanların bu zor zamanlarda nasıl davrandığı, kardeşlerin birbiriyle olan ilişkilerinin nasıl değiştiği ve bu zor yükü birlikte nasıl sırtlandıkları.

Yaşlılığımın nasıl geçeceğini bilemesem de, evlatlarıma yük olmak istemem. Allah herkese mutlulukla ve huzurla yaşlanmayı, vicdanı ve içi rahat, onurlu bir yaşam sürmüş olduğunun bilincinde, kimseye muhtaç olmadan, sevdikleri etrafındayken, yüzünde bir gülümseme ile canını teslim edebilmeyi nasip etsin.

Monday, September 19, 2011

Pembe bulut




Koku takıntımı ve güzel kokuların hayatımdaki yerini bilen bilir. Bilmeyenler şuraya göz atabilirler.

Uzun araştırmalarımdan sonra ise bu 2011 sonbaharının ve belki de kışın kokusunu belirledim sonunda:



Pembe bir bulut içinde uçuyor gibiyim, bu güzel kokuya aşık oldum!

Friday, September 16, 2011

Bugün - sakinlik





Philip Glass'in The Hours filmi için yaptığı soundtrack albümünü dinliyorum. Son zamanlarda müptelası olduğum Spotify'dan.

Yanımda 8 buçuk aylık kızım oyuncaklarıyla oynuyor. Kendi kendine bir şeyler söylüyor. O tatlı bebek sesiyle. Kendi dilinde.

Dışarısı durgun, neredeyse tamamen rüzgarsız. Serin. Sakin. Karanlık bir Eylül günü.

Ruhum, inanılmayacak bir sükunet içinde, beklemede, dinlemede. Yüreğimin sükuneti, bütün vücuduma yayılıyor. Hareketsiz, sessiz, duruyorum.

2011'in Eylül ayını ıhlamur kokusuyla anımsayacağım sanırım. Her akşam bir bardak ıhlamur çayı içmeyi adet edindim. İnanılmaz bir sakinlik ve huzur veriyor. İçim ısınıyor, yumuşuyorum adeta.

Ne zamandır öykü okumamıştım. Özlemişim çok. Öyküler Anlatsın adında bir Türk Edebiyatı'ndan öyküler seçkisi okuyorum. Her gece bir öykü. Yatmadan önce. Ruhuma çok iyi geliyor.

Ne geçmişe dönüp baktığım, ne gelecekle ilgilendiğim, şu anda, şimdiki anda durduğum, başka insanların, başka şehirlerin, başka hayatların önemini yitirdiği, kendi hayatımla başbaşa kaldığım bir ay oldu Eylül.

Güzel oldu.

Friday, September 9, 2011

Eylül anları

Sonbahar. Serinlik. Kokusu babaanemin evini anımsatan bir bardak ıhlamur çayı.