Sunday, November 8, 2020

Özlem, nostalji, melankoli

 

Hayatıma en çok yön veren duygu, nostalji.

Bugün kızımla bir sualtı belgeseli izledik. Senelerdir izlememiştim. Rahmetli dedem çok severdi doğa belgeselleri izlemeyi. Onu anımsadım. İçimde bir şeyler kırıldı. 

Sanki Pendik'teki evin kapısından içeri girsem, yine dedemin sigarasının kokusu çarpacak burnuma. Anneannem karalahana sarması yapmış olacak, ben sofrayı kurmaya yardım edeceğim, hep birlikte yiyeceğiz. Sonra koltuğa kurulacağım, karnım doymuş, içim huzur dolu. Babam yanımda mandalina soyuyor olacak. Karşımda dedem gazetesini okuyor olacak, arada bir tepesinden bakarak sohbetimize katılacak. Köşede anneannem oturup arada televizyondaki haberlere içlenecek, üzülecek, yorumlar yapacak. Annem mutfaktan gelip konuşmalarımıza katılacak. Koridordan arka odaya gidip balkona çıkacağım. Kömür kokulu akşamın kokusunu içime çekeceğim. Müezzin yanık sesiyle ezan okumaya başlayacak. İçeri floresan lambanın beyaz ışığına geri döneceğim. Akşam bitip biz eve dönerken merdivenlerden aşağı doğru 'Gene gelun, gene buyurun' diyen anneannemin sesi bizi takip edecek, sonra arabaya binerken onun ikinci kattaki pencerede bize el sallayan silüetini görüp 'Allahaısmarladık anneanne!' diye bağıracağım el sallayarak, öpücük göndererek. 


Sanki anneannem hala o koltukta, o pencerede, o evde. Gitmiş, evi bomboş kalmış, duvarlarda yankılar varmış bizden, ondan, dedemden..İnanamıyorum. 

Gittin mi anneanne? Gittin mi sahiden pamuk yüzlüm, mis kokulum, yumuşak bakışlarıyla beni okşayan, güzel ninem?

Seni çok, çok özlüyorum. İçimdeki boşluğun hiç dolmayacak.




 



Monday, May 13, 2019

Yeniden merhaba



Bir zamanlar bir blog'um vardı ve ona yazardım diye düşündüm bugün. Bu blog'u açalı en az 13 sene oldu. Sanki yüzyıllar geçmiş gibi geliyor aradan. Anadilimde yazmayı özledim, arada İngilizce yaşam hikayemi yazsam da kendi dilime, sesime, ses bayrağım olan Türkçe'ye dönme isteğim arttı. Bugünlerde yine yazasım var. Burayı hala okuyan birileri var mı bilmem, ama belki bunca seneden sonra tekrar canlanabilir bu blog. Hiç bir şey için olmasa bile kendim için, sular seller gibi geçen günlerden bir tortu, bir iz, bir anı kalsın diye.

Yaşlandım gibi hissediyorum bugünlerde. Öğleden sonra uykularına dalarken çocukluğum geliveriyor aklıma, anneannemin evinde geçirdiğim uzun, mutlu, huzurlu günler. Eski evlerimiz, doğup içinde büyüdüğüm ama artık bana çok uzak gelen, kokusunu bile sanki unuttuğum şehrim, İstanbul'um.

Bugünlerde kendimi, Nazım'ın dizelerinde çok güzel anlattığı duygular içinde buluyorum anavatanımı düşününce:

Memleketim, memleketim, memleketim, Ne kasketim kaldı senin ora işi Ne yollarını taşımış ayakkabım, Son mintanın da sırtımda paralandı çoktan, şile bezindendi. Sen şimdi yalnız saçımın akında, enfarktında yüreğimin, Alnımın çizgilerindesin memleketim, Memleketim.

Nazım'ın ne kadar büyük bir şair olduğunu düşünüyorum sonra. Ben kendi isteğim ve seçimimle başka bir ülkede yaşarken, onun bunca sevdiği memleketinden uzak, ona hasret, ona aşık olarak ölmesi, yapılmış en büyük haksızlıklardan biri gibi geliyor. Bunca sene ötesinden Nazım'ın şiiri uzanıp yüreğime dokunuyor. İnsanız diyor bana, duygularımız, hislerimiz, memleket ve anavatan hasretimiz aynı: zamanı yok, yeri yok, ırkı, dini, milleti yok.



Ne güzel şey şiire sığınabilmek işte böyle zamanlarda. Kalbimin ucu 'cız' ettiğinde, acıdığında yüreğim, içime akşam hüznü ve ıssızlığı çöktüğünde, açabilmek bir şiir antolojisini.. Elimi tutması sevdiğim bir şairin, sayfalardan uzanıp, zamanları, okyanusları, kıtaları aşarak. Okuyabilmek dizeleri, insan olmanın evrenselliğini hissetmek ta derinden. Hangi acıdan ve dertten muzdaripsek, yeryüzünde en az bir kişinin daha aynı acıyı çekmiş ya da çekiyor olduğunu bilmek. Asla yalnız olmadığımızı.

İyi ki edebiyat var. İyi ki şiir var. Nasıl yaşar, nasıl nefes alırdık yoksa?


Söz, bu sene daha çok yazmaya çalışacağım buraya. Çünkü kelimelerden başka ne var elimizde?


Sevgiyle,


Moonshine
Mayıs 2019
Naperville, Illinois







Monday, March 11, 2019

DCA --> ORD


We are settling into our seats and buckling in when I hear that voice behind me. A woman and a man, first engaging in small talk, in the seats right behind mine.

"What are you going to Chicago for? Do you work there?"
"Yeah, I live in ........ but I grew up in ........." "D.C. Weather was good today..."

Then all of a sudden, I hear without wanting to, their voices aggressively drilling into my head:

"What a grumpy flight attendant!" she says.
"Hmm, yeah.." He agrees. "In Europe and other parts of the world, being a flight attendant is, like, a really big deal, but here anyone can become one I guess?" Sneering and laughter. I can almost see it, without seeing his face.
"Or maybe it's because it's United" she adds, "With the other airlines they train them really well, but with this one.." (As if talking about a dog, or a circus animal. I wince.)

The conversation trails off. I have a sour taste in my mouth. I wonder if it ever occurs to these people that the person who is serving them is a human being, might have emotions, might be having a bad day, might have had a death in the family for all I know...

I just cannot understand this mindset, this disgusting sense of entitlement, i.e. just because you have paid a few hundred bucks for a plane seat, you are owed a smile from the person who happens to be serving you. I want to turn around and ask them: "Don't you have bad days, ever? When you don't want to get out of bed? When you don't want to face people even, let alone serve them? Don't you ever feel miserable? How would you feel if I belittled your occupation? If I judged you based on a 15 seconds long interaction?"

But of course I don't turn around. I sit quietly in my seat and seethe. It is moments like this that sometimes pushes me into waves of pessimism about humans, and really damages my general love and trust in all humanity. I say to myself: "If I can teach my children to be nice and kind to the people who serve them, I will have parented well."

All of a sudden, the cabin lights go off, preparing for takeoff. I feel a dark panic take over me, as if all humanity is closing in on me. Complete darkness as we wait for the plane to accelerate, then take off.

But wait, no. It's not completely dark. Some people have turned on their reading lights overhead, and I see a few lights scattered around, and people with intent faces reading under them. I breathe a sigh of relief. As if their existence is something to hold on to in this artificially cold darkness. Their quiet focus reassuring, the rustle of the pages they turn like a lullaby.

I close my eyes, and think to myself:

As long as there are people reading in warm pools of light in this complete darkness of existence, we will be ok.







Esra Tasdelen, March 2019






Monday, November 26, 2018

What do Dachau and Gallipoli have in common?



Something I have been thinking about recently is how places have their own energies.

I have been to places where thousands of people died tragically in a very short time. Like the gray, gloomy, dark former concentration camp, Dachau, in Germany. Death and destruction lingered in the air, as if something you could touch.

I could feel the same palpable sadness in the air of Gallipoli, a region in modern day Turkey where the First World War took lots of young lives, and hundreds of thousands perished in a very short time. The air is heavier there somehow, despite the tourists at the beaches, the sun shining on the blue beautiful sea, the beauty of my favorite beach in the whole world (Teke bay), where the pebbles rounded and polished by time and waves sit silently together.

I have felt different energies in different buildings and spaces all throughout my life. In some peoples' houses, there is a coziness, a great positive energy that I can pick up immediately and makes me feel at home. In other peoples' houses, I feel like I am an outsider and a very temporary guest.

Bookstores, especially those that sell used books that have touched many lives have an immense, powerful positive energy that is deeply therapeutic for me. In the summer of 2015, the most difficult summer of my life, I would go into Armadillo's Pillow in Rogers Park and just breathe and exist in between the stacks of books. I felt like nothing bad could happen to me there, like nothing bad could ever happen in a bookstore.

In our campus where I work, my building, Kiekhofer Hall, has an amazing positive energy. It has a chapel attached to it, and the quiet peacefulness of the worship space expands to fill the whole building. It has dark wood interiors which I love, and it houses the Modern and Classical Languages and English departments, so it is a building devoted to language, literature and the power of words. The front facade has huge glass windows that let in sunlight on cold but bright winter mornings. It also has a beautiful inner courtyard that transforms into a space of quiet solitude when it snows. Nowhere else on campus can I get this cozy feeling when I enter Kiekhofer. Some other buildings like Goldspohn feel too white, too sterile or bright, almost like hospital buildings. I am so happy that my office is in this building I love, somewhere I can feel at home, at peace.

I also feel a lot of positive energy in the forest of course, at the Morton Arboretum, a place that has become as sacred as a shrine for me in the past couple of years. It is a refuge from the rest of the world, and under the trees I feel like my soul is washed, renewed, rejuvenated. Like bookstores, it is another safe space for me, somewhere where nothing bad could ever happen, anxieties and the real world temporarily put on hold.

The quiet peacefulness, the sense of a goodness emanating from the earth and soil, is why I escape to nature in times of distress and anxiety, and it never fails to soothe me. I am so grateful for this brief respite from the hectic nature of daily life.


As I near the end of my 36th trip around the sun, this is my only wish: To be able to spend more time in places and with people who I feel at home with.

Love and gratitude as always, for this breath, for these spaces, for this life.





Sunday, March 18, 2018

Saatler, zaman, insan, ölüm ve yaşam





Dedemi kaybedeli bir buçuk ayı geçti.

Bugünlerde, şimdi ona bomboş gelen bir evin içinde sessizliği dinleyen anneannemi düşünüyorum. Sessizce oturan, boşluğu ve sessizliği bir nefes gibi içine çeken canımın içi kadını. Beni ona bağlayan bütün bağları, altın renkte görünmez ipler gibi, okyanusun dibinden, dağların üstünden ve denizlerin içinden geçtiğini hissederek. Benim yüreğimi anneannemin yüreğine bağlayan sevgi bağlarını en içimde, kalbimin derininde duyarak.

Dedemin hastaneye gittiği günden beri çalışmayan duvar saatini düşünüyorum. Ki huzurlu tik-tak sesleri çocukluğumun arka planıydı.

Bir insanın gidişini düşünüyorum. Varlığımızın, insanlığın en acıklı gerçeğini.

İnsan öyle bir varlık ki, onun bıraktığı boşluğu başka hiç bir şey dolduramıyor.

İnsanın bıraktığı boşluk, vücudunun kapladığı alanın çok ötesinde. Çok daha fazlası. Her insanın gidişi, bir kara delik oluşturuyor evrende. Bir daha asla kapanmayacak bir kara delik.

Ondan mıdır acaba, varlığımızın dokusu gittikçe inceliyor, sevdiklerimiz ayrıldıkça bu dünyadan?

Ondan mıdır, kendimizi gittikçe daha yalnız hissetmemiz büyüdükçe? Büyüdükçe daha çocuklaşmamız, daha kaybolmuş, daha şaşkın, daha kocaman gözlerle bakmamız hayata?

İnsanın kapladığı yerin aslında ne kadar büyük olduğunu, bir kaç ay bizimle kalan Barış'ın ve benim sevgili anneannemiz Mazis Türkiye'ye döndüğü gün derinden hissetmiştim.

Vücudu minicik, yüreği dev, sadece torunlarında değil torunlarının çocuklarında bile emeği olan bu 'küçük ama dev' kadın, meğerse ne çok yer kaplıyormuş, evimizde ben, Barış ve çocuklarımız, tekrar çekirdek ailemiz olmaya geri dönünce anladım.

O Türkiye'ye gittiği gün, Mazis'in her zaman oturduğu koltuktaki yeri, boş bir vadi gibi göründü gözüme. Anladım ki insanın yüreği ne kadar büyükse, kapladığı yer de o kadar büyük olurmuş bu dünyada. Vücudu minicik olsa bile. Ne kadar çok insanın gönlünde yeşermişse sevgisi, onca geniş bir yer kaplarmış bu evrende. Emek ve sevgi, büyütürmüş insanı, devleştirirmiş, hem sevdiklerinin hem de bütün dünyanın gözünde.

O yüzden sızlıyor içim, kendi anneannemi düşündükçe. Dedemin bütün huysuzluklarına rağmen, anneanneme hayatı boyunca pek gün yüzü göstermemesine, içtiği sigaralarla çektirdiklerine, asla şiddet uygulamasa da sözleriyle hem eşini hem çocuklarını üzmesine, sevgi ve şefkat göstermeyi bilmemesine rağmen...

Bütün yaptıklarına RAĞMEN sevdiğimiz ve kaybettiğimizde içimizde derin kara delikler açan herkes için sızlıyor yüreğim.

Düşünüyorum anneannemi bugünlerde. Var olmasa, benim var olmayacağım, azimli, çalışkan kadını.

Çok özlüyorum onu. Elinden tutup, 'torununun seni çok seviyor anneanne, dayan biraz daha.. Bak nefes alıyoruz hala.' demek istiyorum ona.

Elim uzanmıyor. Telefona uzanıyorum. Küçüklüğümden beri ezbere bildiğim telefon numarasını çeviriyorum. Okyanuslar ötesinde bir evde, bir telefon uzun uzun çalıyor.

Hala sesini duyabildiğime şükrediyorum.











Friday, January 12, 2018

Büyüdükçe (Canıma mektup)






Büyüdükçe sana ne kadar çok benzediğimi görüyorum baba.. ruhlarımızın aynı kumaştan dokunmuş olduğunu.

İçimdeki küçük çocuğun, hayata bir çocuk gibi sevinebilmenin senden geldiğini.

Şiir sevgimin, Türk diline, Türkçeye duyduğum aşkın, edebiyat sevgimin kaynağını, ilk başladığı yeri, o pınarı senin gözbebeklerinde gördüğümü.

İkimiz oturmuş çay içerken birden senin sevgili arkadaşın İlhan Şeşen'den 'Sen benim şarkılarımsın' şarkısı çalmaya başladığında, ben yerimden kalkıp 'hadi dansedelim baba' diye elimi uzatırsam, bana asla 'hayır' demeyeceğini.

Yaşım otuz altıya gelmiş olduğu halde elinden tutup sokakta yürüyebileceğimi.

Tıpkı senin gibi benim de dünyevi işlerden bihaber, ne kadar para kazandığımın, ne kadar para harcadığımın farkında bile olmayan, aklı beş yüz karış havada bir iflah olmaz romantik olduğumu.

Sırf ben istedim, hayatta en sevdiğim şey diye Amerika'ya gideceğim günün, yeni yılın ilk sabahı yeni açılmış fırına koşup bana 10 tane çıtır, taze simit alacak olan tek insan olduğunu.

Sabahın köründe mutfağa 'Yeşil pencerenden bir gül at bana / Işıklarla dolsun kalbimin içi' dizelerini haykırarak daldığımda, annem daha afyonu patlamamış bir halde 'sabah sabah kafa ütüledin Esra' diye mırıldanırken senin yüzünde mutlu bir gülümseme ile bana sarılacağını.

Böyle bir baba sevgisi ile büyümüş olduğum için aslında ne kadar, ne kadar şanslı olduğumu.

Senin kızın olarak büyümüş olduğum için. Bana gerçek sevgiyi öğretmiş olan, insan yüreği taşıyan bir babam olduğu için.

Ne kadar muhteşem bir çocukluk yaşamış olduğumu. Ve şu anda hissettiğim kendine güvenin, hayata karşı hissettiğim coşkunun, küçük anlardan aldığım keyif ve mutlulukların hepsinin sağlam temellerinin o çocuklukta atıldığını.

Uzattığımda elimi hep tuttuğun, hiç bırakmadığın için teşekkür ederim, baba.

Çok seviyorum seni.




Kızın










Thursday, December 7, 2017

Otuz altı


Buraları hala okuyan var mı bilmiyorum..

Ama otuz altı yaşımın ilk günlerini yaşadığım şu günlerde bir kaç satır da olsa düşüncelerimi yazmak istedim..

Ne öğrendim bunca yılda?

Çocuklarım dahil bana ait olan hiç bir şeyin olmadığını şu dünyada.. Bedenimi bile vakti gelince geri vereceğimi, onu bile emanet aldığımı..

Hayatta hiç bir şeyin kontrolümüz dahilinde olmadığını.. Nefesimiz ve düşüncelerimiz hariç. Bir tek kendi tavrımızı kontrol edebiliyoruz. Onun dışında hiç bir şeyi.

Hayatın, biz planlar yaparken yaptığımız planlara kıs kıs gülen küçük bir çocuk gibi bizimle dalga geçtiğini..

Hayatın iyi olmayan kitaplar okumak ve kötü müzik dinlemek için çok kısa olduğunu.. Bir kitabı çok sevmediysem hemen elimden bırakabilmem gerektiğini..

Sözün uçup yazının kaldığını.. Zaman su gibi akıp geçerken bazı şeyleri, düşünceleri, duyguları kaydetmemiz gerektiğini.. Hafızanın müthiş yanıltıcı, tepe taklak gitmekten hoşlanan, bize dil çıkartan, sersem sepelek bir haydut olduğunu :)

Bir gülümsemenin bazen bir insanın bütün gününü aydınlatabildiğini..

Büyümenin, anneni her geçen gün daha fazla anlama süreci olduğunu ve bu anlamanın hiç ama hiç bitmediğini...

İnsanın gözlerinin içi parlayarak yapabileceği bir mesleği bulmuş olmasının ne kadar nadir görülen bir şey ve aslında ne büyük bir şans olduğunu.. Ama hayatta mutlu olmak için bunun esas koşul olmadığını.. Hangi mesleği icra ediyor olursak olalım ona dört elle sarılırsak ve yürekten yaparsak bir şekilde mutlu olabileceğimizi..


Her şeyden önemlisi sevginin sınırı olmadığını.. Sevdikçe yüreğimizin büyüdüğünü. Sevginin sevgiyi doğurduğunu ve herşeyin cevabının o olduğunu.

Ne güzel demiş Yunus'umuz..

'Sevelim, sevilelim..
Dünya kimseye kalmaz'

Sevgiyle..