Sunday, December 31, 2006

Bu güzel bayram sabahında

Türkiye'de sevdiklerimle birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyorum:)

Bu güzel sabahta:

- Kalkıp derin bir nefes alın, size yaşadığınızı ve yaşamın ne güzel olduğunu hatırlatan.

- Sevdiğiniz birine sarılın.

- Siyah çikolata yiyin.

- Hala hayattalarsa anneannenizi / babaannenizi arayın.

- Kocaman bir kahkaha atın.

- Khaled, Rachid Taha ve Faudel'le coşun ;)



Saturday, December 30, 2006

'Yılbaşı', bayram, kutlamalar



'Yılbaşı kutlama' kavramının bana ne kadar ters ve komik geldiğini söylememe gerek yok sanırım. Sevdiğim insanlara, aile ve arkadaşlarıma yeni gelen yıl için en iyi dileklerimi söylemek, ya da onları düşündüğümü belirten bir kart atmak gibi güzel bir adetten çok, 'eğlence' dayatmasından bahsediyorum. O gece dışarı çıkıp sabaha kadar 'eğlenme' zorunluluğunu bana her yönden dayatan medyanın bu tutumundan ne kadar rahatsız olduğumu, hatta tiksindiğimi her fırsatta açığa vurmaktan geri kalmıyorum. Özellikle birileri bana 'O gece dışarı çıkmak ve eğlenmek zorundasın' ya da 'Herkese (büyük bir olasılıkla ihtiyaçları olmayan ve daha sonra bir yere kaldırıp unutacakları) hediyeler almak zorundasın' diye sürekli tekrarlarsa bu bende ters tepki yapıyor. Tüketim toplumunun bana dayattığı yapay mutluluk vaatleri bana çok sahte ve gereksiz geliyor. Aynı zamanda bu 'eğlenme zorunluluğu' parasız olan çoğu insanı gerçekten çok mutsuz yapıyor, hem de tamamen medya ve popüler kültür tarafından 'uydurulmuş' bir kavram uğruna. Bu insanlara gerçekten neden mutsuz olduklarını sorarsanız cevap veremeyeceklerinden eminim, herşey o kadar para ve sosyal statü kokuyor ki, onlar bile tam olarak neyi kaçırıyor olduklarını bilemeyeceklerdir.

Mesela, evlerine garip bir uyarlamayla yılbaşı kutlaması niyetine Hristiyanların Noel bayramı için kullandıkları ağacı kuran Türk ailelerinden kaçı, aslında o ağacın simgelediği şeyin İsa'nın doğumunu kutlamak olduğunu düşünüyor? Eğer gerçekten bunu düşünerek ve bu düşünceyle isteyerek süslüyorlarsa o ağacı, hiç bir sorun yok bence. Ama bu ailelerinin en azından yüzde doksanının tamamen medya ve popüler kültür dayatması ve Batı özentiliği sonucu ağaç alıp süslediğine eminim. 'Kültür emperyalizmi' denen şey de işte tam bu yollarla giriyor hayatımıza zaten.. Derinden ve sinsice..

Bu dünyada sürekli fakirlik ve sefalet içinde yaşayan onca insan varken, her gün çocuklar ve bebekler ölürken korkunç sebeplerle, heryerin gereksiz yere kalabalık ve sigara dumanı dolu olduğu, herşeyin gereksiz yere pahalı olduğu bir gecede dışarı çıkıp gürültü, duman ve kalabalık arasında bazı insanların ancak bir ayda kazanabildiği miktarda parayı havaya saçmak bana çok ters geliyor.

Tabii ki eğlenmeyi ve yaşamın tadını çıkarmayı ben de çok seviyorum, bir insanın hayatında eğlendiği, dinlendiği, sevdikleriyle zaman geçirdiği anlar yaşamaya değer yegane zamanları oluşturuyor çoğunlukla.. Ama bunu kendi yöntemlerimle, çok daha doğaçlama ve hayatın içinde kendiliğinden oluşan anlarda yapmak çok daha fazla hoşuma gidiyor. Sevdiklerimle birlikte geçirilen her gün ve sağlıklı olduğum her an zaten benim için bir bayram, bir kutlama niteliği taşıyor. Bu anların tadını çıkarmak için dışarıdan gelen dayatmalara, zorlamalara pek ihtiyacım yok..

Yaşamımızda bize her gün sunulan, hediye edilen küçük mutlulukların ve sağlığımızın değerini bilmeyi öğrenmeli, her günümüzü bir bayram gibi yaşamalıyız bence.

Bir bayramla başlayan 2007'nin her gününün de bayramlar kadar mutlu, neşeli ve güzel geçmesi dileğiyle! Yeni yılınız mutlu, bayramınız kutlu olsun.

Wednesday, December 20, 2006

İstanbul - Anlar


Kanatlarında bütün dünyanın rüzgarlarını taşıyan bir martı olmak bu şehirde.. Herşeye, bir şehrin yaşamının içine dahil olan herşeye, insana dair bütün duygulara, yaşamlara, sevinçlere ve acılara yukarıdan bakmak, süzülmek kış güneşiyle zor aydınlanan puslu gökyüzünde.. Bir vapurla arkadaş olmak, dolaşmak kıtalar arası bir rotada, kendi yansımanı görmek koyu, durgun sularda.. Bir martı olmak, Sait Faik'in ya da Orhan Veli'nin martılarından biri gibi süzülmek bu şehrin gökyüzünde..


Ya da eski bir evin arka bahçesinde dolaşan minik bir kedicik olmak.. Yeşil yaprakların, dalların arasından utangaç bakışlar atmak onu sevmeye gelen küçük çocuklara. Zamanın yavaşladığı, unutulmuş bir arka bahçeyi krallığın ilan etmek. Koşmak çimenlerin üzerinde, hiç durmamacasına, diğer kedi yavrularıyla oynamak, hiç büyümeyecekmiş gibi. Küçüklüğüne sığınıp köşe bucak kaçmak, saklanmak, sonra tekrar ortaya çıkmak..


Pencerelerden içeriye girmek için çaba gösteren güneş ışığına vermiş kendilerini, halamın Afrika menekşeleri.. Sessizliklerinde ve duruşlarında gizli bir gurur saklı gibi, vakur gibiler.. Bizim koşturmalarımıza, oradan oraya gidiş-gelişlerimize, telaşlı hallerimize, yaşamımızın çoğunu bir acele içinde geçirmemize şaşırmış gibiler sanki. Kendilerini güneşe vermiş, duruyorlar öyle işte, rahat, dertsiz, tasasız.. Bize 'Yaşam zaten mutlu olunan anlardan başka nedir ki?' diye soruyor gibiler.


Çıplak ağaçların çevrelediği bir gökyüzünü ve güzelim Boğaz'ı seyretmek Emirgan'dan.. Renkleri hafifçe silinmiş eski bir resim gibi, soluk ama güzel manzarası İstanbul'un.. Kulaklarımızda Mercan Dede'nin ve Ömer Faruk Tekbilek'in Doğu ezgileriyle elimizde birer bardak çay, oturup önümüzden geçip akan yaşamı izlemek, denizi, martıları, seyyar satıcıları, okul çıkışında otobüslerine koşturan öğrencileri, kış mevsiminin ve bir Aralık gününün solgun ve hüzünlü ışığını.



İstanbul'da liseli ve aşık olmak. Utangaç gülümseyişler, saf ve masum bir sevgi, bakışmalar, sonunda elele tutuştular:)


Ve sevgililer kafeden ayrıldıktan sonra, Boğaz'a ve İstanbul'a çöken kış akşamı.. İstanbul'da başlayan, biten, süren hayatlar.. Sevgiler, öfkeler, hayalkırıklıkları, umutlar, hüzünler, sevinçler, kırgınlıklar, kıskançlıklar, mutluluklar, dostluklar, kavgalar, ayrılıklar ve buluşmalar.. Yaşamlar.. Anlar..




P.S: Mısır'dan geri döndüm dün.. Orada bir hafta içinde yaptıklarımı ve yaşadıklarımı da koyacağım blog'uma yakında!

حشوفك بعدين



Başlık, Mısır Arapçası'nda 'Sonra görüşürüz!' demek oluyor!
1 hafta kadar Mısır- Kahire'de olacağım, blog'uma yazamayabilirim. Daha sonra oralarda anı defterime yazdığım notları buraya geçirmek istiyorum. Görüşmek üzere:)

Sunday, December 17, 2006

Ara - karanlık


Requiem

Bu dünyadan gitmenin yolu yok

I. Dönsem bir şeyler umarak, dönmesen kim sürer ayak izimi,
benden başka? Son katın da tutulduğunu bilmesem, bu gövde
kendine kiracı, demlenir.

II. Dönerim bir gün, dar gelir dünya. Kalsam giderim buralardan
gitsem oralarda kalırım, yarım.

III. Parmaklarımdır tarih; mürekkep ve hokka, o gri kalem,
yazsam hep sarmal-gece. Kimbilir hangi kapıdır, geçmiş dolunaylar;
çalmayın! Açılmaz, kendime yazdığım mektuplar!

IV. Çeksem tetiği, kimseler ölmez. Kuşatır eşyanın yılgınlığı;
siyah! Gitgide uzaklaşan kent rüyasıyım. Kendine saplanan
ok olurum, yok olurum; ölemem!


Turgay Kantürk


Şimdi dinlediğim: Portishead - Undenied

Güzel şehirde bir hafta


Türkiye'ye dönüşümün en güzel yanlarından biri: Tatlı mandalinalar:) Buradaki meyvelerin tadı gibi lezzetli olmuyor, hiç bir yerde!

Bu sene doğumgünü kutlamalarım hiç bitmeyen bir şenliğe dönüştü sanki! Önce Amerikalı arkadaşlarım bana sürpriz bir doğumgünü brunch'ı düzenlemişlerdi, daha sonra Chicago'da güzel bir Türk restoranı olan Turquoise'da Türk arkadaşlarımın düzenlediği brunchta tıkabasa yiyip içtik, eğlendik, ve en son olarak geçen hafta sevgili halamın evinde güzel bir yemekten sonra yine sürpriz bir şekilde gelen maytaplar ve mumlarla süslü frambuazlı doğumgünü pastamla birlikte 3. kutlamayı da yapmış olduk! Ve ben Aralık ayını neden bu kadar çok sevdiğimi tekrar anladım:) Dostlarımı çok seviyorum.

Güzel şehirde bir hafta akraba ziyaretleri ve eski dostları görmekle geçti. İstanbul'un temposuna yetişmek zaten mümkün olmuyor hiç bir zaman. Bir kaç güne sayıları çok fazla olan onlarca akrabayı görmeyi sığdırmaya çalışınca da yorucu oluyor buradaki günler, ama tabii bir o kadar da keyifli.

Tatilde ve Türkiye'de olmanın bütün bunların dışında getirdiği güzellikler:

- Simit yemek ve ayran içmek

- Sabah erkenden kapıya gelen taze süt ve gazeteler

- Kafam yapılması gereken işlerle ve yazılacak makalelerle dolu olmadan rahat, sakin bir kahvaltı edebilmek

- Televizyon izleme yeteneğimi kaybetmiş olduğumu farketmek: Maksimum 30 saniye dayanabildiğim televizyonda gündüz Esra Ceyhan eşliğinde aerobik yapmaya çalışan şişman ev kadınlarına, gece de hepsi birbirinden daha saçma dizilere kahkahalarla gülmek, bir 30 saniye daha sonra televizyonu kapatmak

- Sevdiğim insanlarla kahvaltı etmek: Pazar günü güneşli bir hava eşliğinde adalara karşı keyifli aile (ya da sülale de diyebiliriz akraba çokluğundan) brunch'ı.

- Anneannem ve babaannemle keyifli sohbetler, hasret giderme.

- Gezip gördüğümüz Kadıköy Kitap Fuarı ve tabii ki yine dayanamayarak aldığım kitaplar, özellikle de çok başarılı bulduğum 'Tematik Türk Şiiri Antolojisi'.

- Halamın kendi açıp yaptığı üzeri naneli, pul biberli, dünyanın en lezzetli mantısı.

- İstanbul sokaklarında 'The Cure' dinleyerek dolaşmak, amaçsızca yürüyebilmek.

- Dünyalar tatlısı sokak kedileri, İstanbul kedileri.

- Annemin yayla çorbası.




İzlediğim film: Uğur Yücel'in yönettiği, gerçekten çok başarılı bulduğum 'Yazı-Tura'. Türk sinemasının geleceği hakkında çok umutluyum, zaten son yıllarda bir patlama yaşanıyor bu sektörde Türkiye'de. Ayrıca Olgun Şimşek'in oyunculuğunun ne kadar başarılı olduğunu da farketmemi sağladı bu film.



Okumayı bitirdiğim kitap: Mahrem - Elif Şafak. Yazarın okuduğum kitaplarının arasında Pinhan'dan sonra en güzeli diyebilirim. Gözlemler, anlatım tarzı, üslup, hepsi gerçekten mükemmel. Hep Türkçe yazmalı bence Elif Şafak, kendi dilinde yazdığında ifade yeteneği çok daha güçlü, çok daha etkileyici oluyor çünkü. İstanbul'da bir kitapçıdan diğer Türkçe romanını, 'Şehrin Aynaları'nı da aldım.



Time dergisi, 'Yılın insanı' kategorisinde bu yıl bizi, yani internet kullanıcılarını seçmiş! İnternet kullanıcıları, yani bloglar yazıp, Youtube'a videolar ekleyip, fotoğraflarını internete yükleyenler: İnternet'in içeriğini genişletip bu bilgi okyanusuna bir kaç damla olarak dahi olsa katkıda bulunanlar. Oturup televizyona boş boş bakmak yerine bir şeyler yaratıp bunu dünyadaki diğer bütün insanlarla paylaşma çabasıyla internete ekleyenler.

İtiraf ediyorum ki daha önceki yüzyıllarda değil de şimdi, işte bu bilgi çağında yaşamak beni çok mutlu ediyor. Bilginin ve iletişimin parmaklarımın ucunda ve bu kadar kolay erişilebilir olması, yaşamı çok daha yaşanabilir kılıyor. Ben de tüm internet kullanıcılarını kutluyorum buradan, bütün kusurlarına ve eksiklerine rağmen yine de hepimizi bir araya getiren ve neredeyse bütün farkları ortadan kaldıran eşitlikçi, paylaşımcı, özgür bir ortam yaratabildiğimiz için.

Güzel şehirde bir hafta bitti, Çarşamba yine yolculuk var: Bu sefer Afrika kıtasına! Yola çıkmadan önce bir kez daha yazacağım umarım.

Thursday, December 14, 2006

Şehr-i İstanbul, yine, yeni, yeniden


Tamı tamına 23 saat süren yorucu bir yolculuktan sonra sarhoş gibi bir halde 'ev'e varmak.. Yeni bir ev, yeni bir mahalle, yeni bir düzenin keşfedilmesiyle geçen iki gün.. Kendimi yeniden küçük bir çocuk gibi hissediyorum, etrafındaki herşeyin yerlerini ve isimlerini yeniden öğrenen. Kendi ülkemde ve evimde bir turist gibiyim henüz!

Beni karşılayan güzel İstanbul'a bakmak şöyle bir, ayların ardından hasretle, sevgiyle.. Trafiğine, ne kadar güzel bir şehirde yaşadıklarının farkında olmayan insanlarına, kedilerine, martılarına, camilerine, tepelerine, köprülerine sevgiyle bakmak.. Onda kendimi görmek, kendi bölünmüşlüğümü.. Kendi yorgunluğumu, Doğu ve Batı arasında kalışımı, yolculuğumu, yaşamımı.. İstanbul'a durup, bir bakmak.. Her seferinde beni kucaklayan ve hiç reddetmeyen kollarının altında, geceleri ışıklarla aydınlanan gökyüzünün altında güven ve huzurla uyumak.. İstanbul'un tekrar, yine, yeniden kanıma girmesine izin vermek.. Belki de hiç oradan çıkmamış olduğunu farketmek.

Herşeyin ortasında o tanıdık duygu, hani her şey bıraktığım gibi kalmış ve ben aslında okyanusların ötesine hiç gitmemişim hissi.. Yanıltıcı olduğunu bildiğim bir his, tekrar yollara düşüp İstanbul'dan ayrı kalınca bu sefer de İstanbul'da geçirdiğim günlerin aslında bir rüya olduğunu ve gerçek olmadıklarını fısıldayacak bana sinsice, biliyorum.. Bilmeme rağmen ona boyun eğiyorum..

Güzel İstanbul, yine, yeniden.. Yeni Türkü'nün deyimiyle, 'Hem tanıdık, hem yepyeni...'

Monday, December 11, 2006

Sevgi gerçekten..




En sevdiğim filmlerden biri olan ve insanın içini sıcacık ısıtan 'Love Actually'de söylenildiği gibi: Sevgi gerçekten her yerde.. Bu dünyada 'sevgi'nin gerçekten var olup olmadığından şüphe ederseniz eğer, filmde Hugh Grant'in izleyicilere Londra'nın Heathrow havaalanını örnek verdiği gibi ben de size İstanbul- Atatürk Havalimanı'nın 'Yurtdışı geliş' çıkış kapısının hemen dışına bakmanızı öneririm. 'Love actually is all around'

Elvedalardan nefret ediyorum ama kavuşmaları çok seviyorum.


Bavulumu hazırlamam gerek. Yolcu, yolunda gerek:)

Sunday, December 10, 2006

Bir Aralık sabahı




Ağaçlar, çırılçıplak dallarını gökyüzüne uzatmış, soğuktan bulutlara doğru kaçmak ister gibi.. En sevdiğim ay olan Aralık geldi. Beyaz karları, parlak kutlamaları, sessiz ve rüzgarlı geceleri, bacalardan tüten dumanları, soğuk ve karanlık sabahları, yeni bir yılın tanıdık heyecanı, ve geçmiş yıla nedense hep hüzünle bakan gözleriyle Aralık geldi. Keskin bir tren düdüğü böldü geceyi tam ikiye, ıssız sokakların ve uykudaki evlerin rehavetini bozmak istercesine. Kapkara gece sabahın ılık turuncu kollarına doğru koşarken çıplak ağaçlar içini çekti esen rüzgarla yarışmak ister gibi. Titredim gecenin koynunda, Aralık'ın soğuğunda.. Buz gibi havayı içime çektim. Kimbilir dünyanın başka hangi sokaklarında benimle aynı anda nefes alıyordu milyonlarca insan.. Titredim şafaktan hemen önceki gecenin o en soğuk anında. Beni çağırıyordu güzel kuşlar, tüy gibi ince ve hafif bulutlar, yalnızlığına sarılmış avunmaya çalışan mağrur gece, uzak ve solgun yıldızlar, portakal gibi, kar gibi, çam ağaçları gibi tanıdık ve güzel kokan sabahlar, soğuk ve buzlu kaldırımlar, başına buyruk deli rüzgarlar..Aralık'ın kışın yüreğine açtığı kapıdan içeri girdim.

Thursday, December 7, 2006

-5 derecede dondurma

Dün hava sıcaklığından bahsederken farkettik: Hepimiz Chicago'da dünkü havanın gayet ılık ve güzel olduğu kanısındaydık. Gerçekten Chicago'lu olunduğunun anlaşıldığı an budur: Hava -16dan -5e çıktığında kendi kendine: 'Aaa hava ısındı, bugün ne güzel ve ılık bir gündü' demek!



Bu arada Pazartesi günü güzel doğumgünü kahvaltımda beni mutlu eden tüm arkadaşlarıma çok teşekkürler (gerçi burası Türkçe olduğu için hepsi okuyamayacak ama olsun:) Original Pancake House'ta inanılmaz güzellikte bir brunch yaptık. Yemekler, sohbetler, masamız, neşeli hava, herşey mükemmeldi. Original Pancake House bence Chicago'da kahvaltısı en iyi olan yerlerden biri, ve kahvaltıyı çok sevdiğimden benim için oraya her gidişim ayrı bir keyifli. Fotoğrafta da acılı 'Santa Fe' omletim ve kirazlı kreplerim görülmekte. Tabii ki bu kadar çok ve bol kalorili yiyecekleri, yani klasik 'Amerikan kahvaltısı'nı ben bir kaç ayda bir ancak yiyebiliyorum, bizim Türk kahvaltısı kavramımız çok daha sağlıklı aslında. Ama arada bir insan yeni mutfaklara da açık olmalı, bu güzel kahvaltıyı sevdiklerimle paylaşabilmek çok mutluluk verici oldu gerçekten.



Dünkü finalimin btimiş olması ve böylece sadece yazılacak bir makalemin kalmış olması şerefine dün bu havada dondurma yemeye gittik! Gittiğimiz yer sevgili arkadaşlarım Peter ve Gökben'in beni ne zamandır götürmeye çalıştıkları ve dondurmalarını anlata anlata bitiremedikleri Margie's Candies. Sanırım Chicago'nun en eski dondurmacı/şekerci dükkanıymış. İçeriye girince bizi 60'lı 70'li yıllardan kalma bir dekor karşıladı, burada bütün herşeyi, çikolataları, şekerleri, dondurmaları, dondurma soslarını....vs. kendileri yapıyorlarmış. Zaten içeriye girince bir masal dünyasının ortasına düşmüş oluyor gibi insan: Her tarafta çikolatalar, şekerlemeler, karamelli elma şekerleri, kocaman rengarenk lolipoplar,
bonbonlar... Kendimi kötü kalpli cadının şekerden evine giren Gretel gibi hissettim, sanki elimi atsam masadan bir parça koparıp yiyebilecek gibiydim:)

Dışarıdaki karları izlerken gelen kocaman istiridye kabuğuna benzeyen tabaklarda 'turtle split'lerimizi yedik. Gerçekten de övüldüğü kadar varmış buranın dondurması, gerçekten yediğim en güzel dondurmalardandı diyebilirim. Böylece havanın -5 derece olduğu bir günde de dondurma yeme tecrübesini yaşamış olduk! Amerika'da sevdiğim şeylerden biri de bu: Dondurma yemeye sadece 'yaz'a ait bir aktiviteymiş gibi bakılmaması. Hava bu kadar soğukken bile gittiğimizde neredeyse tamamen doluydu dükkan dondurma yiyen insanlarla!

Bir de dün akşam 'Kurtlar Vadisi Irak'ı seyrettik, ben de merakımı gidermiş oldum sonunda. Çünkü Türkiye'deki herkes izledikten ve yorum yaptıktan sonra çok merak ediyordum ve çok istiyordum izlemeyi, ama çok beğendiğimi söyleyemem. Yorumlarımı başka bir yazıma saklıyorum.

Pazar gününe bitirmem gereken bir makale var, sonra ev toplanacak, alışveriş yapılacak, bavullar hazırlanacak.. Yolculuk vakti yaklaştı.

Monday, December 4, 2006

Güzel gün, mutlu gün


Beni bu dünyaya getirmeye karar verdiğin için teşekkürler anne.. Her şeye rağmen, arada sırada üzerimize çöken hüzün bulutlarına, zamansız ölümlere, savaşlara ve acılara rağmen, inadına güzel hayat.. İnadına şeker pembesi bir bebeğin gülümsemesi, inadına bembeyaz yumuşacık bulutlar, inadına serin ve tatlı yeşil üzüm salkımı, inadına mis kokulu ve kıpkırmızı renkte şu açan güller, inadına sıcak ve tanıdık yaşamın nefesi. Tenimizi şefkatle okşayan sabah meltemi, mutlulukla içimize çektiğimiz kahve ve çikolata kokuları, radyodan kulağımıza çalınan o eski ve eşsiz şarkı... Hayatın bütün mutlulukları alay ediyor gibi ölümle ve bütün acılarla.. Hayatın bütün mutlulukları, dünya üzerindeki çirkefliklerin, kötülüklerin, haksızlıkların inadına pırıl pırıl parlıyor ve aydınlatıyor yaşamımızı.. Karşımıza çıkan güzellikler bize aslında 'gerçekten mutlu' geçirilen bir tek an için bile bütün yaşamımızın değer olabileceğini anlatıyor.
Bugün ben 'çeyrek yüzyıl'lık oldum:) Teşekkürler dünya..

Sunday, December 3, 2006

Buzzzz




İnanamıyorum bu kadarına, hani Chicago soğuk olur normalde ama.. Önce hava 'sıcaklığı'na baktıktan sonra şimdi de solda en üstte yazan 'Feels like' (yani hissedilen sıcaklık) bölümünde ne yazdığına dikkat etmenizi istiyorum. İmdat!

Saturday, December 2, 2006

Sağanak yağmurlar, bembeyaz karlar

Haftanın geri kalanı ilk yarısından çok daha güzel geçti. Çarşamba günü üç makalemi de bitirmenin ve sunumumu da yapmış olmanın verdiği rahatlıkla eve gelip tam üç saat uyumuşum! Bütün gün, yağmur öylesine hevesle yağdı ki o gün.. Hiç durmadan, sağanak halinde.. Eve otobüsle dönmeme rağmen giydiğim eteğin uçları sırılsıklam oldu, ayakkabılarım da. Herhalde havanın sabah 17 dereceyle başlayıp akşam 0 dereceye döndüğü tek şehir Chicago'dur!

Chicago'ya bir aydır gelmesi için sabırsızlıkla beklediğim Volver'in sonunda sinemalara gelmiş olduğunu görünce hemen izlemeye gittik o akşam. Film Landmark Century sinemasındaydı ama önce 'fish and chips'li güzel bir akşam yemeği yedik güzel, küçük bir restoranda, dışarının soğuğuna inatla yanan sıcacık şöminenin karşısında.. Günlerdir mideme çay, kahve, siyah çikolata ve Eti Form'lardan başka pek bir şey girmediği için doğru düzgün bir yemek yemek çok güzeldi.



(Filmi izlememiş olanlar okumasın, uyarıyorum:) Tahmin ettiğim gibi, Almodovar yine çok iyi bir iş başarmış. Film kesinlikle bir 'kadın filmi', karakterlerin neredeyse hepsi kadın ve yönetmenin kadın ruhunu ne kadar iyi anladığına bir kez daha çok şaşırdım. Anneler ve kızları, kadınlar ve kız arkadaşları, anneanneler ve kız torunları, kısacası ailelerin dişi yanını oluşturan bütün öğelerin birbirleriyle olan iletişimini çok güzel anlatmış Almodovar. Ve tabii ki aralarında kurdukları o güçlü bağları, dayanışmayı, birbirlerinden aldıkları gücü.. Filmi izledikten sonra annemi gerçekten çok özledim, yanımda olsun ve ben de Penelope'nin filmde yaptığı gibi sarılayım ona istedim. Penelope Cruz bence bu filmde sinema hayatının en iyi performanslarından birini veriyor. Özellikle filme adını veren 'Volver' şarkısını söylediği sahne, göz yaşartıcı güzellikte.. Filmin tonları, kırmızı ve sıcak renklerin bol bol kullanılması, bütün Almodovar filmlerinde olduğu gibi kullanılan müziklerin fevkalade olması, bütün bunlar bu filmi eşsiz kılan öğelerdi bence.

Almodovar'ın filmlerini çok seviyorum, çünkü o toplumda hep baskıya uğramış ve toplumun dışına itilmiş, marjinalleştirilmiş bütün öğelerle kendini özdeşleştiriyor ve onları çok iyi anladığını hissettiriyor filmlerinde: Kadınlar, eşcinseller, travestiler, öksüzler, yetimler, koma halindeki hastalar, yaşlı kadınlar... Kısacası toplumun genel normlarına uymayan ve hep dışarı itilen bütün öğeler, onun filmlerinde başrol oyuncusu oluveriyorlar. 'Volver' bu açıdan diğer Almodovar filmleri kadar keskin değildi, ancak yine de onun toplumun bu kesimlerine hissettiği sempatiyi farketmemek mümkün değildi bu filmde de.

Gündüz o kadar uyuduktan sonra gece bir 10 saat daha, ve ertesi gece de 12 saat kadar uyudum: Meğer ne kadar çok 'uyku borcu'm birikmiş! Hala bir makale ve bir finalim var kalan geriye ancak işin en zor kısmı olan bu hafta geçti ya, çok mutluyum.

Perşembe günü sakin geçen bir günün ardından müzik grubu provamıza gittim. Prova çıkışı bir Lübnan restoranı olan Cedars'a gittik. Akşam yemeğinin bir 'mini-konser'e dönüşmesinden daha keyif verici ne olabilir? Aralarında bir keman çalan, bir bağlama çalan, bir de klarnet çalan üç usta müzisyenin olduğu bir akşam yemeği grubunda hepsi birden enstrümanlarını çıkarıverirse ortaya ne olur? Elbette 'Biz Heybeli'de her gece...'den başlayıp, 'Yedi düvel zindanından beterdir Yedikule' ye uzanan bir şarkılar cümbüşü.. Çok eğlendim, özellikle grubumuz için klarnet çalan Jim klarnetine rakı içirip de 'Bakın şimdi sesi çok daha güzel çıkıyor değil mi?' dediğinde kahkahalara boğulduğumuzda:) Böyle doğaçlama olan, aniden ortaya çıkan güzel anlar eşsiz oluyor. Müzik grubumuzu çok seviyorum.

Cuma sabahıysa bizi bekleyen bembeyaz karlardı dışarıda.. Al-Azhar Üniversitesi ve Fransa'daki başörtü yasağı üzerine ilginç bir konuşmaya gittim, arkasından verilen resepsiyonda hocalarımla ve bölümden arkadaşlarımla yemek yiyip sohbet etme imkanı buldum, güzeldi. Akşam eve gelip geçen dönem almış olduğum hazır 'Tavuk Göğsü karışımı'yla ve evdeki sütle hayatımda ilk defa tavuk göğsü tatlısı yaptım, güzel oldu gerçekten! Hazır bir karışımın böyle başarılı sonuçlar vereceğini hiç düşünmezdim.



Dün akşamsa ilk defa Hyde Park'ta yeni açılan Noon Hookah lounge'a (Nargile kafe de diyebiliriz sanırım) gittik. Nargile eşliğinde Mısır Arapçası öğrenmek, Arapça müzikleri dinlemek, çay içmek ve bir İranlı, iki Amerikalı ve bir Türkten oluşan grubumuzun üyeleriyle tavla oynamak, kısacası sonunda bütün haftanın stresini üzerimden atabilmek çok güzeldi! Kendimi Ortadoğu'da bir Arap ülkesinde gibi hissettim:) Bu arada gerçekten başarılı bir yermiş, bir kez daha gitmek lazım mutlaka diye düşündük.

Güzel geçen bu bir iki günden sonra tekrar kitaplar ve defterlerin arasına gömülme vakti geldi.. Çarşamba gününe bir finalim ve önümüzdeki hafta sonuna yazmam gereken bir makale daha var. Az önce baktığım hava durumu web sitesine göre hissedilen sıcaklık -11 derece şu anda! Dışarıya çıkmaya korkuyorum. Evimin sıcak korunağında battaniyemin altında elimde bir çay fincanıyla oturmak çok daha cazip geliyor. Chicago'nun yaman soğuğu, yine gelip yerleşti rahatça şehrin üzerine.. Kış geldi.

Wednesday, November 29, 2006

Sabahın 5i, yorgunluk, kafein, uykusuzluk


Simsiyah kahve, sayfalar, sayfalar, sayfalar, notlar, yazılar, kalemler, KitKat çikolata, masa lambası, gece, karanlık, stres, klavye, referanslar, dipnotlar, paragraflar, kelimeler, tanımlar, argümanlar, girişler, gelişmeler, sonuçlar, kağıtlar, defterler, kitaplar, bitkinlik, bilgisayar ekranı, kafein fazlası, mide bulantısı, uykusuzluk, sayfalar, sayfalar, sayfalar.

Monday, November 27, 2006

Piyanonun beyaz kuşları




Uzun zamandır yazacağım, yazamıyorum, Fazıl Say 19 Kasım'da burada Chicago'da inanılmaz güzellikte bir konser verdi ve ben de bu konseri izleyen şanslı kalabalık arasındaydım. Chicago Senfoni Orkestrası'nın sahnesinde olan konsere giderken, tabii ki sanatında iyi olduğunu biliyordum Fazıl Say'ın ama gerçekten bu yüksek beklentilerimin bile çok üstünde bir performans sergiledi o. Konser programı dahilinde Say Bach'tan Prelude and Fugue in A Minor, yine Bach'tan Say düzenlemesiyle Passacaglia in C Minor, Beethoven'dan Sonata No. 17 in D Minor (Tempest) ve son olarak da Lizst'in Sonata in B Minor'ını çaldı. Ama sadece 'piyano çalmak' demek haksızlık olur bence performansına.. Daha çok, bizi koltuklarımızdan alıp bambaşka bir dünyaya götürdü Fazıl Say.

İşini çok iyi ve çok severek yapan herkes gibi Fazıl Say da kendini kaybediyor o anın içinde çalarken.. Piyanonun tuşları küçük beyaz kuşlar gibi gökyüzüne uçuveren notalara dönüşüyor parmaklarının altında.. O kuşlar alıyor dinleyeni, bembeyaz bulutların, duru göllerin, koyu yeşil ormanların, ve çivit mavisi bir gökyüzünün kapladığı bambaşka bir dünyaya götürüyor kanatlarının üzerinde.. O dünyada müziğin büyüsüyle canlanan piyanonun tuşları, inci bir kolyenin taneleri gibi teker teker dökülüyor yüreğine insanın.. Bir anda dağılıveriyor beyaz kuşlar dört bir yana ve sonsuz, serin bir okyanusa dalıveriyor insan, notaların değişen dalgaları, kendilerine ait sesleriyle.. Yarattığı bu dünyayı herkesten iyi o biliyor ve şaşkınlıkla, huşu içinde farkediyorsunuz ki, o piyano çalarken bu dünyaya ait değil zaten.. Belki de her parça bittiğinde etrafına biraz sarhoş, biraz şaşkınca bakması, daha sonra da alkışları her seferinde ayağa kalkarak kabul etmesi bu yüzden. Bu dünyaya geri döndüğünde farkediyor ancak sahnede olduğunu sanki, ve buna uyum sağlaması biraz zaman alıyor..

Bitmeyen alkışlar sonunda tam üç kere 'bis' (sahneye geri dönüş) yaptı çaldıktan sonra, ilkinde o inanılmaz güzellikteki 'Kara Toprak'ı çaldı. Bir insan piyanodan nasıl bağlama sesi çıkarabilir? İşte bunu gösterdi bize Fazıl Say.. İkincisinde caz melodileri ile süslenmiş bir parça ve üçüncüsünde ise Mozart'ın Türk Marşı'nın kendi yorumu olan caz varyasonunu çaldı.. Hepsini de giderek artan bir hayranlık ve mutlulukla izledik. O gerçekten de sahnede kendini buluyor, her ne olmak isterse o oluyor piyano çalarken, ve bundan hem kendisi çok büyük bir keyif alıyor, hem de onu dinleyenleri eşsiz bir yolculuğa çıkarıyor.

Türkiye'den işini böylesine iyi yapan insanlar çıktıkça, ülkem hakkında umutlarla doluyor içim.. Seviniyorum.

Friday, November 24, 2006

Şükran günü, dostlar, eğlence




Amerika'da toplam 4 günlük Şükran Günü (Thanksgiving) tatili dün başladı. Genelde Ameirkalılar bugünde ailelerini ziyaret edip, bütün günü evde geçirerek çok büyük bir akşam yemeği yiyorlar. Doğal olarak bu yemeğin ana öğesi hindi (bu yüzden bazen bu güne 'hindi günü' ya da 'Turkey Day' de deniyor) , ve yanında genelde Amerikanın güneyinde yenilen ve 'soul food' da denilen özel yiyeceklerden yeniliyor. Bunlar genelde patates püresi, cranberry (Türkçesi yabanmersini sanırım) sosu, haşlanmış mısır, ızgara sebze. ve yemeğin sonunda balkabağı tatlısı (genelde turta şeklinde)...vesaire gibi yemekler.

Şükran Günü'nün en önemli özelliği yemek yemek sanırım! Amerikalılar bugünde neredeyse bir aya yetecek kadar çok yemek yiyorlar. Zaten insanlar aileleriyle çok az birarada yemek yedikleri için bu onlar için özel ayrılmış bir 'aile vakti' gibi oluyor. Mesela ben Türkiyedeyken ailece sofranın başına oturup yemek yemek çok günlük, normal bir olaydı bizim için. Ama burada sadece kutlamalar ve tatillerde biraraya geliyor insanlar ve bu da yılda sadece bir kaç kez olduğundan, her biraraya gelişleri abartılı kutlamalarla süslemeye çalışıyorlar. Sanırım kültürlerarası farklar dedikleri bunlar olsa gerek..

Biz de dün Türk-Amerikan karışımı bir Şükran günü kutladık. Grubumuz Türktü ama yemekte hindi ve cranberry sosu da yedik mesela, buranın adetlerine uygun olsun diye. Bir de ben bugünün önemini 'Şükran' göstermek olarak algıladığımdan tabii ki yemekten önce bize verilen nimetler, sağlığımız ve birarada olduğumuz için şükrettik. Biliyorum bu bir yemek blogu değil ama o kadar çok yedik ki ve yemeklerimizde o kadar değişik mutfaklardan örnekler vardı ki, ben de bir 'yemek fotoromanı' hazırladım blog'um için:)


Yemeğimiz önce cips, guacamole ve salsa soslarıyla başladı.. (Meksika kökenli:)









Türk mutfağını temsil edenler tarhana çorbası, fasulye yemeği, köfte ve pilavdı. (hepsi de çok güzeldi bu arada:)

















Ve tabii ki Amerikan 'Şükran günü' geleneğinin temsilcisi ve günün başrol oyuncusu devasa hindi.. (sadece üçte birini yiyebildik) Ve yanındaki kapta 'cranberry sosu'













Hindinin kesilip biçilip sofraya geldikten sonraki hali:) Yanındakiler de kızarmış Brüksel lahanaları..Herşey çok lezzetliydi.












Bütün bunları yedikten sonra bir de üzerine taze ekmek, en sevdiğim Fransız peyniri olan Brie ve incir reçeli yedik! (sanırım bu da Fransız mutfağını simgeliyor) Yanında Türk çayı ve İngiliz çaylarının karışımından oluşturduğum bir çay içtik:)










Brie peynirinin açıldıktan sonraki hali, reçelle.. Sanırım bundan sınırsız miktarlarda yiyebilirim kendimi tutmasam:P















Meyveler ve çay...










Ve en son olarak, herşeyi yedikten ve yerimizden kalkamayacak duruma geldikten iki saat kadar sonra geceyi elmalı turta ve pecan pie denilen (cevize benzeyen bir tür meyve, resimde soldaki) turtadan dilimler ve üzerlerine konan vanilyalı dondurmayla bitirdik.. Sanırım daha bir ay hiç bir şey yemesem de yaşayabilirim:)


Bu yemeklerin arasında tabii ki güzel sohbetler, kahkahalar, şarkılar, türküler de vardı.. Elektro gitar ve bağlamadan oluşan bir orkestra eşliğinde türküler söyledik bağıra çağıra, sonra Zeki Müren bile dinledik:) Bu stresli ders haftasının ortasında çok dinlendirici oldu benim için Şükran günü.

İnsanın ailesinden çok uzakta, başka bir kıtada arkadaşlarının yanında kendisini ailesiyle bilikteymiş gibi hissetmesi, yani arkadaşlarının ona ailesi kadar yakın olabilmesi, sanırım eşi benzeri bulunamaz bir şey. Varolan en güzel hislerden biri bu sanırım. Dostlarımı seviyorum ve böyle bir günü hep birlikte yaşayabildiğimiz için çok mutluyum, çünkü haftanın geri kalanında ve önümüdeki iki hafta boyunca bu depoladığım enerjiye çok ihtiyacım olacak..

Wednesday, November 22, 2006

Son iki hafta



Derslerin son iki haftası, yani 'tam gaz ileri' halleri, kütüphanede bütün kitapların durduğu 'stacks' bölümünde kaybolma, günün 24 saatini en verimli şekilde kullanmaya çalışma, 'bir saatte kaç sayfa okunur' rekorunu kırmaya çalışma, mümkün olduğunca az uyuyup, az yemek yiyip, masamın başından mümkün olduğunca az kalkıp, bilgisayarımın ekranıyla haşır neşir olma zamanı..

Okumam gereken sayfalar, kitaplar, defterler, kalemler, dosyalar, sevgili Macbook'um, Fas usulü naneli yeşil çayım ve ben, masamı paylaşıyoruz bu gece.. Bu gece, uzun olacak sanki.. Bu iki hafta zor geçecek gibi görünüyor. Sanki Aralık'ın 10'u hiç gelmeyecek gibi.. Haftaya yazmam gereken tam 3 tane makale var! Paniklememeye çalışıyor ve gecenin karanlığına, sayfaların içine dalıyorum, çayımdan bir yudum daha aldıktan sonra..


Şimdi dinlediğim: Clair de Lune - Debussy


Fotoğraf: Chicago Üniversitesi Regenstein kütüphanesi, Fotoğrafçı: Kris Cohen

Tuesday, November 21, 2006

Uykunun derin sularında



Yine uyku düzenim değişti tamamen, geceleri az uyuyup gündüz uykularına yatıyorum. Sonuçta sersem gibi, sarhoş gibi oluyorum, tekrar bir düzene sokmam gerekiyor bu durumu. En son master tezimi yazarken böyleydim, akşam gelince odama, saat 5 gibi yatıyor, sonra 9 gibi kalkıyor, bütün geceyi uyanık geçirip yazıyor, sonra da sabaha karşı 4-5te yatıp 9 gibi de uyanıyordum. Böylece gece uykum 2 ayrı zamana bölünmüş oluyordu, ancak bu düzenin üzerimde olumlu etkiler bıraktığını söyleyemem. (Çalıcan'a sevgiler burdan, tez yazmak böyle oluyor işte:)

Dün çok komik bir şey oldu, eve gelip yorgunluktan saat 6da uyuyakalmışım (öğle uykusu için çok geç, gece uykusu için çok erken bir saat) ve niyetim yarım saat kadar uyumak olmasına rağmen 2 saatten fazla uyumuşum. Saat 8de telefonumun çalmasıyla uyandım. Özellikle böyle garip saatlerde uyuyunca iyice sarhoş gibi oluyorm, uyanınca saat kaç, günlerden ne, tamamen unutmuş oluyorum. Telefonum çaldığında saat 8di ve ben sabahın 8i mi, akşamın 8i mi anlamaya çalışırken açtım telefonu. Numara tanımadığım bir numaraydı, dolayısıyla baştan kaybetmiştim, çünkü zaten başım sersem gibiydi. Aramızda geçen diyalog aynen şöyleydi: (B: Ben, A: Arkadaşım)

B: Hello?
A: Merhaba, ben Moonshine'la görüşmek istemiştim.
B: Kim? Ne? Efendim? (Burada uykunun derin sularından yukarıya çıkmaya çalışıyorum, yukarda hayal meyal bir ışıklar görüyorum ama daha çok derinlerdeyim henüz)
A: Moonshine'la görüşmek istemiştim. Kendisi orada mı?
B: Ne? Nasıl yani? (Burada olayın mantığını anlamaya çalışıyorum, henüz beynimdeki mantıklı düşünme mekanizmaları çalışmaya başlamamış)
A: Ben Moonshine'la görüşecektim. (Sabırla hala konuşmayı devam ettiriyor)
B: ...Hahahah... (Neden güldüğümü bilmiyorum burda ama)... Kimle demiştiniz?
A: Moonshine'la... (Sessizlik, sabrın sonlarına yaklaşma)...
B: Onunla görüştüğünüzde ona ne söyleyeceksiniz? (İşte dünyanın en alakasız sorusu..Neden bu soruyu sordum bilmiyorum..)
A: Ona R.nin aradığını söyleyebilir misiniz lütfen? (konuşmanın absürdlüğün uç noktalarına taşınması)
B: Aaaaa R. sen misin??? (Konuşmanın normal sınırlarına dönmesi, sonunda uykunun derin sularından çıkmış olarak karşımdakinin söylediklerini anlayabilmem)

Hala şaşırıyorum, bütün konuşma boyunca neden 'Evet ben oyum, ne istemiştiniz?' gibi basit bir soruyu sormak aklıma gelmedi diye. Çok komik gerçekten, düşündükçe kendime gülüyorum. Başağrısı ve sarhoşluk hissiyle saat 10a kadar uyuyup ancak 10da başka bir arkadaşımın telefon etmesiyle uyanabildim, ve gece geç saatlere kadar da uyuyamadım tabii ki. Artık uyumamalıyım böyle garip saatlerde, uykumu bir düzene sokmam lazım.

Saturday, November 18, 2006

There is a light that never goes out





Hiç sönmeyen bir ışık var gecenin içinde..Bu güzel The Smiths şarkısını aklıma getiriyor. Ne zaman baksam penceremden, bir turuncu, bir yeşil, bir sarı, yanıp sönüyor. Ama hiç bir zaman kararmıyor ya da yerini terketmiyor. Gecenin koyu karanlığının içinde, orada, kimbilir başka kimlerin daha gecesini aydınlatan bir ışık var. Simsiyah bulutların altında uyurken şehir, bana göz kırpıyor ışık, 'sen rahat uyu' diyor, 'merak etme, ben hep buradayım, ve uyumuyorum hiç..'

Kara bulutların altında yüreğim köşeye sıkışmış bir kuş gibi çırpınmaya başladığında, gecenin soğuk nefesi üşüttüğünde ruhumu, sessiz sokaklar üzerime geldiğinde, uykusuz geceler başıma çöreklendiğinde, depremlerle sarsılıp titrediğinde içim, biliyorum ki hiç sönmeyen bir ışık var gecenin içinde.. Hatırlıyorum iç ferahlatan varlığını, parıltısını, renklerini, koşup cama bakıyorum hemen varlığından tekrar emin olmak istercesine. Orada, karanlığın içinde, fırtınanın gözünde, bir ışık var hiç sönmeden parlayan.. Yaşamıma umut, renk, coşku, tutku, sevinç, neşe katan.. Varlığı sakinleştiriyor beni, serin sularla yıkıyor yanan yüreğimi..

Nerede olursam olayım, biliyorum ki gecenin derinliklerinde, hiç sönmeyen bir ışık var orada bir yerlerde..

Friday, November 17, 2006

İsimler ve anlamları



İsimlerimiz ve anlamları üzerine düşündüm bugün derste Widad Qadi 'Gece yolculuğu'ndan bahsedip benim adımı yazınca tahtaya. Burada çoğu insan Doğu'da isimlerin bir anlamı olmasına, hem de gerçekten derin anlamları olmasına çok şaşırıyor. İsmimi çok seviyorum, hem melodisi güzel geliyor kulağa, hem de anlamını ve kökenini çok sihirli buluyorum. Adımın anlamının 'gece yolculuğu' olması ve Miraç gecesini anlatırken kullanılması, Arapçadan geliyor olması ve Kuran'da önemli bir yeri olması mutlu ediyor beni. Farkettim ki ailemizdeki bütün isimler Arapçadan geliyor. Aslında Farsça isimleri de çok seviyorum, kulağa gerçekten çok hoş geliyor tınısı Farsçanın.

Elif Şafak'ın Pinhan'da söylediği gibi isimler gerçekten de büyülü ve büyücü aynı zamanda bence. Bize verilen isim, bizi tanımlıyor, ama bir süreden sonra biz de o isme göre şekillenmeye başlıyoruz. Yani iki taraflı bir yolculuk bu, hem biz ismimizi etkiliyoruz, hem de ismimiz bizi etkiliyor. İşte bu yüzden insanlık tarihi boyunca bir şeye isim verme, onun üzerinde tartışmasız bir güç sahibi olmanın da simgesi oldu. Bir şeye ilk kim verdiyse ismini, bu ister yeni bir icat olsun, ister varolan bir kıtanın keşfi, ister yeni bir yıldız, ister yepyeni bir bitki türü, ona ilk ismini veren, üzerinde egemenliğini ilan etmiş gibi oluyor. Ve verdiği isim daha sonra büyük bir olasılıkla değiştirilmeyeceği için aynı zamanda onun üzerindeki imzası gibi de kalıyor.

'Adlandırma' eylemi insanlar arasında gerçekleştirildiğinde ise daha da ilginçleşiyor. Çoğunlukla kendimiz seçmiyoruz ismimizi, biz bebekken bize veriliyor adımız ve biz büyüdükçe ona alışmamız ve onu sahiplenmemiz bekleniyor. Öylesine benimsiyoruz ki ismimizi ve özdeşleşiyoruz ki onunla, bir süre sonra çok kalabalık bir yerde alçak sesle dahi söylense ismimiz, dönüp bakmak bir reflekse dönüşüyor bizim için.

Türkçe de bu açıdan çok güzel bir dil, çoğu zaman bir sözcükten bahsederken onun, anlattığı nesnenin ya da kavramın özelliklerini almış olduğunu farkediyorum. Mesela su, akıcı basit ama çok önemli bir maddeyi anlatmak için çok güzel bir sözcük. Ya da uyku, ne kadar yumuşak ve rahat söylenen bir kelime, tam da uyku halini anlatıyor gibi.. Renklerin isimleri de çok ilginç, mesela 'Mavi', Farsça 'Mai' den geliyor, yani 'suya ait, su gibi' demek.. Kelimelerin kökenlerini araştırmak ve nereden geldiklerini keşfetmek, etimolojik köklerini bulmak çok eğlenceli gerçekten. Aynı kelimenin farklı dillerde ne kadar çeşitli ve değişik anlamlarda kullanıldığını görünce şaşırmamak elde değil.

Biz ismimizi şekillendiriyoruz, ismimiz de bizi.. Acaba farklı bir ismimiz olsaydı kişiliğimiz daha mı farklı olurdu? Ya da adaş olanların birbirine mi benzer karakterleri? Benim tek bir ismim olduğu için de çok merak ediyorum: İki ismi olan insanlar, neden birini diğerine tercih eder mesela? O ismi kullanmalarının ve diğerini geri plana atmalarının sebepleri nelerdir? İnsanlar çocuklarına isim koyarken en çok neleri düşünür, nelerden ve kimlerden etkilenir? Koyduğu ismin çocuğu üzerinde nasıl bir etkisi olacağını tahmin edebilir mi önceden? Ya da kendi hayallerini mi yükler aslında farkında olmadan çocuğuna, verdiği isimle?

İlk tanıştığımızda birisine herşeyden önce adını sormamızdan belli ne kadar önem verdiğimiz isimlere. O kişinin adını en başa yerleştiririz ve onun altına sıralarız bütün özelliklerini, kişiliğini, onunla ilgili gözlemlerimizi.. Bir insanın yüzünü düşündüğümüzde, adından ayıramayız gözümüzün önüne gelen imgeyi..

'Bir isim seç' deselerdi bize dünyaya gelir gelmez, acaba farklı bir isim mi seçerdik, yoksa kendi ismimizi mi alırdık yine?

Thursday, November 16, 2006

Neden?



'Neden öyle hissedecekmişsin ki?' diye sordu..
'Neden mi?' dedim, 'nedenini söyleyeyim: Yarın, bu saatlerde, şu anda etrafımda olan herşey ve herkes, benim için bir rüyadan farksız olacak..'

Verecek bir cevabı yoktu buna, sustu...
Sustuk..

'Son'ların acı tadı oturdukça içimize, daha da koyulaştı sessizlik.. Dünyayı düşündük, yaşadığımız herşeyin bir rüyadan farksız oluşunu, bir gün çok 'kesin' olan bir gerçeğin, ertesi gün nasıl bir yalana dönüşüverdiğini.. Doğru bildiklerimizin terketmesini bizi, kendimizi yitirmeyi ve yeniden bulmayı, hayat denen bu macerayı.. Bu kadar acı ağır geldi bize, sustuk..

'Hem öyle olmasaydı, nasıl değerini bilirdik ki sonların?' dedim aniden. Son bir çabaydı bu, yaşadıklarımıza bir anlam kazandırmak için son bir çırpınış.. Gidiş ve gelişleri anlamlı kılmak için, doğruyu yaptığıma inanmak için, sessizliği delmek için sadece belki de. Sorum, asılı kaldı havada, mavi gökyüzüne bırakılan kırmızı bir balon gibi.

Gülümsedi.. Bir şey söylemeden, yürüyüp gitti..

Geriye masmavi gökyüzü kaldı, sonsuz..

*Fade to black*

Monday, November 13, 2006

Pazartesi yorgunluğu



Hava çok soğuk ve karanlık bugünlerde, 'kara kış'ın ortasına doğru ilerliyoruz gittikçe. Günler iyice kısaldı ve havanın saat 4 buçuk civarlarında kararması bende uyuma isteği yaratıyor erkenden. Bugün dersten hemen sonra kendimi pek iyi hissetmediğim ve biraz başım ağrıdığı için hemen eve geldim, ağrı kesici alıp kendime vanilyalı Rooibos çayı yapıp yattım. Dışarının soğuğundan sonra evimin sıcaklığı ve rahatlığı çok iyi geldi gerçekten, tam 2 saat uyumuşum! Zaten ne zaman kısa bir öğle uykusuyla dinlenmek istesem 20 dakika olan uyuma hedefim bir buçuk iki saate kadar çıkıyor mutlaka.

Elif Şafak'ın 'Mahrem'ini okumaya başladım, okuduğum diğer kitapları olan Pinhan, Araf, Bit Palas ve Baba ve Piç arasından en çok Pinhan'ı beğenmiştim. Bu kitabı sanırım diğerleri arasından en çok Pinhan'a benziyor yazılış tarzı ve dili itibariyle, ve okuması keyif verdı bana gerçekten. Normalde dersler için o kadar çok okuma yapıyoruz ki sadece keyif için kurgu/roman tarzı kitaplar okumak çoğunlukla bir lüks benim için.

Derslerin 8. haftası başladı, haftalar birbiriyle yarışıyor gibi inanılmaz bir hızla geçiyor. Bir aydan kısa bir süre sonra Türkiye'ye gideceğim, oradan da bir haftalığına Kahire'ye uçuyoruz, Mısır'daki arkadaşımı ziyaret etmek üzere. Çok heyecanlıyım, ilk defa Arapça konuşulan bir ülkeye gideceğim, her ne kadar henüz onların konuştuğu 'normal hayat Arapçası'nı konuşamasam da. Arapça'nın böyle bir zorluğu var: Medyada ve siyaset yaşamında konuşulan 'klasik' Arapçaya 'fusha' deniyor ve biz 3 senedir üniversitede işte bu dili öğreniyoruz, halbuki Kahire'de sokakta konuşulan Arapça, yani 'Ammiya' denilen halk dili bu dilden çok farklı ve mesela ben neredeyse 4 senedir Arapça öğreniyor olmama karşın halkın konuştuğu dili anlayamıyor ve konuşamıyorum. Ama bilenler öğrenmenin çok kolay olduğunu söylüyor ve bir arkadaşımın da bana vereceği Mısır Arapçası dil rehberinin de yardımıyla idare edebilim diye umuyorum:) Oraya gidince blog'uma her gün yazacağım gezimin ayrıntılarını mutlaka.

Daha Pazartesiden başladı bu haftanın yorgunluğu, bakalım nasıl geçecek kalan 3 ders haftası. Yazmam gereken bir çok makale ve yapmam gereken bir kaç sunum var. Zaman hızlandı yine, zorlanıyorum yetişmekte sanki..

Saturday, November 11, 2006

Haftasonu, insanlar, sohbetler




Bu fotoğraflara bakıp da Chicago'nun ne kadar güzel bir şehir olduğunu inkar edebilecek olan var mıdır acaba? Arkadaşım Duane, 'Museum Campus' da denilen, bir çok müzenin üzerinde bulunduğu ve Michigan Gölü'ne doğru uzanan burundan çekmiş bunları. Teşekkür ediyorum kullanmama izin verdiği için:)


Hava giderek soğuyor buralarda, Perşembe günü 18 derece kadar yüksek bir sıcaklığa çıkmışken bugün neredeyse sıfıra indi yeniden, kar yağacak gibi.. Dün ilginç bir İran filmi izledik, üzerine film ve hayat hakkında felsefi konuşmalar yaptık uzun uzun.. Dışarıda şimşekler çakıyor ve yağmur yağıyordu. Bugün yiyecek alışverişi yapmakla, yemek pişirmekle ve bir arkadaşımın evinde akşam yemeği ve saatlerce süren güzel sohbetlerle geçti. Haftasonunun bu umursamaz hallerini çok seviyorum. Cuma ve Cumartesi akşamları özellikle, insanın üzerinde bir rahatlık oluyor ki, sanki Pazartesi hiç gelmeyecek gibi bütün korkunçluğuyla. Özellikle Cuma akşamına bayılıyorum. Amerikalılar da böyle düşünüyo olmalı ki 'Thank God It's Friday' sözünü bulmuşlar, kısaca TGIF, bizim Bağdat Caddesi'ndeki restoranın (T.G.I. Friday's) adının buradan geldiğini ilk defa buraya gelince farketmiştim.

İnsanın ne kadar sosyal bir varlık olduğunu her geçen gün yeniden farkediyorum. En çok keyif aldığım şeylerden biri, arkadaşlarımla oturup hayat hakkında, insanlar hakkında, duygularımız, düşüncelerimiz ve yaşamda bizim için değerli olan her şey hakkında konuşmak.. Son zamanlarda çok önemli bir şeyi farkettim: Blog'uma yazmaya karar verdiğim çoğu düşüncemi, başka birisiyle konuşurken keşfediyorum. Bu düşünceler ya da duygular içimde bir yerlerdeler, ama eğer oturup kendi kendime düşünsem asla bu şekilde ortaya çıkamazlar gibi geliyor. Ancak bir konuşmanın içinde kendimi onları ifade ederken bulduğumda hayretle keşfediyorum varlıklarını. İletişim, insanın kendini bulmasına ve kendiyle ilgili bir çok şeyi farketmesine yardımcı oluyor. Bu yüzden insanları ve onlarla iletişim kurmayı çok seviyorum, çok değişik kökenleri olan bir çok arkadaşım olması ve hepsinden yeni bir şeyler öğrenebilmek büyük bir şans. Her insan, bambaşka bir dünya gibi, herkesin kendine özel ümitleri, hayalkırıklıkları, mutlulukları ve acıları var. Birbirimizle paylaştığımızda bütün bunları, işte o zaman gerçekten insan olduğumuzu hissediyoruz sanırım.

Thursday, November 9, 2006

Ortadoğu müzik grubum




İki haftadır gündemde olan konserlerle tekrar Ortadoğu müzik grubumuzun içinde olmanın, böyle güzel bir oluşumun parçası olabilmenin tadını çıkarıyorum. Bu dönem yine bütün hızıyla başladı provalar, her hafta Perşembe akşamı saat 6da buluşuyor, 8e kadar müziğin o büyülü dünyasında kaybediyoruz kendimizi. Her hafta olan provalar ruhumda bir terapi etkisi yaratıyor adeta, çünkü yaratılan şey o kadar güzel ve ilahi ki, bunun insanın ruhunu dinlendirmemesi imkansız.. Orkestramız artık sadece Chicago'da değil, Amerika genelinde de tanınıyor üniversite çevrelerince, ve konserlerimiz her zaman tıkabasa dolu oluyor. Bu çok mutluluk verici bir duygu. Müziğe bu denli kendini vermiş bir grubun ortaya çıkardığı müziğin geniş bir dinleyici kitlesine ulaşması, bu çabanın boşuna sarfedilmediğini de gösteriyor aslında..

Chicago'da bulunduğum bütün seneler boyunca müzik grubumuzun bir parçası oldum, ve bu grup hayatıma çok değişik bi boyut ve renk kattı. Müzik grubumuzdan tanıdığım güzel insanlar, birlikte geçirdiğimiz zamanlar, provalardaki bazen neşeli, bazen tekraralamaktan yorgun hallerimiz, konser öncesi heyecanımız ve sonrasındaki haklı gurur ve sevincimiz, alkışları karşılarken.. Bu duyguların hepsini de bir 'takım'ın parçası olduğumuzu bilerek hissettik biz ama, hiç bir zaman başarıyı tek bir kişiye ait görmedik, o ne benim, ne de senin başarındı, o hepimizin, 'bizim' başarımızdı gerçekten de. Bir orkestrada her bir enstrümanın çıkardığı ses, bütüne katkıda bulunur ve sadece bir tanesi bile eksikse, o şarkı aynı şarkı değildir artık. Birlikte oluşturduğumuz bir şarkının güzelliğini bütün ayrıntılarıyla görebilmeyi, herkesin küçük gibi görünen rollerinin aslında bütünde ne kadar önemli olduğunu, ve 'biz' diyebilmenin güzelliğini öğrendim ben grubumla.




Grubumuzun başarısında tabii ki grubu yöneten ve bütün provalarda bizi yönlendiren Issa Boulos'un çok büyük bir emeği ve katkısı var. O olmasaydı grubumuz sanırım varolamazdı, varolsa bile şimdiki başarısını ve popülerliğini yakalayamazdı. İnanılmaz mükemmeliyetçi olduğu için Issa, bir eserin son halinde kusur görmek istemediği için, bu bize onlarca kez aynı melodiyi tekrarlamaya mal olsa dahi disiplinli tavırlarından ve kararlı rehberliğinden vazgeçmiyor. Zaten böylesine büyük bir grup da bu kadar başarılı bir şekilde ancak böyle yönetilebilirdi. İyi ki varsın Issa!




Yaptığımız müzik bir çok değişik renk ve kalınlıkta ipliğin özenle dokunduğu bir kilim gibi.. Şen şakrak bir kanun doğaçlamasının ardından derin ve ağırbaşlı bir ud sesi giriyor araya bazen, kudüm ve bendir ritimlerinin arasında.. Kemanlar bir ağızdan şarkı söylemeye başlıyorlar, o hüzünlü ve ağlayan sesleriyle.. Darbukanın ritmine tef eşlik ediyor, müzik gitgide hızlanıyor birden, neşeli bir klarnet melodisi duyuluyor aradan.. Yanık bir ney sesi ekleniyor orkestranın uyumuna, utangaç ve belli belirsiz.. Sonra hepsi susuyor ve duyar duymaz tüylerimi diken diken eden, yanıbaşıma Anadolu'nun sapsarı bozkırlarını, uçsuz bucaksız yaylalarını, buğday tarlalarını, yanık yüzlü insanlarını, vatanımı getiren bir saz sesi duyuluyor sessizlikte.. Saz sesi, bir şelaleden çağıldayarak akan buz gibi sular gibi, saz sesi uzak iklimlerden kulaklarıma fısıldanan tanıdık bir 'merhaba' gibi. Yüreğimi serinletiyor, 'korkma' diyor bana, korkma küçük kız, bu kadar uzaklarda bile olsan, hala evindesin..'

Müziğin işte böyle evrensel bir gücü var, farklı ırklardan, dinlerden, ülkelerden gelmiş onlarca insan, bir mekanda toplanıp evrensel bir güç yaratabiliyor işte böyle. Aynı dili konuşmasaydık dahi birbirimizi anlayabilirdik eminim, müzik sayesinde. Bu 'takım'ın bir parçası olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Müziğin evrenselliğine tanıklık edebilmek ve en önemlisi onu yaratma sürecinde bir katkıda bulunabilmek, gerçekten mutluluk verici..





P.S: Grubumuzun fotoğraflarını çeken ve bu güzel fotoğraflarını blog'umda kullanmama izin veren sevgili dostum Nathan Pearson'a teşekkürler:)

Tuesday, November 7, 2006

Kasım sabahı karanlığı

Sisli, puslu, karanlık bir Kasım sabahı..Neden hep bu ayda sabahlar böyle ağır bir yük getirip koyar insanın yüreğine? Soğuktan mıdır içimizdeki karanlık, bitmeyen yağmurlardan mı, sabahların pusundan mı? Hayatlar biter, başka hayatlar başlarken neden arada durup bakarız pencereden dışarıya, bir an olsun herşeyi, hayatın bütün getirdiklerini, çılgın temposunu unutarak? Pencerenin dışında, ağaçlar neredeyse çıplak, binaların üzeri hafif ıslak, sokaklarda henüz kimse yok.. Pencerenin dışında, dünya yeni bir Kasım gününe hazırlanıyor yorgun argın. Arada sırada trenler geçiyor uzakta görünen trenyolundan, o bitmeyen telaşlı halleriyle. Bazen birisi yürüyor tek başına sokakta, Kasım sabahının yorgunluğu ve bıkkınlığı onun da binmiş omuzlarına, besbelli..

Kasım sabahında, neden ben Türk siyasetinde bir dönem bitmiş gibi hissediyorum? Bir insanın hayatının bitiminden çok, uzun ve güzel bir şiirin bitimi gibi üzüyor beni bu son. Garip, gidişler, terkedişler hep puslu Kasım sabahlarına mı rastlar? Ve acaba masmavi gökyüzüne uçan bir beyaz kuş gibi midir gidişler hep?





Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil, unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma...



Melih Cevdet Anday

Sunday, November 5, 2006

Zaman, nereye gidiyor?




Aklıma Ingmar Bergman'ın muhteşem filmi 'Yaban Çilekleri'nin başındaki bir sahne geliyor günlerden beri. Başrol oyuncusu kabusunun bir kısmında baktığı saatin akrep ve yelkovanlarının olmadığını görür! Daha korkutucu bir kabus düşünemiyorum, zaman kavramının olmadığı bir mekanda gerçeklik, somutluğunu yitirir ve yokolur gibi geliyor.

Zaman o kadar göreceli ve değişken bir kavram ki aslında.. Zamanı hızlandırmak ya da yavaşlatmak elimizde diye düşünüyorum, yani beynimizin algılayışına bağlı olarak çok değişiyor zamanın nasıl geçtiği bize göre. Aynı şehirde olan iki kişi için bile zaman farklı geçiyor olabilir mesela, biri hastanede bir yakınının ameliyattan çıkmasını bekliyordur belki, diğeri ise evinde arkadaşlarıyla sohbet ediyor, çay içiyordur. Bu iki insan için mesela saat 6 ile 7 arasında zaman, farklı hızlarda geçer. İnanılmayacak gibi ama gerçek: Zamanı algılayışımız, onun içinde nasıl hareket ettiğimizi etkileyebiliyor.

İnsanın yaşının ilerlemesiyle de değişir zaman kavramı, çocukken 'bir yıl' adeta sonsuzluğa eşitmiş gibi gelirken, yıllar geçtikçe zaman kavramı daralmaya başlar. Bir de bakarız ki, bir yıl, bir ana eşit olmuş neredeyse. Korkutur bizi bu değişim, ürkeriz, hem sürekli söylemez mi anneanne ve babaannelerimiz, 'Hayat göz açıp kapayıncaya kadar geçti' diye.. Gitgide kısalan ve gitgide ivmelenen zamanın nasıl acımasızca bütün bir yaşamı ellerinden alıverdiğini anlatmazlar mı gözleri dolu dolu?

Yaşamın ritminin içinde bazen, kendimi hızla koşan zamanın gerisinde ona yetişmeye çalışıyor gibi hissediyor, bazense ileriye geçip onu peşimden sürüklemeye çalıştığımı duyumsuyorum. Hiç bir zaman eşit değiliz sanki onunla, hep birbirimizi ıskalıyoruz sanki, hep bir şeyler eksik ve hiç tam olamayacak olması galiba aslında bu yaşamı anlamlı kılan..

Zamanla ilgili ne kadar çok normal bulduğumuz şey var, aslında çok şaşırtıcı olan. Neden geriye doğru değil de ileriye akar zaman mesela? Hep varolmuş ve varolacak mıdır? Yoksa herkesin zamanı kendi yaşamıyla sınırlı mıdır? Bu dünya üzerindeki zamanlarının kesiştiği noktalarda, bir çok kişi aynı dünyaya bakarken neden farklı şeyler görür? Geri getirilemez olması mıdır zamanı bu denli vazgeçilmez ve değerli kılan şey? Yoksa, uğruna vazgeçtiğimiz şeyler midir, zamandan kazanmak için feda ettiğimiz anılar, sevgiler, düşler, umutlar, hayaller, amaçlar mıdır zamanı bu denli önemli kılan? Geçici bir andan farklı mıdır acaba bu dünya üzerindeki yaşamımızın tümü? Yoksa bütün kainatı ilgilendiren, nice yangınlar başlatan bir kıvılcım mıdır bu düş, bu hikaye, yaşatmaya çalıştığımız bu rüya?





Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmış akışında,
Bir garip rüya rengiyle
Uyumuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen;
Içim muradıma ermiş
Abasız, postsuz bir derviş;

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.




Ahmet Hamdi Tanpınar

Friday, November 3, 2006

Televizyonsuzluk




İnsanın hayatından gereksiz bir şeyi çıkardığında ne kadar çok zaman kazanabildiğine en güzel örnek sanırım, son iki üç senedir yaşadıklarım. Türkiye'ye gittiğim zamanlar dışında artık hiç bir zaman televizyon izlemiyorum ve beraberinde getirdiği sonuçlar ne kadar doğru bir karar vermiş olduğumu göstermiş oldu bana.

Öncelikle hiç bir zaman oturup saatlerce televizyon izleyen bir insan olmamama karşın, izlemeyi bıraktıktan sonra hayatımda boş zaman birimleri açılmaya başladı. Daha önceden oturup boş boş televizyon ekranına baktığım bu zamanlarda televizyonu hayatımdan çıkardıktan sonra çok daha verimli şeyler yapmaya başladım, çiçekleri sulamak, müzik dinlemek, sevdiklerimle telefonda konuşmak, bir şeyler yazmak, yemek pişirmek, meditasyon yapmak...vesaire gibi. Bütün bu aktiviteler bana o kadar keyif verdi ki geri getirilemez değerdeki zamanımı neden şimdiye kadar televizyona vermişim diye pişmanlık dahi hissettim önceki yıllarım hakkında.

Bu kararımın bir diğer yan etkisi de artık televizyon izlemeye ve televizyon programlarına, reklamlarına ya da dizilerine 5 dakikadan fazla dayanamamak şeklinde kendini gösterdi. Özellikle Amerika gibi kanallarında her 5-10 dakikada bir reklam girilen bir ülkede televizyon izlemek işkence gibi adeta. Artık izlediğim her neyse, onun reklamlar tarafından ikiye bölünmesini kaldıramıyorum, bu yüzden filmlerin yanısıra dizileri bile DVDden izliyorum artık. Gerçekten de televizyonun insan beynini nasıl uyuşturduğu inanılası gibi değil, eskiden geceleri özellikle izlerken, bir anda hiç alakam olmayan bir şeyi 2 saatten beri izliyor olduğumu farkederdim dehşetle ve kapatırdım o an televizyonu. Bir de ekranın bizi ne kadar büyülediği ve iletişimimizi azalttığı en çok elektrikler kesilince ortaya çıkardı ben küçükken: Bir anda mumlar yakılır, aile fertleri bir masanın etrafında toplanır, sohbet etmeye başlardık. Gitgide derinleşen keyifli sohbetimiz elektriklerin birden gelmesiyle bıçakla kesilir gibi yarıda kalırdı. Televizyon tekrar açıldığı andaysa biz ekranın etrafında dilsiz ve sağırlar gibi yerimizi alırdık, kendi hayatımızı yaşamaktansa orada bize gösterilen başka insanların hayatlarını izlemek üzere!

Televizyonun kapladığı zamanın büyük kısmını şu anda internet kaplıyor, bunu tabii ki itiraf ediyorum kendime, ancak internette geçirdiğim zaman kesinlikle televizyon izlerken geçen zamandan çok daha verimli, çünkü hiç olmazsa bir şeyler yazıyor, birileriyle konuşuyor ve varolana bir şeyler yaratarak katkıda bulunuyorum. Bu zamanın yanında televizyon izlerken harcadığım zaman tamamen ölü bir zaman gibi duruyor.

Kısacası artık hiç televizyon izlemiyorum ve bu kararımla hiç bir şey eksilmedi hayatımdan, aksine çok şey kazandım: çok zaman, sevdiklerimle paylaşılan daha çok anı, kendime ve çevreme gösterdiğim daha çok özen, ve kalbim ile aklımda hissettiğim daha çok iç huzuru.. Televizyonsuz hayat herşeyiyle gerçekten de çok güzel.

Monday, October 30, 2006

Tiyatro, yaşam, sahne, perde..



Dün üniversitenin profesyonel oyuncuları ve ünlü oyunları ağırlayan sahnesi olan Court Theater'da 'Raisin' isimli oyunu seyrettik. Raisin, yani 'Kuru üzüm', Chicago'nun güneyinde yaşayan bir zenci ailesinin henüz ırkçılık ve ayrımcılığın baskın olduğu zamanlarda o mahallede yaşadığı zorlukları, yaşamlarının değişik yönlerini ve en sonunda da sadece 'beyaz' Amerikalıların yaşadığı Clybourn Park mahallesinde bir ev satın aldıktan sonra karşılaştıkları güçlükleri anlatıyor. Oyunun tümünde azimle tüm güçlüklere karşı çıkmanın sonunda meyvesini vereceği, kimsenin çabalarının karşılıksız kalmayacağı ve acıların boşuna çekilmediği mesajları veriliyor bence.. Amerika'da zencilerin karşılaştıkları zorluklar ve yaşam koşullarını anlatan eserleri izlemeyi ya da okumayı çok seviyorum. Daha önceden en sevdiğim yazarlardan olan Toni Morrison'ın okuduğum üç kitabı (Song of Solomon, The Bluest Eye ve Beloved) gerçekten çok etkileyiciydi ve bana Amerikadaki kölelik tarihi ve ayrımcılık-ırkçılık konuları konusunda gerçekten de çok şey öğretti. Ayrıca siyahi Amerikalılar arasında eserlerini en çok sevdiğim ve beğenerek okuduğum şair Maya Angelou'nun efsanevi güzellikteki şiirlerinden de çok şey öğrendim bu ezilmiş azınlık hakkında. İnsanlar eskiden gerçekten ne kadar çok acı çekmiş, ve hala da çekiyor elbette, ama insan tarihi okudukça bizden önce yaşayanlar için herşeyin çok daha zor olduğunu görüyor bence, şu anda yaşamımızı kolaylaştıran o kadar çok yardımcı öğe var ki..

Raisin'i izlemek bana tiyatroyu ne kadar çok sevdiğimi ve hiç bir zaman onunla bağımı koparamayacağımı hatırlattı. Bugün üniversitedeyken iki yıl boyunca aktif bir üyesi olduğum Tiyatro Klübümüzden bir arkadaşım bana mail attığında ise, nostaljik bir özlemle üniversite yıllarıma geri döndüm..Sanki aradan bir kaç yıl değil de yüzyıllar geçmiş gibi geliyor bazen..Ne kadar neşeli, ne kadar mutlu, kaygısızmışız o zamanlar, ve kendimizi bütün herşeyimizle tiyatroya ne kadar çok adamışız... İşte o zamanlardan, tiyatroyla ilgili yazdığım bir yazı.. Yıllar ne kadar çabuk ve farkettirmeden geçiyor..




'Yaşamak… Yani katıksız, yalın, duru, saf ve bir bütün halinde yaşamaktır tiyatro. Alınan her nefes, atılan her adım, yüzün her şekli, vücudun her duruşu başlı başına bir yaşamdır..

Paylaşmak, sevmek, hüzünlenmek, gülümsemek, ağlamak, gülmek, dansetmek, yürümek, tek başına ya da hep birlikte yaşamak,yaşamaktır. Varolduğunun bilincine varmak, onu tüm dünyayla paylaşmaktır belki de, kendini yeniden keşfetmek, gerçekten var olduğu sanılan sınırları bir çığlıkla silmektir. Kendi sesini yeniden bulmaktır bazen, kendi bakışını bir kez daha keşfetmektir. Yaşamda insana biçilmiş olan kostümleri, ezberlenilen replikleri, uygun görülen rolleri fırlatıp atabilmek, ”oyunun içinde oyun” oynayabilmektir, bazen yeniden çocuk olabilmektir tiyatro. Gözyaşlarının arasından gülümseyebilmek, zamanı, mekanı,tüm boyutları bir anda yok edebilmektir. Bazen yaşamın ta kendisi olup, bazense acının siyah pelerini altına girebilmektir. Başka gözlerde yansıyabilmek, başka şarkılar söyleyebilmektir elele..Kulaklarında çağıldayan bir alkış sesinde, tüm hayatını bulabilmektir.. Shakespeare’in çok uzun süre önce farketmiş olduğu gibi, “Aslında tüm dünya bir sahnedir.” Ve tiyatro, sahneden hiç inmemiş olanların öyküsüdür… '


Moonshine
09.04.2001

Sunday, October 29, 2006

Derslerin 6. haftası başlarken...

Sınavlardan önce hep böyle hiperaktif olup bir şeyler yazmak istiyorum. Derslerin 6. haftası başlarken geride kalan 5 haftaya dönüp baktığımda neler yapmışım, bir özetlemek istedim kendime.

Ekim ayının çoğu yeni evime yerleşmeye çalışmakla, eşya almakla ve eşyaları yerleştirmekle geçti aslında. Bu arada aldığım üç ders olan İslam Düşüncesi ve Edebiyatı (Widad Qadi ile), Osmanlı İmparatorluğu'nda modernleşme (Holly Shissler'la) ve Modern Arap Edebiyatı (Faruk Mustafa ile) zamanımın neredeyse tümünü kapladılar ödevleri ve gereklilikleriyle.

Arapça çeviriler gerçekten çok uzun zaman alıyor, şu anda Necib Mahfuz'un kısa bir romanını okuyoruz ve cümlelerden kelimeleri bilsem dahi bir anlam çıkarabilmek çok zor oluyor bazen. Arapça şu ana dek öğrendiğim en zor dil kesinlikle ve tam olarak öğrenebilmek ve bu dilde rahat konuşup yazabilmek için sanırım bir 5-6 sene daha uğraşmam gerekecek! Neyse ki hocamız Faruk Mustafa inanılmaz tecrübeli ve eşi bulunmaz bir öğretmen ve onunla Arapça tercümesi yapmak bir keyif adeta.

Osmanlı İmparatorluğu'nda Modernleşme dersi de bir seminer dersi olmasına rağmen zevkli ve ilginç tartışmalarla dolu geçiyor. Ramazan ayı boyunca bu derse katlanmak biraz zordu aslında, Salı günleri saat 3te başlayıp akşamın 6sında ancak bittiği düşünülürse. Ramazan bittikten sonra dersten hemen önce yemek yiyip çay içebilmenin konsantrasyon seviyemi ne kadar yükselttiğini farkettim! Bu Holly Shissler'la aldığım ilk ders ve heyecan verici, onun doktora danışmanım olduğu düşünülürse, iyi bir izlenim bırakmam gerektiğini sanıyorum bu ilk ders dahilinde. Bu derse çok benzeyen iki dönemlik bir versiyonunu Sabancı'dayken almıştım sevgili Akşin Somel hocamla, onun da adı 'Osmanlı'da reform hareketleri 1 ve 2'ydi.

İslam Düşüncesi ve Edebiyatı dersini bir çok lisans öğrencisiyle birlikte alıyoruz, bu yüzden diğer iki dersten farklı bir yapısı ve içeriği var. Zaten biliyor olduğum bir çok tarihi bilginin yanısıra İslam düşüncesi, İslami hukuk ve İslam edebiyatı hakkında bir çok yeni şey de öğreniyorum bu arada. Widad Qadi gerçekten inanılmaz derecede başarılı bir hoca ve çok anaç bir insan genelde, her sene ders seçiminde konuşmaya gittiğimde ofisine, bana kendi kızından farksız davranıyor. Ondan ders alabiliyor olduğum için kendimi şanslı hissediyorum.

Bütün bu dersler ve gerekliliklerin yanısıra, kütüphanedeki işimde çalışma saatlerimi haftada 10 saatten 15 saate çıkardım, tabii ki bunun getirdiği yoğunluğu hissetmiyor değilim. Haftaiçi günleri kendimi sürekli bir yerden başka bir yere koşuyor gibi hissediyorum. Ama işimi ve patronlarım Bruce Craig ve Marlis Saleh'i seviyorum ve kendimi o ortamda rahat ve huzurlu hissediyorum ve sanırım bu çok önemli bir işte, hatta en önemli sırrı sanırım bir insanın başarısının ve mutluluğunun. İşini sevmeyip tam tersine nefret eden o kadar çok insan var ki! Kendi projemi kendim yürütüyor olmamın ve çalıştığım işin içeriğinin öğrendiğim dillerle ve çalıştığım konuyla alakalı olmasının da bunda bir payı var tabii ki.

Ekim ayı gerçekten de çok yorucu ve hızlı geçen bir aydı. Şimdi yeni evime nispeten yerleşmiş olmanın beni Kasım ayı içerisinde biraz daha rahatlatacağını umuyorum, düzenimi az çok oturttum ve artık araştırmalarımın konferans ve makale kısmıyla biraz daha çok ilgileneceğim umarım. Bu arada yaz için planlar yapıyor ve olanakları araştıyorum, bakalım nasıl seçenekler çıkacak önüme.

Yarın Widad Qadi'nın dersinin dönem ortası sınavı var, şu anda onun için notlarımı gözden geçiriyorum. Neyse ki sınav sabah 10:30da ve olup bir an önce kurtulmak iyi olacak. Sabah saatlerinde kendimi çok daha zinde ve canlı hissediyorum, öğleden sonra, akşam ya da geceye göre. Şu ana kadar yazdığım neredeyse bütün makaleleri(en azından başarılı sayılabilecek olanları) sabah 6 ile öğlen 12 arasındaki zaman diliminde yazdım! Amerikalıların deyimiyle tam bir 'morning person'ım sanırım.


Ders çalışmaya devam..

Güzel Pazar günü şarkısı..

Hayatın 'tesadüf'leri, güzel sürprizleri

İnsan, sabah kalktığında ruh hali ne olursa olsun, gün içinde ne kadar yorulursa yorulsun, bazen hayat karşısına öyle sürprizler ve güzellikler çıkarıyor ki, kendini mutlu ve özel hissedebiliyor. Hayatımdaki küçük sürprizler ve tesadüfler, onu yaşanır kılan bir çok özellik içinde en önemlilerinden, zaten güzellik ayrıntılarda gizlidir sözü de bunun doğruluğunu kanıtlıyor. Gün içinde karşıma çıkan ve beni mutlu eden ne kadar çok detay, olay ve insan var aslında, ve onların değerini bilebilmek çok önemli. O yüzden buradan, hayatıma incelikleriyle bu güzellikleri sunanlara teşekkür etmek istedim bugün..



Blog'um için yazarken canım 'Pajaro coloreado'dan gelen 'Sevildiğini bil' mesajı:) Bir insanı daha çok mutlu edecek hangi kelimeler olabilir? Okyanuslar ötesine bir kucak dolusu sevgi ve selam gönderiyorum, sen de sevildiğini bil canım:)



İnanılmaz ve 'tesadüf' diye adlandırmak istemediğim bir olayın sonunda eve gelirken müzikçalarımın kendi seçtiği şarkılar arasından tam kapıdan girerken Notre Dame de Paris müzikalinden bir parçayı seçmesi ve benim o şarkıyı dinlerken onu bana MSNden göndermiş olan sevgili Tornado'nun nasıl olduğunu ve neler yaptığını düşünmeye başlamam..Sonra posta kutumu açınca ondan gelen güzel bayram kartını görmem.. Hayat ne garip bazen, değil mi?




Bir Pazar sabahı kapımı açınca bulduğum güzel gül buketi. Teşekkürler:)



Eve gelip de Mel ve Bahar'ın teşekkür etmek için bırakmış olduğu ve beni bekler bulduğum cici kurabiyeler.. Cadılar Bayramı ve sonbahar temalarını çok seviyorum, her yerde kocaman kabaklar, sarı yapraklar, herşey turuncu, sarı ve kahverenginin değişik tonlarına bürünmüş.. Şirin kurabiyeler de masamın üzerinden bana gülümsüyorlar:)

Günün sonunda bana verilen anların getirdiği neşeyle, hediye edilen güzelliklerin sevinciyle ve sevildiğimi bilmenin mutluluğuyla gülümsemek.. 'Bayram havası'nı yaşayabiliyor olmak, belki de her gün, her dakika.. Daha ne isteyebilir ki insan hayattan?