Sunday, February 28, 2010

Orhan Pamuk'u anlamak

'Gene sustular. Dönüp denize, iskeleye baktılar. Sandallardan inen yolcular acele etmiyor, bacaklarını iki yana açıp küçük adımlar atarak tabanlarının altındaki toprağı hissediyorlardı. Pırıl pırıl kış güneşi de onları ağır ağır yıkıyordu. Kimsenin, hiç bir şeyin acelesi yoktu. Bütün doğa da, insanlar da tadını çıkararak yaşıyorlar, taşkınlık etmeden, kendilerine verilen şeyin değerini öyle fazla düşünmeden, hafif hafif zamanı akıtarak ölümü bekliyorlardı.'

Orhan Pamuk - Cevdet Bey ve Oğulları



Orhan Pamuk, Nobel ödülünü hak etti mi, hak etmedi mi?

Dünya üzerinde, yazarının Nobel ödülünü sorgulayan tek ülkeyiz herhalde. Kendi yazarını sahiplenmek şöyle dursun, dışlayarak böylesine tehdit etmenin başka örneği varsa da ben bilmiyorum.

Henüz ilk romanında, 1974 yılında yukarıdaki gibi bir paragrafı yazabilen Pamuk, benim gözümde Nobel ödülünü sonuna kadar haketmiştir. Kitaplarıyla hayatımda derin izler bırakmış, yaşamımın akışını değiştirmiştir. Bana yaşamı sorgulatmış, düşündürtmüş ve beni derin hüzünlere garketmiştir. Bana göre, en başarılı Türk yazarlarından biridir.

Benim gözümde, kazandığı Nobel ona eşsiz anlatım gücü, muhteşem birikimi ve altyapısı sebebiyle verilmiştir.

Bunun tersini düşünenlere genelde ilk sorduğum soru 'Orhan Pamuk'un herhangi bir kitabını okudun mu?' olur. Aslında bu soru, biraz retoriktir de, cevabını beklediğim çok söylenemez, çünkü genelde böyle düşünenlerin %95i değil Pamuk'un bir romanını, yazdığı bir paragrafı dahi okumamıştır. Ucuz şovenizmlere, faşist ve ırkçı bir milliyetçiliğe sırtını yaslamış, ağzından salyalar saçarak küfreden, edebiyattan bihaber kesimden bahsediyorum.

Beklediğim 'hayır' cevabını alır almaz önce bir gülümserim. Çünkü benim gözümde bir yazarın kitaplarının o ülke halkı tarafından ne kadar okunuyor olduğu çok da bir şey ifade etmez. Özellikle de o ülke Türkiye gibi edebiyatın ve kitap okumanın en geri plana atıldığı, insanların çoğunun dev şirket tekellerindeki medyanın rezil gazetelerinden, polemik ve komplo teorisi dolu ucuz ve basit 'Migros romanları'ndan ya da cinsellik merkezli kadın dergilerinden başka pek bir şey okumadığı, yaşamlarını yoz bir televizyon ve dizi kültürü üzerine kuran bir ülke ise.

Benim gözümde bir yazarın uzun cümleler kurması, anlatımında nadir bulunan kelimeler ve yapılar kullanması, ve kitaplarının bu sebeple az okunuyor olması, o yazarın kötü yazdığının bir göstergesi değildir. Aksine, toplumun henüz o kitapları sindirebilecek seviyeye gelememiş olduğunun göstergesidir. Bunun en iyi örneği ise kendi ülkesinde bu kadar dışlanan Pamuk'un kitaplarının uluslararası 'bestseller'lar olması ve çeviri oldukları halde onlarca farklı ülkede binlerce insan tarafından sevilerek okunuyor olmasıdır. Ne büyük bir ironidir ki, anadilinde yazdığı halde o dilde kendisini okuyan insan sayısı çok büyük bir olasılıkla başka ülkelerdeki okuyucu sayısından çok daha azdır.

Orhan Pamuk'u tam anlamıyla anlayabilmek için, kitaplarındaki referansları yakalayabilmek için hem Doğu hem Batı edebiyatını sindirmiş olmak, belli bir altyapıya sahip olmak gerekir. Bu durum, özellikle ilk kitapları ve benim yazarın şaheseri saydığım 'Kara Kitap'ında geçerli. Tabii ki özellikle son yıllara doğru yazarın, popülerleştikçe daha çok okunabilmek ve kitlelere daha çok ulaşabilmek için ticari kaygısı yüksek, bol reklamlı, turuncu ve pembe kapaklı romanlara doğru kaydığını görmemek mümkün değil. Aynı Elif Şafak'ın yaptığı gibi. Ancak Orhan Pamuk'un ticari kaygıyla da olsa yazdığı romanlar vasatın o kadar üzerinde ki, Türk Edebiyatı'na yaptığı katkıyı görmezden gelmek benim gözümde büyük bir aymazlık. 2000'lere gelinceye kadar önümüze sunduğu 'Cevdet Bey ve Oğulları', 'Kara Kitap' ve 'Yeni Hayat' gibi şaheserlerle bence Pamuk zaten edebiyatta takdir edilmeyi, emeği ve alınteri için alkışlanmayı çoktan haketmiş bir yazardı.




Doğu'yu da Batı'yı da böylesine iyi sindirip bizim arada kalmışlığımızı, Doğu'nun hüznünü, kendine ait siyah-beyaz renklerini, dünyanın en güzel şehri olan İstanbul'u, Türkiye Cumhuriyeti yakın tarihini, anları, hayatları, ölümü, aşkı, mutluluğu ve mutsuzluğu böylesine iyi anlatabildiğin için Orhan Pamuk, sen, bu Nobel'i sonuna kadar hakediyorsun. Seni ölümle tehdit eden, boş bakışlı, beyin yerine omurilikten hareket eden kesime bakıp moralini bozma sakın. Onlar sadece gerçek başarıyı yok sayıp, ucuzluk ve basitlikleri alkışlamayı bilirler.


Tuesday, February 23, 2010

Retrospektif

2010'un ilk iki ayının nereye gittiğini birisi söyleyebilir mi bana lütfen? Biz daha yeni 2010'a girmemiş miydik??? Zaman öylesine korkunç bir hızla koşuyor ki! Bu sene önceki senelerden de hızlı sanki.

Bakalım neler olmuş 2010 başladığından beri :)


Bu iki ayda:

- Middle East Music Ensemble grubunun provalarına 5-6 senedir her hafta katılıyorum. Grupça Ocak ortasında bir 'Türk müziği konseri' verdik burada ve bir solo ve bir kaç koro şarkısı olmak üzere bir çok şarkı söyledim! Sahnede müzikle bir olmak, muhteşem bir duygu. Şarkı söylemeyi çok seviyorum.

- Okulda ders veriyorum her hafta. Derse hazırlık, ders verme ve öğrencilere sınav vermeyle birlikte haftada iki--üç günümü alıyor.

- İki haftada bir 'Middle East History and Theory Workshop'ı düzenleyip, konuk konuşmacılar çağırıp posterlerini kampüsün değişik yerlerine asıyorum. Workshop'la ilgili bütün email iletişimini ve web sitesi tasarımını ve güncellenmesini ben yapıyorum.

- Bir yandan tezim için okuma yapıp proposal yazıyorum. Mart'ta Türkiye'ye gittiğimde arşiv taraması yapacağım tekrar. Nisan'da proposal sunumumu yapıp 'ABD' (All but dissertation) olmak en büyük hedefim.

- Bizim alanın en büyük konferanslarından biri olan Middle East History and Theory Conference'ı bu sene düzenleyen iki kişiden biri benim. Panellerin oluşturulması, gelecek hoca ve öğrencilerle olan iletişim, ve konferansın diğer bütün organizasyon işleri benim üzerimde. Konferans Mayıs'ın ortasında kampüsümüzde gerçekleşecek. A.B.D'nin ve dünyanın her tarafından hocalar ve öğrenciler katılıp sunum yapacaklar. Benim için bu konferansı organize etmek çok heyecan verici ve öğretici bir deneyim!

- TACA'nın bir çok aktivitesine, yarışma ve konserlere katılıp gönüllü olarak yardım etmeye de çalıştım. Şubat'ın ortasında '3. Çiftler Bilgi Yarışması'nın 20 sorusunu Bart'la birlikte hazırlayıp powerpoint'e çevirdik, üzerinde saatler harcadık. Bir de yarışmayı sundum. Çok keyifli bir deneyimdi, çok eğlendik! :)

- Bu dönem bir de konferansla ilgili olarak bizim okulun öğrenci sinema salonu olan Doc Films'de gösterilmek üzere bir film serisi önerisi hazırladım. Rekor sayılabilecek bir süre içinde projeme üç tane sponsor buldum (Center for Middle Eastern Studies, Franke Institute for the Humanities, TACA) ve 24 saat içinde oturup 10 filmin özetlerini ve film serisi için gereken uzun kompozisyonu yazıp düzenledim. Aynı gün içinde filmlerin 35 mm kopyalarını bulmak için Amerika'nın 6 değişik eyaletini telefonla arayıp distribütörlerle konuştum, kira ve gösterim ücretlerini öğrendim.

Film serisi önerim, Doc Films'in oylama toplantısında en çok oyu alarak (30 oy) birinci oldu ve 14 önerinin arasından sıyrılan 6 film serisinden biri oldu. Önümüzdeki ilkbahar döneminde kampüsümüzde 10 adet 'Ortadoğu-Akdeniz şehirleri' temalı film gösterilecek. Ve en heyecan verici olanı da seçtiğim filmlerin arasında 4 tane Türk filmi olması! Bu Doc Films'in tarihinde ilk defa olan bir şey. Daha önceden hep Amerikan sineması ya da Avrupa sineması örnekleri gösteriliyordu. Bir ilki gerçekleştirebildiğim için çok ama çok mutluyum. Biraz yoruldum ama kesinlikle değdi harcadığım zamana!

- Bütün bu işlerin üzerine bir de kendimize bir ev aramaya başladık. Haziran gibi taşınmayı düşündüğümüz için internetten ev bakmaya ve haftasonları düşündüğümüz ev seçeneklerini gezmeye başladık. Bu da zaman alan ve zahmetli bir şey. Haziran'da taşınacak olduğumuz zamanki yoğunluğu ise düşünmek istemiyorum bile!

- Ciddi olarak fotoğraf çekmeye devam ediyorum. Siyah-beyaz portreler en sevdiğim fotoğraf konusu. Ayrıca Afgan bir arkadaşımın nişanında benden rica etmesi üzerine ilk defa profesyonele yakın fotoğraf çekimi yaptım. Sonuçlardan hayli memnunum! Fotoğraf, hayatımın en büyük tutkularından biri.

- Şubat ayının ortasında rejime başladım ve tatlıyı tamamen kestim. Günde yarım saat de yürüyüş yapmaya çalışıyorum her gün. Çok daha fazla sebze ve meyve yemeyi de düstur edindim kendime. Bu değişiklik beni çok mutlu etti ve kendimi çok daha iyi hissediyorum.

Ve tabii ki bütün bunların yanısıra blog'uma haftada 2-3 kez yazmayı da ihmal etmedim ve sizlerle hayatımı paylaştım. Yazmayı çok sevdiğimden, bu benim için bir zevk!

2010'un ilk iki ayı işte böyle geçmiş. Meşgul olmama rağmen yaptığım herşeyi severek ve büyük bir keyifle yapıyorum ve çok mutluyum, önemli olan da bu zaten. Ne demişler, 'işleyen demir ışıldar' :)


Monday, February 22, 2010

Artistik patinajda bir Türk kızı!



Vancouver 2010 Kış Olimpiyatları'nda bu sene Türk sporcuların yarıştığından, ve ilk defa olimpiyatlarda artistik patinaj dalında ülke olarak temsil edileceğimizden haberiniz var mı? Tuğba Karademir, Kanada'da büyümüş olmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti'ni temsil etmeyi seçmiş bir Türk kızı. Yarın (23 Şubat 2010) Olimpiyatlar'da yarışacak. Dereceye girerse çok mutlu oluruz, ama girmese bile oraya gidip katılarak ülkemizin adını böyle duyurması bizim için ne kadar büyük bir mutluluk. Ne büyük bir gurur.

Tuğba'nın blogundan gelişmeleri takip edebilir ve onu destekleyebilirsiniz.

Bol şanslar sana Tuğba!








Ayrıca bu konuda Pratik Anne'nin yazdığı ve benim düşüncelerimi de özetleyen yazısını mutlaka okuyun derim.




Tuesday, February 16, 2010

'Küçük Kadınlar'



Çok ilginç ve garip bir çağda yaşıyoruz.
Artık insan hayatının evreleri, insanın çeşitli yaşlardaki rolleri bile değişiyor, başkalaşıyor.
Dünyanın her tarafında, kadınlar, artık çok küçük yaşlardan itibaren 'Kadınsı' olmaya alıştırılıyor, bir cinsellik nesnesi olarak görülüyorlar.

Maalesef artık küçük kızlara, çocukluklarını doyasıya yaşamaları yasak. Küçücük yaşlardan itibaren küçük birer 'Kadın' olmaları gerektiği düşünülüyor. Anneleri minicik kızları elinden tutup maniküre, pediküre, güzellik salonuna götürüyor. Küçücük kızlar daha kemik gelişimleri tamamlanmadan topuklu ayakkabı giymeye zorlanıyor. Makyaja başlama yaşı neredeyse 9-10a inmiş durumda. Genç kızlar henüz ergenlik çağlarında onlarca bakım ürünü ve 'kırışıklık önleyici krem' kullanmaya başlamak için teşvik ediliyor. Her yaşta sürekli daha zayıf, daha 'güzel', daha çekici olmaları gerektiği, onlara empoze ediliyor. Çok korkunç bir durum, ama gerçek bu.

Aslında buna da çok şaşırmamak lazım, çünkü kişisel bakım ve makyaj endüstrisinde inanılmaz para var. Genç kızları ne kadar erkenden 'çirkin olduklarına' ve güzelleşmek için bütün bu kremlere, rimellere, rujlara, pudralara...vs ihtiyaçları olduğuna ikna edebilirseniz o kadar geniş bir müşteri profili elde ediyorsunuz. Kozmetik firmaları için çok devasa boyutlarda bir 'hedef pazar' bu. Zaten bu pazarlama taktikleri de genç kızlara ve kadınlara medyada ve günlük hayatta da sürekli her yönden saldırıyor.

Bir aralar internette Küçük Japon kız harika dans ediyor başlığı altında bir video dolaşıyordu. Videoda küçücük, taş çatlasa 4-5 yaşlarında Japon bir kız, Britney Spears'ı taklit eden hareketlerle bir pop şarkısı eşliğinde dansediyor. Daha minicik bir çocuk olan kız ne anlama geldiğini bile bilmediği, erotik göndermelerle dolu el kol hareketleri yapıyor, kalçasını sallıyor, göz kırpıyor.

Herkese çok şirin gelen bu video, izlediğimde beni inanılmaz derecede rahatsız etmişti. Daha o yaşta bir çocuğu böyle yetişkin hareketleri yapmaya, bir kadın gibi davranmaya zorlayanların nasıl hasta bir ruh hali içinde olduklarını düşünmüştüm. Ve küçücük kıza da acımıştım açıkçası, o yaşta bu şekilde bir sirk hayvanı gibi teşhir edildiği için.

Ben, makyaj yapmayı, süslenmeyi üniversitede öğrendim.
Üniversitede bile kırk yılda bir makyaj yapar ve çok da umursamazdım. 14-15 yaşına kadar Doğan Kardeş okudum! Saf ve temiz çocukluk yıllarımı, büyük br mutlulukla hatırlıyorum. Çocukken ne zaman bir an önce 'büyümek istiyorum' desem, annem 'Kızım, çocukluğunun keyfini çıkar, ne de olsa hayatının sonuna kadar kadın ve yetişkin olarak kalacaksın' derdi. Ne kadar doğru. Gerçekten de çocukluktan bir kez çıktığımızda bir daha geri dönüşü yok. Zaten hayatımız boyunca kadın olduğumuz için kendimize bakma, süslenme, güzel görünme zorunluluğu peşimizi bırakmıyor. Bunu bu kadar erkenden başlatmak neden?

Ne kadar acı, yeni bir neslin bu şekilde yetişmesi, küçücük kızların kendilerine idol olarak içi kof, dışı taş bebek gibi süslenmiş Britney Spears, Paris Hilton ya da Jessica Simpson gibi 'Barbie'leri seçmeleri!

Bırakın çocuklar, çocukluklarını yaşasınlar doyasıya. Bırakın çocukluğun saflığı ve güzelliği bozulmadan, tertemiz ve masum kalsın.






Daha fazla bilgi için:

Konuyla ilgili çok güzel ve kapsamlı bir Newsweek yazısı.

Feminizim ve kadın imajıyla ilgili çok güzel yazılar yazan Vered'in blog'undan 'Küçük kızlar için Cadılar Bayramı Kostümleri' yazısı.



Sunday, February 14, 2010

Durum raporu


Sevgili okuyucularım

Bir durum raporu vermek boynumun borcudur bu haftasonu.

1o gün sonunda 1.5 kilo kaybettim. Aslında bu, istediğimden daha hızlı bir kayıp oldu. Asıl hedefım haftada yarım kilo ve bir ayda toplam iki kilo vermek, çünkü ne kadar hızlı verirseniz o kadar hızla geri alma tehlikesi var kiloları. Çok dikkatli olmak lazım.

Sevgililer Günü haftasonuna denk gelince benim kurallarımı iki kere bozmam icap etti:

Cumartesi: 1 top vanilyalı dondurma yedim.
Pazar: Çikolata kaplı bir çilek yedim! :)

Ama içeceklerden kalori almamaya ve akşam 7'den sonra yememeye devam ediyorum. İşe yarıyor gibi görünüyor. Günde en az yarım saat de yürümeye çalışıyorum.

İlerleyen haftalarda yine durum raporu vereceğim sizlere.


Thursday, February 11, 2010

Gündüz Düşleri

Fotoğraf: Alan Miles


'Gürültü ve patırtının ortasında sükunetle dolaş..'

Desiderata




Günün ortasında, telaşenin, kış soğuğunun, koşuşturmacanın, gürültünün arasında, durup soluklanarak, gündüz düşlerine dalmak istiyorum.

Seninle sıcak iklimli bir yerde, deniz kıyısında, bembeyaz bir evimiz olsa. Hani Angelopoulos'un o muhteşem filmi 'Sonsuzluk ve bir Gün'deki gibi. Mümkünse bu deniz Ege olsa.

Evimizin kocaman pencereleri, kumsala ve denize hep açık olsa. İki yanında bembeyaz tül perdeler salınsa, pencereden içeri giren ferah, deniz kokulu meltemle. Hiç kapatmasak o pencereleri, evimizin havası hep taptaze, iyot ve kekik kokusu dolu olsa.

Pencereden, masmavi deniz görünse. Denizin yosun kokusu sarhoş etse bizi, her gün yeniden, sanki ilk kez duyuyormuşçasına.

Tam denize bakan, kocaman pencerenin dibinde ahşap çalışma masam olsa. Üzerinde bir bardağın içinde hep taze bir çiçek olsa. Sabah meltemi yüzüme vururken, saatlerce okusam, saatlerce yazsam o masada. Gidilecek yerler, yapılacak işler ve aciliyeti olan hiç bir şey olmasa. Senin de hemen yan odada, aynı denize bakarken çalıştığını, sessizce, pür dikkat oturmakta olduğunu bilsem. Huzur içinde okusam, dünyayı unutsam, okusam, okusam..

Akşama doğru dostlarımız gelse. Denize bakan, kocaman bir sofra kursak. Güzel yemekler yesek, içsek gönlümüzce, kahkahalar, güzel sohbete karışsa.. Birisi bir kaç güzel melodi tıngırdatsa.. Ben şarkı söylesem, sonra hep birlikte şarkı söylesek.. Arada hüzünlensek, ama bu tatlı, huzurlu, mavi ve pirüpak bir hüzün olsa.

Gece olunca dışarıdan gelen ağustos böceklerinin sesini dinleyerek, lavanta kokulu, mis gibi çarşaflarımızın üzerinde birbirimize sarılıp, deliksiz uykulara dalsak.. Rüyalarımızda büyülü ülkelere gitsek, mutluluk bizi yumuşacık bir yorgan gibi sarmalasa..

Ertesi sabah, yine deniz kokulu, ferah ve taptaze bir güne uyansak..



Gündüz düşlerimin sınırları yok sevdiceğim.. Hem hayallerimiz değil midir bizi yaşatan?


Tuesday, February 9, 2010

Üç 'Aşk' filmi

Yaklaşmakta olan Sevgililer Günü vesilesiyle biraz son zamanlarda izlediğim üç aşk filminden bahsedeyim dedim!


500 days of Summer bütün blog'larda inanılmaz popüler olan bir film. Ben de film hakkında bütün o yazıları okuyup okuyup beklentilerimi epeyi yükseltmişim sanırım. (Böyle olmasından nefret ediyorum, aslında en iyisi bir filmi hakkında hiç bir şey okumadan ve sıfır beklentiyle izlemek galiba) Hoş, güzel müzikleri olan, güzel zaman geçirten bir film, ama sadece o kadar. Belki de yanlış bir zamanda izledim, bilmiyorum, ama başroldeki kızın hareketleri biraz itici geldi ve çocuğa da acıdım açıkçası, çünkü çocuk filmde rol icabı da olsa gerçekten aşıkmış gibi bakıyordu kıza!

Filmde bütün 'indie' filmlerde olan o umursamaz, bağımsız hava var. Ama yine de romantik komedi tanımının çok da dışına çıkamamış gibi bence: Neden bütün bu tür fimlerde esas kız ya da oğlan ilginç işlerde çalışmak zorunda? 'Issız Adam'da 'çocuklara süper kahraman kıyafetleri yapma işi'nden tutun da, bu filmdeki 'Hallmark kartlarının üzerine mesaj yazma işi'ne kadar.. Bu insanların bir tanesi de mi sıkıcı, sıradan bir işte çalışmaz yarabbim? Sabah çıkıp fabrikadaki işinin başına giden ve bütün gün dikiş makinesinde çalışan genç bir kadının hayatını göremeyecek miyiz hiç? :)



The Notebook da, 'bütün zamanların en romantik filmlerinden biri' olarak lanse edildi uzun bir süre. Herkes filmde çok ağlamış, çok duygulanmış. Ben ağlamadım, çok da duygulanmadım aslında. Ama zaten ben garip bir insanım, herkesin ağladığı filmlerde ağlamam (bir film aslında beni çok seyrek olarak ağlatabilir). Bir de gidip en olmadık filmlerin en olmadık sahnelerinde hüngür hüngür ağlayabilirim. Bu olaydan başka bir yazıda söz edeceğim zaten!

Notebook da, vasatın üstünde olmasına rağmen bir 'Hallmark filmi'nden öteye çok gidemedi benim için. (Hallmark filmi, hani böyle Pazar akşamına doğru bilinmeyen bir kanalda tesadüfen rastladığınız, aşırı duygu yüklü, karakterlerin tamamen iyi ya da tamamen kötü olduğu ve yaşlı kadınları ağlatmak üzerine kurulu filmler olur ya, onlar gibi filmlere deniyor) Tamam, romantik sahneleri vardı, bazı sahnelerin güzelliği (özellikle gölün üzerindeki kayık sahneleri) gözkamaştırıcıydı. Lakin son derece beylik ve tahmin edilebilir sonu, filmden çok etkilenmemi engelledi diyebilirim. (filmin olası hayranlarından özür diliyorum!)



'New york, I love You'yu aslında en çok Fatih Akın sebebiyle merak ediyordum! Bir de tabii ki serinin bir önceki filmi olan 'Paris, Je t'aime'i çok çok sevmiş olmam nedeniyle.

Filmin oyuncu kadrosuna baktığımızda gerçekten çok güçlü olduğunu görüyoruz, bir çok tanınmış isim var: Natalie Portman, Andy Garcia, Hayden Christensen, Orlando Bloom bunlardan sadece bir kaçı. O kadar ünlü ismin arasında Uğur Yücel ve Fatih Akın'ın isimlerini görmek tabii ki koltuklarımı kabartmadı değil! Ama açıkçası filmi, 'Paris Je T'aime' kadar sevemedim. Sanki hikayeleri birbirine bağlamaya çalışmışlar ama çok tutturamamışlar gibiydi. Güzel anlar vardı ama filmin bütününde bir şeyler eksikti sanki. Mesela Natalie Portman'ın Hasidik bir Yahudi kızını oynadığı bölümde, Hintli adamla aralarında geçen konuşma, fazla açıklayıcı, fazla öğretici ve yapay geldi gözüme. Hani sanki 'Bakın biz böyle böyle yaparız, geleneklerimiz şunlardır, böyle yaşarız, New York ne kadar da kozmopolit bir yer' diye gözümüze gözümüze sokuyor gibi geldi bana. Halbuki bu mesaj çok daha ustaca ve sezdirmeden de verilebilirdi seyirciye.

Ben filmde en çok, tekerlekli sandalyedeki kızla mezuniyet balosuna giden oğlanın hikayesini sevdim sanırım :)



Bir de eski
opera sanatçısı kadınla otel komisi olan çocuğun hikayesi de yürek burkan cinstendi. İçime işledi.



Aşk, belki de böyle garip anlarda gizli, sadece bir kaç saniye süren, esrarlı bir histir. Kimbilir?

Saturday, February 6, 2010

Siyah beyaz hayatım



Fotoğraf çekmeyi çok seviyorum!
Siyah-beyaz fotoğraf çekmeyi daha da çok seviyorum!



Fotoğraf: Chicago nehri, Wacker köprüsü üzerinden


PS: Üç gündür her türlü kek, kurabiye, çikolata, pasta, muzurat...vs.ye, her türlü şekerli içeceğe 'hayır' diyebildiğim için kendimle gurur duyuyorum! Sadece küçük bir Türk kahvesi içtim (onun içinde de eser miktarda şeker vardı herhalde) Çok istisnai durumlar dışında akşam 7'den sonra da yemek yemiyorum. Şimdiden kendimi çok daha iyi hissediyorum! Desteğiniz için teşekkürler ve iyi ki varsınız! :)


Friday, February 5, 2010

Moonie'nin 3 kuralı

Mart'ın ortasında Türkiye'ye gidene kadar uyacağım 3 kural:

1- Tatlı yemek yok. (Haftada bir, küçük bir kare siyah çikolata dışında)
2- İçeceklerden kalori almak yok (her türlü meyve suyu, şekerli çay...vs dahil)
3- Eğer ilk iki maddeyi bozarsam size (okuyucularıma) rapor vermek durumundayım (bugün şunu şunu yedim gibi)

Böylece size karşı sorumlu durumdayım. Kuralı bozarsam yorum bölümünde bana kızma ve ayıplama hakkına sahipsiniz :) Moonie'nin 1 buçuk ayda 2-3 kilo verme maratonu başlıyor!

Bakalım neler olacak?

Gelişmelerden haberdar edeceğim sizleri!


Monday, February 1, 2010

Acıyla başetmek

Şimdi birden 'Dur bakalım Moonie, neler oluyor, nereden çıktı bu acı muhabbetleri?' diyebilirsiniz. Yok çok şükür, acı çekmiyorum, her şey yolunda. Ama insanların acıyı nasıl karşıladıkları ve bu sürecin nasıl işlediğini konu alan bir yazı yazmak istedim. Bu konunun üzerinde durmaya değer olduğunu düşünüyorum.

Acı, hayatımızın çok önemli bir parçası. Hayatın ana amacı yüzeysel bir şekilde 'mutlu olmak' değil, derin mutluluk anlarının acıyı hissettiğimiz anlara baskın çıkabilmesi ve bize yaşamak için gereken enerjiyi verebilmesidir bence. Hepimiz hayatımızın belli noktalarında acılar yaşıyoruz, yaşayacağız. Her şey insan için, hiç kimse 'acı bana dokunamaz' diye genelleme yapamaz.

Acının genelde iki-üç büyük sebebi vardır: Sevdiğin birini kaybetmek, kendi sağlığını kaybetmek ya da çok büyük bir hayalkırıklığına uğramak.

Acının sebebi ne olursa olsun, insan üzerinde yarattığı etki hemen hemen herkeste aynıdır. Önce bir darbe alır insan, derinden bir sarsılır. İnanamaz ilk önce, bir süre inkar içinde yaşar. Sonra kızgınlık duyar, 'neden ben?' diye. Etrafındaki herşeyi ve herkesi suçlamaya başlar. Sonra gerçek, yavaş yavaş kendini hissettirmeye başladığında önce bir bıçak kesmişçesine keskin bir acı, sonra da yoğun bir üzüntü / depresyon sarar insanı. 'Kabullenme safhası' ise son safhadır artık. Depresif düşünceler yerini iç sızlatan bir hüzne bırakır ve insan, artık kabullenmesi gerektiğini anlayıp kabullenir gerçekleri.

Bence insanları bu safhalarda en çok zorlayan şey, acı çektiğini inkar edip o acıyı bastırmaya çalışmak, içine atmak. Ne kadar çok göstermemeye, inkar etmeye çalışırsanız öylesine büyük bir çıban gibi içinizde büyür acı. Gitgide daha çok rahatsız eder, yüreğiniz ağrır, içiniz daralır. Siz yüzünüze farklı bir maske takıp dolaştıkça yüreğinize büyüyen dikenlerini daha çok batırır acı. Bir gün bakarsınız ki patlamaya hazır bir yanardağ gibisiniz. İşte o zaman geri dönüş çok zor olur.

Eğer bir gün birisi ya da bir şey sizi acıtırsa, kendinizi o acıya bırakın. Direnmeyin, savaşmayın, inkar etmeyin. Bir okyanus dalgasının içine dalar gibi acının içine dalın. Acınızı doyasıya yaşayın, istediğiniz kadar ve bağıra bağıra ağlayın, isterseniz çığlık atın. Böylece onun, üzerinizden ve etrafınızdan geçmesine, sizi yıkamasına izin verin. Eğer o okyanus dalgasının önünde dimdik ve kaskatı ayakta durmaya çalışırsanız sizi yıkacaktır.

Acınızı da mutluluğunuz gibi doyasıya yaşayın, onun mutlaka kaçıp uzaklaşılması gereken bir şey olmadığını, hayatın çok önemli bir parçası olduğunu bilin. Acı çekiyorsunuz diye kendinizi suçlamayın. Ama acının içinde de kaybolmayın. Gerektiği gibi acı çektikten sonra kendinize dönün, kendinizi dinleyin. Kendi ruhunuzu bir bebek gibi pışpışlayın, kendinizi teselli edin. Kendinize şefkatle, merhametle yaklaşın. Kendinizi asla suçlamayın.

Acıyı bu şekilde yaşayabilmeyi öğrendiğimiz zaman, bence yaşam bir yağmur damlası gibi berrak, saf ve duru gelecek gözümüze.

İşte o zaman, çektiğimiz onca acının ardından gülümseyebileceğiz.

Ve devam edebileceğiz yaşamaya.