Friday, November 29, 2013

Şükran günü 2013


İstisnasız en sevdiğim Amerikan tatili olan 'Şükran Günü' de geldi ve geçti. Çok şükür, sağlığımız ve keyfimiz yerinde, sevdiklerimiz, aile ve arkadaşlarımızla birlikte çok güzel bir yemek yedik. Sahip olduğum herşey için her gün defalarca şükrediyorum Allah'a... Öylesine çok söylüyorum ki, kızımın 2 yaşındayken ilk öğrendiği Türkçe kelime kalıplarından biri 'Çok şükür' oldu :) Ama bunu yapmak için bir gün olması ayrı güzel.

'2013 retrospektifi' şeklinde dönüp seneye baktığımda, bu seneyi hep çok güzel bir yıl olarak hatırlayacağım. Senenin başında 'Chicago Türk Edebiyat Kulübü'nü kurduk, hayatımdaki güzel insanların, güzel sohbetlerin, mis kokulu kitapların sayısı arttı. İlkbaharda güzel bir gezi yaptık, Kentucky ve Tennessee eyaletlerine, Smoky Mountains'da gezdik, doğanın ve dağların muhteşemliğine hayran kaldık.

ABD'ye geldiğimden beri ilk defa bu sene, anavatanıma, İstanbul'uma gidemedim..Ama bu, yaz mevsiminde müthiş bir akademik verimlilik olarak bana geri döndü. Yaz mevsimini Loyola kütüphanesi'nde soğuk su yudumlayarak, her gün 4-5 saat yazarak geçirdim ve sonunda tezimi son haline getirdim. Şimdi sadece düzeltmelerle uğraşıyorum. Tünelin ucunda ışık göründü sonunda, ve bu beni ne kadar rahatlattı, kelimelerle anlatılamaz..

Yaz mevsimi boyunca kağıt üzerinde tezim büyürken, karnımda da oğlum büyüdü. Pıtır pıtır hareketlerini, tekmelerini, ablasından çok daha aktif oluşunu hissettim. Bol bol konuştuk onunla, en çok da ablası. Bana motivasyon ve azim aşıladı oğlumun geliyor oluşu. Biraz yorucu ama çok güzel bir yazdı.

Sonbaharda da tez danışmanlarımla son rötuşları yapmak üzere buluştum bir kaç kere. Hala yapılacak bir kaç ekleme/düzeltme var ama işin yüzde 95i bitti çok şükür. Bu sefer Michigan eyaletine sonbahar renklerini görmeye bir 'road trip' daha yaptık. Kendimi doğanın içinde öylesine huzurlu ve bütünlükte hissediyorum ki.

Şimdi kış mevsiminin kucağındayız ve en sevdiğim ay olan Aralık'ı bekliyorum. Hem benim hem eşimin doğumgünlerimiz, hem de ilk tanıştığımız gün Aralık'ta. Şimdi onlara bir doğumgünü daha eklenecek! Kendimi mümkün olduğunca dinlendirmeye ve içime dönmeye çalışıyorum. Hayatımın en önemli anlarından ikincisine hazırlanmaya çalışıyorum, hem ruhen, hem bedenen. Sağlık içinde bize kavuşsun, başka hiç bir şey istemiyorum.

2014'ün, 2013'ten bile daha güzel geçmesini diliyorum, herkes için. Şimdi derin bir nefes alıp şükrederek, ileriye bakmanın, geçmişteki hiç bir şey üzerinde fazla durmamanın, durmadan devinmenin, hareket etmenin zamanı. O kadar çok insan görüyorum ki pişmanlıklarıyla yaşayan. Şimdi siz de durun, bir aynaya bakın, geçmişte olmuş olan ve sürekli kendinizi suçlayıp durduğunuz o her neyse, onun için artık kendinizi affedin. Vicdanınızı serbest bırakın. İçiniz kuşlar gibi hafiflesin. Ve sevin kendinizi, çok sevin. Kendini sevmeyen, başkalarını sevemez.





Sunday, November 17, 2013

Eksik parça


Bazen, hayatın anlamına çok yaklaştığımı sezer gibi oluyorum. Öylesine yakınım ki, tek bir parça eksik sanki yapbozda. O parçayı yerine koysam herşey tamamlanacak, bir anda yaşamın sırrını çözüvereceğim. Neden burada olduğumuzu, nereye gittiğimizi, yüzlerce sene sonra insanlığın kaderinin ne olacağını bileceğim.

Sanki hiç tanımadığım birini özlemek gibi, o eksik parçayı aramak. Kitap sayfalarında, dinlediğim uhrevi notaların içinde, tanıdığım, tanıştığım, konuştuğum bütün insanların yüzlerinde, gözlerinde, yeşil ormanların, mavi gökyüzünün derinliklerinde, kendi içimde, ruhumda... Hiç görmediğim bir rengi tanımlamaya çalışır gibi, son mısrası eksik bir şiire yakışacak o mükemmel kelimeleri arar gibi. Hayal meyal hatırladığın bir rüya senaryosunu başta sona tekrar yazmaya çalışır gibi aklında. Zifiri karanlıkta bir ipliği tutmuş, el yordamıyla nereye gittiğini anlamaya çalışır gibi. Yaşamın özüne, çekirdeğindeki asıl önemli cevhere ulaşmak üzere olduğumu seziyorum böyle zamanlarda. Sanki yeterince yazsam, yeterince konuşsam, o müziği yeterince dinlesem gelip tamamlayacak herşeyi o eksik yapboz parçası.

Acaba yaşamımızın anlamı, o parçayı aramak, bulamasak da aramaktan vazgeçmemek, aramak, aramak mıdır? Kendimizi öldürmeden, er ya da geç gelecek olan ölümü de çok kafamıza takmadan umarsızca yaşayabilmemizin sebebi, bu eksiklik duygusu olabilir mi? Tamamlandığımız an, ölümle gözgöze geldiğimiz an mıdır? Hayat bir arayış, batına doğru bir yolculuk, bir koşu mudur?

Tuesday, November 12, 2013

Before Midnight - Richard Linklater



Ben bu ikiliyi çok seviyorum!! O kadar çok seviyorum ki, tamamlanması 20 yıldan fazla süren bir üçlemeyi takip edecek kadar, son filmi sabırsızlıkla bekleyecek kadar, romantik aşka inanacak, onları uzaktan da olsa takip edecek kadar.. Before Sunrise'da beni çok mutlu eden bu güzel, pembe, uçucu, mis kokulu 'aşk', Before Sunset'te bekledikçe güzelleşen şarap gibi çok daha harika, enfes bir hal almıştı. Araya yıllar girmesi Jesse ve Celine'in aşklarını daha değerli, daha sihirli yapmış, Paris'in o büyülü havası ise filme ayrı bir tat katmıştı. Benim seride en sevdiğim filmin Before Sunset olması gerçeği hala değişmedi. Hele o enfes sonu.. Daha romantik, daha içten, daha duygu yüklü bir sahne hatırlamıyorum izlediğim benzer filmler arasında.

Before Midnight'ta ise gerek bunca beklemenin getirdiği, gerekse serinin ilk iki filminin eşsiz güzelliğinden kaynaklanan çok büyük beklentiler içindeydim. Ama maalesef büyük bir hayalkırıklığına uğradım. Tanıdığım, sevdiğim karakterler gitmiş, yerine 40lı yaşlarında sürekli birbirleriyle çekişen, çatışan, yıllar yılı içlerinde biriktirdikleri tüm kızgınlıkları saklamış ve acı pişmanlıklarla dolu iki kişi gelmiş. Özellikle Celine, o hayata meraklı, kocaman gözlerle bakan, peri gibi uçucu, mutluluk dolu kız gitmiş, yerine sürekli şikayet eedip eleştiren, sürekli karşısındakini suçlayan, korkunç bir kadın gelmiş! Bir insan bu kadar çok değişebilir mi 10 yılda? Bana çok gerçekçi gelmedi. Sanki eski Celine'in yüzünü ve tavırlarını biraz olsun, arada da olsa görebilseydik, film daha gerçekçi, daha katlanılır olurdu gibi geliyor.

Bütün film, sürekli bir tartışma ve didişme şeklinde geçiyor diyebilirim. İlişkilerin gerçekçiliğini gözler önüne sermek uğruna bence Linklater filmi izlenilebilir yapan hoşlukların tümünden birden vazgeçmiş, ve çok da güzel bir sonucu olmamış bunun. Hayat bir gül bahçesi değil ama arada elle tutulabilir mutluluk anları da var. Bunları daha başarılı gösterebilirdi diye düşünüyorum.

Ayrıca eklemeden geçemeyeceğim: Film Yunanistan'da geçiyor ve çekildiği yerler o kadar güzel ki, Yunan Turizm Bakanlığı'ndan yüklüce bir miktar destek almış olduğunu düşündük :) Özellikle de bir sahnesinde Türkleri (elbette ki) yeren, aşağılayan replikleri duyunca!

Üçleme bitti ama beni mutlu edemedi maalesef..Yine de ilk iki film için, özellikle Before Sunset için teşekkürler Linklater!!