Wednesday, July 31, 2013

Yağmur ve gece

Aniden bastıran sağanağın ardından odaya aralık pencereden hücum eden, hafif metalik yağmur kokusuyla karışık gece kokusu. Bembeyaz şimşeklerle aydınlanan gecenin getirdikleri.. Ne için yaşıyoruz sahi? İnsan ne için yaşar? Şu kokusu insanı delirten yağmur için mi? Şaha kalkan siyah bir at gibi birden karşımıza çıkıveren gece için mi? Sesi kulaklarımızı yumuşacık kuş tüyleri gibi okşayan piyano ezgisi için mi, odayı usul usul dolduran? Ne için yaşıyoruz sahi? Neden kalkıyoruz her sabah yataktan, bir güne daha başlamak için?

Yağmur kokusu, simsiyah gece, ıslak yapraklar.. Derin bir nefesle içime çektiğim, çekip uzun süre içimde tuttuğum karanlık. Sadece bu his. Şimdi, şu anda hissettiğim. Bilerek, isteyerek, inatla yaşamanın deliliğe yakınlığını hissetiğim bu an. Bu an için yaşıyorum. Bu an ile yaşıyorum.




From Up on Poppy Hill


Chicago'da Gene Siskel'da izlediğim bir Studio Ghibli filmi daha.. Öncesinde ünlü Magnolia Bakery'de çay içip muzlu puding yedik, sonra bu güzel filmi izlemeye gittik. Hayao Miyazaki'nin oğlu Goro Miyazaki üstlenmiş yönetmenliğini bu sefer.. Ama yine bütün Miyazaki filmlerinden tanıdığımız o mutluluk ve huzur hissi bu filmde de hakim.. Güzel ve saf bir aşkı anlatıyor. 1964te geçen bir çocukluk/okul öyküsü bir yandan. Okulun eski kulüp binası kapanma tehlikesiyle karşılaşınca birlik olup onu kurtarmaya çalışan öğrencilerin hikayesi.. Ve arada anlatılan Umi ve Shun'un saf, temiz aşkı. Yine küçük kasabanın bütün detayları, sokak manzaraları, çizimler ve detaylara verilen önem enfes. Ve yine her zamanki gibi bu filmi de izleyince içimde Japonya'ya gitme isteği depreşti.




Silver Linings Playbook


Jennifer Lawrence bence Oscar'ı hakeden bir oyuncu, ama daha önce izleyip çok etkilendiğim Winter's Bone filmiyle.. O filmde oyunculuğuna hayran kalmıştım tek kelimeyle. Silver Linings Playbook'ta ise oyunculuğu iyi olmakla beraber çok da Oscarlık bir performans olduğunu söylemeyeceğim. Hoş bir filmdi ama sadece o kadar.. Oscar ödül töreninde biraz abartılmış olduğunu düşünüyorum.. Bende öyle kalıcı bir iz bırakmayan, hoş ama çok etkilemeyen bir film olarak kaldı.

Tuesday, July 30, 2013

The Great Gatsby



Sinemada izleyeli aylar oldu ama ancak yazabiliyorum.. Baz Luhrmann'ı severim, Great Gatsby'i de bir roman olarak çok severim. Film uyarlamasının kitapla çok da alakası olmasa da, yani tam bir absürd komedi ve görsel şov halini almış olsa da, ben beğendim!! Film uyarlamalarından zaten hiç bir zaman kitaptan beklediklerimizi beklememek gerektiğini düşünüyorum. Oyunculuğu gittikçe olgunlaşan Leonardo DiCaprio, Daisy rolüne tam oturduğunu düşündüğüm Carey Mulligan ve filmin harika görselliği, benim için bu filmi izlemeyi bir keyfe dönüştürdü.

Filmde kitaptan hiç değiştirilmeden alınan bazı alıntıların yazılı olarak ekranda belirmesi ise daha önce hiç bir filmde görmediğim, harika bir fikirdi. Bize, bir edebiyat uyarlaması izlemekte olduğumuzu hissettirdi diyebilirim.

İşte bu yüzden Baz Luhrmann'ı seviyorum.




Friday, July 12, 2013

Sırt çantaları, kitap dolu odalar ve hayat hakkında


Nisan ayı başında çok sevdiğim bir hocamı kaybettim. Hem çok sevgili, birebir çalıştığım hocam, hem de doktora tez komitemin 3. üyesiydi. Çok ani oldu ölümü, ben de dahil olmak üzere bütün öğrencilerini çok üzdü. Hepimiz bu denli sevdiğimiz hocamızı kaybetmenin şoku içindeydik. Cenazesinde onu toprağa verirken hepimizin gözleri yaşlıydı, içimiz buruktu, yetim bırakılmışız gibi. Duygularım yüreğime sığmayıp taşınca hocama bir 'tribute', yani anma yazısı yazdım o gün.

Hüznüm büyüktü tabii, ama bir yandan da kendi hayatıma dair çok önemli bir gerçeği keşfettim. Hocam, yaşadığı hayatla hepimize örnek olmuştu. Neredeyse son nefesini verdiği günün bir kaç gün öncesine kadar hayatta en sevdiği şey olan hocalığı yapmış, mesleğini çok sevmiş, öğrencilerini çok sevmişti. Bizde, hepimizde bir parçasını bırakmıştı. O gitmiş olsa bile bizde yaşamaya devam ediyordu, her birimizde ayrı bir anısıyla, bize öğrettikleriyle, bizde bıraktıklarıyla.. Biz onun ismini onla, yüzle, binle çarpıp dünyanın dört bir köşesine dağıtmıştık bile.

Onun ölümünden sonra düşündüm ki, ben de işte tam böyle bir hayat istiyorum. Hocamı en son gördüğüm haliyle, mis gibi eski kitap kokan, tepeden tırnağa kitap dolu odasında, masasında otururkenki mutlu haliyle hatırladım. Ben de öğrenmeye ve öğretmeye devam ederek, etrafım çok sevdiğim öğrencilerle sarılı, kitaplarla dolu bir ofiste yaşlanmak istiyorum. Hocamın ölümü, bu hayalime çok daha sıkı sarılmama, hayatta ne istediğimi bir kez daha anlamama vesile oldu.



Bu sabah kızımı dişçiye götürdükten sonra arabanın arkasında büyük bir hızla omuz çantamın içindekileri sırt çantama aktarıp kızımı babasına teslim ederken, Süpermen gibi aniden kimlik değiştirirken de bunu düşündüm. Sırt çantamı takıp kütüphaneye yürürken farkettim ki, omuz çantamı taktığımda normal bir kadın, bir anneyim. Sırt çantamı taktığım zaman ise, öğrenciyim. Akademisyenim. Çoğu hocamın, yaşlı başlı olmalarına rağmen sırt çantalarıyla gezdiğini görüyorum, çok hoş geliyor bana. İçi kitap dolu bir çantayla gezmek demek çünkü bu. Öğrenmek, öğretmek demek.

Hani insanlar sürekli 'ah tatil yapsak, şuraya gitsek, buraya gitsek' derler ya.. Benim tatilim, işte o sırt çantasını takıp, kütüphanenin yolunu tuttuğum an başlar. Serin, kitap kokulu kütüphaneye girince, dünyanın bütün dertleri, tasaları unutulur, başka sorumluluklar geri planda kalır. Düşüncelerim, ben, kitaplarım ve yazılarım, başbaşa kalırız. 'Ben bunun için yaratılmışım' diye düşünür, mutlu olur, kendimi çok daha iyi hissederim. Evden bütün gün çıkmadığım günlerin tam tersine, verimli ve üretken olmanın getirdiği mutlulukla huzur dolarım. Kızıma daha iyi bir anne olurum o zaman, kocama daha iyi bir eş, anne-babama daha iyi bir evlat.. Çalışmak, yüceltir insanı, ölümsüzleştirir. Okumanın, yazmanın büyüsü içinde kendimi kaybeder, giderim.


İşte bu yüzden, her zaman ve bütün hayatım boyunca, siyah sırt çantam benim için omuz çantalarından çok daha önemli ve değerli olacak!