Saturday, February 25, 2006

Buz pateninin altın 'prens'i





2006 Torino olimpiyatlarının en sevdiğim bölümü olan 'artistik patinaj'ı bu sene de büyük bir keyifle izledim.

Her zamanki gibi erkekler artistik patinajda en büyük favorim olan 'Yevgeny Plushenko' bu sene de harikalar yarattı bembeyaz buzlar üzerinde...

O benim için insanın zerafetinin ve güzelliğinin bir sembolü, upuzun bacaklarıyla buz üzerinde sanki doğduğu andan itibaren oraya aitmişçesine süzülen bir peri..

Bu sene de izleyenlerin ağzını açık bırakacak, onları büyüleyecek kadar inanılmaz güzellikte bir performans sergileyerek her zaman olduğu gibi yine 2006 Torino olimpiyatlarında da altın madalyayı kazandı.

Bizimle yaşıtmış bu çocuk, çocuk diyorum çünkü öyle bir şey ki bu, hem yaramaz küçük bir çocuk gibi oyun oynuyor buzun üzerinde, hem de atılgan bir kedi gibi çevik ve esnek hareketleriyle pistin bir yanında öbür yanına uçuyor adeta.. Buz üzerinde izlemeye başladığınızda o programını bitirene dek gözlerinizi üzerinden alamıyorsunuz.




O benim için azimle ve sabırla yaptığın bir işte en iyi yere gelmenin, gençliğin güzelliğinin ve bu başarının getirdiği kendine güvenin ve gururun simgesi.. 11 yaşında daha iyi buz pateni yapmak uğruna uzaklaştığı ailesinden ayrı ve çok zor geçen çocukluğunun sonunda canını dişine takarak dünyanın kendi alanında en iyisi olmuş bir kahraman..

O anneannemin deyişiyle 'Laz uşağı'na benzeyen sevimli gülüşüyle Doğu'nun saflığının, azminin, güzelliğinin ve zerafetinin göstergesi..

O içten gelen ve her hareketine yansıyan Doğu gizemine Batı'nın ne kadar uğraşırsa uğraşsın ulaşamayacağının ve hep kıskanç, hep imrenerek bir kenardan bakakalacağının kanıtı...

Bu sene çok keyifli oldu benim için olimpiyatlar. Kadınlar artistik patinajda Japonya'dan Shizuka Arakawa'nın masmavi elbisesiyle bir kuğu gibi sergilediği güzelim programının ardından altın madalyayı o şaşkın ve utangaç, sevimli haliyle almasından sonra, ya da Yevgeni'nin zaten beklendiği üzere en yakın rakibiyle arasında 20 puan kadar bir fark bırakarak altın madalyayı elde etmesine çok, ama çok sevindim. Japonya ya da Rusya, her ikisi de Doğu'nun sebatını, çalışkanlığını ve güzelliğini temsil ettiğinden olsa gerek, kendi ülkemmiş gibi sevinip gurur duydum Amerika ya da diğer Avrupa ülkeleri karşısında bu denli başarılı olmalarına.

Olimpiyatlardan öğrendiğim en önemli ders: Dikkat ettim de, her seferinde en başarılı olanlar, yani altın madalyayı ülkelerine götürenler progam sonrası röportajlarda, 'Başka sporcular karşısında kendinizi nasıl buldunuz?' sorusuyla karşılaştıklarında şaşırarak başka sporcuların nasıl performans gösterdiklerini bilmediklerini, çünkü başka kimsenin performansını izlemediklerini, sadece kendi programlarına hazırlandıklarını ve konsantre olduklarını söylediler.

Çıkarılan sonuç: Bu dünyada gerçek başarıyı elde edenler, kendisini başkalarıyla değil, yine kendiyle kıyaslayanlardır!


Spor dolu günler:)


Olimpiyatları ve geçmiş günlerin programlarını internetten izlemek için:

http://www.nbcolympics.com/index.html

Tuesday, February 21, 2006

Bir sene

'Moonshine' adlı blogumda bir sene önce neler yazmışım, onları okudum. Gerçi sonlara doğru iyice savsaklamışım ve pek yazmamışım bir şey ama yine de olanlar bile bana insanın hayatında bir senede dahi ne kadar çok değiştiğini hatırlatmaya yetti. İnanılmaz bir hızla geçiyor zaman, neredeyse hızından asfalta sürtünüp kıvılcımlar çıkaran tekerlekler gibi dönüşünü görebiliyorum.


Bir sene, çocukken ne denli uzundu, şimdi ne kadar kısa...

Uyku beni bekliyor. Daha çok yazacağım umarım, daha uzun, daha anlamlı, umarım...

Monday, February 20, 2006

Deneme

Güzel, güneşli bir gökyüzü ve bir yudum yağmur, alan gözlerini ve şelalelere taşıyan, omuzlarında taşıdığın gökkuşağı ve yaz kokusu. Parıldayan yıldızlar, gizli bakışlar, sihirli geceler, yeryüzü üzerinde pamuk bulutlar, kendi ruhunun sesi...Şafak sökmesi, şeftali rengi utangaç gök, sessiz şarkılar, yüzüne yerleşen tebessüm, derin nefesler ve saklı huzur...Yeniden başlayan gün ve yenilenen umutlar, siyahlar ve beyazlar....

Thursday, February 16, 2006

Akarsuya birakilan mektup

Akarsuya Bırakılan Mektup

incecikti
gül dalıydı
dokunsam kırılacaktı
dokunmadım
kurudu
gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
ağaçlar bükmesinler n’olursun boyunlarını
neden akşam oluyorum tren kalkınca
kırlangıçlar birdenbire çekip gidince
mendiller sallanınca neden tıkanıyorum
öyle çok acımasız ki öyle birdenbire ki
az önceki çiçekler nasıl da diken diken
gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç

o sularda çimdik, bitti; köprüleri geçtik, bitti
o elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti
artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz
günler devlet alacağı, yıllar bir kadehcik buzlu rakı
oyunlar oyuncaksı, oyuncaklar eski şarkı
kavaklara oklu yürek çizip duran o çakı
nerde şimdi nerde şimdi, nerde o kan sarhoşluğu
gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç


Hasan Huseyin Korkmazgil
1976

Dün geceden beri

Bir uyku, bir bezginlik hali içindeyim. Dün o kadar yorgundum ki gittim, kütüphanenin koltuklarından birinin üzerinde uyudum saat 6 buçuk gibi. Öyle bir kendimden geçmişim ki uyandığımda saat 8 olmuştu, bir an uyanır uyanmaz nerede olduğumu, saatin kaç olduğunu algılayamadım. İnsan kendini gerçekten garip hissediyor böyle durumlarda.

Uyandığımda bayağı bir tazelenmiş hissediyordum kendimi, saat 12 buçuğa kadar ders çalıştık Anisa'yla, Vuelvo al Sur'u dinleyerek Arapça hikayeyi okudum, çok huzurlu bir akşamdı.

Bu sabah bir türlü uyanamayıp saat 11e kadar uyudum. Bütün gün hava inanılmaz karanlık ve yağmurlu olduğundan enerji seviyem sürünür durumda bezgin ve bıkkın bir durumda dolandım bütün gün. Canım gerçekten hiç bir şey yapmak istemiyor, zaman asnki ellerimin arasından kayıyor gibi, o kadar çok şey yapmam gerek aslında ama bütün gün nasıl geçti, zaman nereye gitti bilmiyorum.

Durup hiç bir şey yapmadan bir iki dakika otursam iyi olur herhalde. Hiç olmazsa neler yapacağımı kafamda kesinleştiririm.

Gecenin içine doğru yolculuğa devam...

Itiraf ediyorum

Hayatımı alışkanlıklarla doldurmuşken, internet, bilgisayar, her çeşit çay, suşi, IPod, yazı yazma ve kitap okuma bağımlılıklarımın arasına bir de Netflıx bağımlılığı eklendi. Itiraf ediyorum, ben artık resmi bir Netflix bağımlısıyım. Bu buluşu yüzyılın en yararlı buluşlarından biri ilan ediyor, hemen posta kutumdaki güzelim, kıpkırmızı zarfı almak üzere aşağıya iniyorum şimdi.

http://www.netflix.com

Sunday, February 12, 2006

Sabah sabah

Pazar sabahının güzel tembelliği...

Bir bardak sıcak çay, hayat veriyor insana kalktıktan sonra. Mükellef bir kahvaltı 'Ayışığı sonatı' eşliğinde, sakin, duru berrak bir sabah, kahvaltıdan sonra çay keyfi ve sohbet.. Masayı toplamayıp bir saat boyunca elde çay bardağı, oturup çene çalma lüksü ve üzerime basan rehavet.. İnsan neden yaşıyor ki zaten?

Tembel Pazar sabahlarını seviyorum:)

Friday, February 10, 2006

Korkuya karsi dua

Tercumesini yapamayacagim, yaparsam butun buyusu bozulur cunku, ozur diliyorum simdiden.


Su ana kadar okudugum en destansi dualardan biri korkuya karsi, Dune'dan:


The Bene Gesserit Littainy against Fear.
Pg 19 of Dune

I must not fear.
Fear is the mind-killer.
Fear is the little-death that brings total obliteration.
I will face my fear.
I will permit it to pass over me and through me.
And when it has gone past I will turn the inner eye to see its path.
Where the fear has gone there will be nothing.
Only I will remain.

Sunday, February 5, 2006

Floresan ışıklar altında

Gece, insanın içini yakan özlem.

Sıradan bir gün

Blogumu çok boşladığımın farkındayım. Kışın tam ortasındayız ve üzerime bir bıkkınlık geldi adeta. Havalar ısınsın da ne olursa olsun diye düşünüyorum, halbuki havalar ısınırsa ders çalışmak daha zor.

Üzerimde yeteri kadar uyumama rağmen bir uyku hali, bir bezginlik var bugün. Pazar akşamlarını hiç sevmiyorum! Belki kütüphaneye yürüyerek gelseydim daha iyi olurdu bugünü güneş ışığı görürdüm hiç olmazsa biraz.

Evimde varlıklarını sürdüren minik karıncalar geçen ay yaptığım ilaçlama seansına rağmen tekrar ortaya çıktılar. Onları öldürmek istemiyorum ama ilaç sıkmazsam da gittikçe çoğalıyorlar:( Kendimi çok zalim hissediyorum öldürünce de. Sanki bir soykırıma sebep olmuşum gibi. Önceden bulduğum çözüm onları buldukça çöpe atmaktı, böylece hem öldürmemiş oluyordum hem de bir şekilde orada bir yerde yaşamaya devam ettiklerini biliyordum. Ancak bu çözüm çoğalmalarını engellemeyen bir çözümdü tabii ki.

Kendimi 'Bit Palas' romanında gibi hissettim bir an.

Yine derse dönmem gerek.