Saturday, April 26, 2008

Yeni keşfim!



Bugün Lindt'in şu ana kadar tattığım en güzel çikolatalarından birini keşfettim! Chili kırmızı biberli siyah çikolata! Hafif acımsı, ama çikolatanın yoğun tadını da gayet başarılı bir şekilde koruyan, güzel kokulu bir çikolata. Çayın yanında da çok güzel gidiyor.


Bu vesileyle bugün kopardığım maarif takvimimin yaprağı arkasında yazan kısa bir yazıyı da paylaşayım sizinle:

DAHA KEYİFLİ BİR HAYAT İÇİN:

Hayatınıza daha çok eğlence katın.
Esprili, nüktedan biri olmaya çalışın.
Hafifleyin, fazla yüklerinizi atın.
Her zaman iyimser, olumlu ve yapıcı olun.
Dostlarınızı ve ailenizi daha sık arayın.
Daha çok şaka yapın.
Gülmekten de ağlamaktan da korkmayın.
Sevdiklerinize yaklaşın, sık sık sarılın.
Daha sık tatil yapın, vücudunuzu ve ruhunuzu dinlendirin.
Nefret, düşmanlık, kin ve korkudan uzak kalın.
Daha çok hoşgörün, daha sık bağışlayın.
Yeni hobiler kazanın.



Bütün bunların altına ben bir madde ekleyeyim hemen:
ÇİKOLATA YİYİN! :-)




Friday, April 25, 2008

Nisan yağmuru


Hiç bir acelesi olmadan, usul usul, yumuşacık yağıyor Nisan yağmuru.. Hem usul usul, hem hevesli hevesli.. Bütün kış buz ve kar altında kalmış, soğuk ve sert toprağı yumuşatmak ister gibi.. Yüreğimize, içimize akıp serinletmek ister gibi.. Ilık ılık süzülüyor yapraklardan, ağaçlardan, çiçeklerden. Toprağın derinliklerinde uyumakta olan her tohumu, her çekirdeği canlandırmak, uyandırmak ister gibi. Hayat verir gibi yağıyor bu güzel yağmur.

Yeniden dünyaya gelebilsem, bir Nisan yağmuru olmak isterdim. Ilık bir ilkbahar günü, yavaş yavaş, tadına vara vara, parlak bulutlardan yeryüzüne doğru akmak.. Yeşil çimenlerin arasından kahverengi toprağın içine, derinliklerine doğru süzülmek. Orada aylardır bekleyen bir küçük tohuma can vermek.. O tohumla birlikte büyüyüp bir çiçek, ya da belki de bir ağaç olmak. Sonra o ağacın bir yaprağında doğan küçücük bir çiy tanesi olup, tekrar buharlaşıp gökyüzüne doğru uçmak.

Ardımda ise mis gibi, ıslak bir toprak kokusu, ve birkaç tane gökkuşağı bırakmak..


Evet, ben tekrar yaşayabilsem, tekrar gelsem bu dünyaya, bir Nisan yağmuru olmak isterdim.





Bu yağmur... Bu yağmur... Bu kıldan ince,
Öpüşten yumuşak yağan bu yağmur.
Bu yağmur... Bu yağmur... Bir gün dinince,
Aynalar yüzümü tanımaz olur.


N.F. Kısakürek

Wednesday, April 23, 2008

Kirpi ve sis





Evde tek başıma oturup çay içtiğim sessiz, sakin kış gecelerinden birinde youtube'u gezerken keşfettim bu inanılmaz güzellikte ve içtenlikteki Rus çizgi filmini. Sovyet Rusya zamanında yapılmış ve şimdiye kadar bir çok ödül almış. 1975 yılında bu kadar güzel bir çizgi filmin yapılabilmesi beni çok şaşırttı ve sevindirdi. Yuri Norstein adındaki Rus yönetmenin anlattığı bu hikaye, mükemmel müziği, yapılış tekniği ve tüyler ürpertici havasıyla beni her izlediğimde çok etkiliyor. Bunun sebebiyse, sanırım bu kısacık çizgi filmin hayatımızın çok güzel bir özeti olması.

'Kirpi ve Sis' bize aslında insan hayatının hikayesini anlatıyor.

Hepimiz hayatımızda gözümüze kestirdiğimiz bir hedefe ulaşmak için bir patikada yürümeye koyuluruz. Ancak hiçbirimiz bu patikanın üzerinde dümdüz yürümeye devam edemeyiz. Mutlaka bir yerlerde, önceden planlanmayan bir şekilde başka yollara saparız.

Gittiğimiz yeni yerlerde, yepyeni ve yabancı olan herşey karşısında önce ürkeriz. Bilinmeyen, tam olarak algılanamayan herşey korkutur bizi, kendimizi yalnız ve çaresiz hissederiz.

Karşılaştığımız herşeyi tam olarak anlamlandıramasak da, bazen güzellikler de görürüz, bembeyaz sisin içindeki bembeyaz at gibi.. Gördüğümüz güzellikler karşısında korkularımızı bile unutabiliriz.

Bazense bizim için gerçekten çok değerli olan bir şeyi kaybederiz. Hatta onu kaybettiğimizin farkına çok sonra dahi varabiliriz. Telaşla kaybettiğimiz şeyi bulmaya çalışırız. Endişe ve korkuyla çabalarız.

Bazen, hiç tahmin etmediğimiz ve tanımadığımız birisi bize yardım eder, bize ışık ya da rehber olur. Ve kaybettiğimiz her neyse, onu bulmamızı sağlar. Birden tekrar mutlu olur ve patikaya tekrar dönmeye çalışırız.

Gördüğümüz ve korktuğumuz herşey, göründüğü gibi değildir. Hayatın sisleri bazen bir şeyi ya da birisini olduğundan daha korkunç ya da karanlık gösterebilir. Bazen bir şeyin gerçekte ne olduğunu anlamak için ona uzaktan bakmak yetmez. Yaklaşıp onu iyice tanımak, güzelliğini görmek gerekir.

Bazense yolculuktan o denli yoruluruz ki, kendimizi hayatın nehrinin akışına bırakıp, o akıntıyla birlikte sürüklenmekten başka bir şey gelmez elimizden. Direnmeyi bırakır, suda boğulmayı göze alırız. Ama kendimizi en ıslak ve çaresiz hissetiğimiz zamanda bile yine hiç tanımadığımız birisi, bir yabancı bize yardım edebilir, bizi güvenli kıyılara taşıyabilir. Ona sessizce minnettar kalırız.

En sonunda patikanın sonundaki güvenli açıklığa kavuştuğumuzda, tehlikeli yolculuğumuzu ve maceramızı anlatacak sözleri bulmaktan dahi aciz kalabiliriz. O anda en büyük mutlulukların yaşamdaki küçük anlarda doğduğunu anlarız. Eski bir dostla çıtır çıtır yanan ateşin yanında oturup semaverden çay içerek yıldızları izleyebilmektir mutluluk.. Büyük bir hayretle farkına varırız.

Bazense hepimiz o güzel, o bembeyaz atı düşünürüz.. Acaba ne yapıyor orada, sislerin arasında?




Sunday, April 20, 2008

Takva - Özer Kızıltan


2006 yapımı 'Takva' filmini blog arkadaşım Nurvenur'un önerisiden sonra bizim okulun kütüphanesinden alıp izledim. Zaten son zamanlarda sürekli Türk filmleri izliyorum, ve çoğunu da çok başarılı buluyorum.

Takva'yı genel olarak beğendim. Filmle ilgili öne çıkan ilk şey Erkan Can'ın tek kelimeyle mükemmel oyunculuğu. Filmi neredeyse tek başına çok güzel götürmüş. Zaten Erkan Can'ı çok kısa bir rolle de olsa Yazı-Tura'da da izleyip oyunculuğunu çok beğenmiştim. Seneler seneler önce Mahallenin Muhtarları'nda Temel'i oynayan kişiyle aynı insan olduğuna inanmak zor gerçekten!

Bir de filmde gerçekten çok beğendiğim bir başka özellik de ayrıntılara gerçekten çok dikkat gösterilmesi oldu. Erkan Can'ın oynadığı Muharrem karakterinin yaşamı, özellikle filmin başında izleyiciye çok güzel aktarılıyor. Evindeki detaylar, kullandığı eski tencereler, yatağı, eski radyosu, kısacası yaşamının her yönü inanılmaz gerçekçi geldi bana. Muharrem'in yaşadığı hayat mümkün olduğu kadar sade, ve adeta geçmiş yüzyıllarda kalmış bir hayat. Detaylara gösterilen özen sayesinde kendimi adeta olayların içinde hissettim.

Filmde tek beğenmediğim şey sonu oldu. Filmin ilk yarısında Muharrem'in iç yolculuğu, tekkeye girişi, daha sonra kendisiyle olan iç hesaplaşmaları, yavaş yavaş çelişki ve tereddütlerle sarılması çok güzel anlatılmış. Yalnız filmin sonuna doğru sanki herşey alelacele bağlanıp oldu bittiye getirilmiş. Bence biraz daha açıklayıcı ve tatmin edici bir son olabilirdi.

Sonunun biraz ani bitmesine rağmen yine de genelde çok başarılı bir film Takva. Kendimi tekrarlıyor gibi olacağım ama gerçekten Türk sineması'nın geldiği noktayla gurur duyuyorum. Son olarak filmden sevdiğim bir alıntı ile bitireyim bu yazımı:

'Belki de şeytan dediğimiz bizzat kendimiziz....'



Saturday, April 12, 2008

6. gün - Cuma (son gün) ve neler öğrendim

Kahvaltı: Bir dilim ekmek, fıstık ezmesi, bir bardak üzüm suyu

Öğle yemeği: Mercimek çorbası, karışık sebzeli (brokoli, havuç) makarna

Arada bir bardak portakal ve baharat özlü bitki çayı (Orange and Spice)

Akşam yemeği: Vegan hamburger (soyadan yapılmış), tatlı patates püresi (sweet potato), tatlı olarak bir parça portakallı bitter çikolata.


Özellikle bu son gün akşama doğru mide ağrılarıyla ve sindirim sistemimin aşırı çalışmasından oluşan gazlarla kıvranmaya başladım. Sanırım bu kadar çok bakliyat, sebze ve meyve yiyince sindirim sistemim tamamen kendini boşalttı. Bu yüzden (zaten bir hafta da tamamlanmış olduğundan) vegan haftama Cumartesi günü artık son vermeye karar verdim.





Bu haftada neler öğrendim?

Vegan'ların nasıl bu yeme şeklini bir hayat boyu sürdürdüğünü açıkçası anlayamıyorum. Gerçekten insanın sindirim sistemini altüst eden bir yeme düzeni. Detoks olarak belki iyi bir toksinleri atma yöntemi olarak kullanılabilir, ancak bir daha böyle bir şeye kalkışırsam 3 günden fazla yapmamam gerektiğini anladım. Daha fazlası vücutta hasar bırakıyor çünkü.

Ayrıca irademin sınırlarını zorlayan testlerden de geçmedim değil :-) Hiç böylesi zor kararlar verebileceğim aklıma gelmemişti çünkü. Neyi kastediyorum:

1. irade testi: Daha vegan haftamın ilk gününde her Pazar günü gönüllü öğretmen olarak gittiğimiz TACAda ev hanımları kendi elleriyle mantı açtılar! Önüme uzatılan üzerinde dumanı tüten, erimiş tereyağlı, sarmısaklı yoğurtlu güzelim mantıyı prensiplerim sebebiyle reddettim. Daha vegan olmaya başlamanın ilk gününde diyetimi bozarsam hep bir bahane bulabilirim ve erteleye erteleye asla bu kararı hayata geçirmek mümkün olamaz diye düşündüm. Bu arada bu yaptığımı hangi arkadaşıma söylediysem irademe ve kendime hakim olabilme yeteneğime hayran kaldılar. (Amerika'daki okuyan benim gibi Türk öğrencilerbunun gerçekten nasıl zor bir karar ve nefsine hakim olma olduğunu anlayacaklardır. Amerika'da kaç kere, nerede taze, elle açılmış mantı bulunur ki?)

2. irade testi: Vegan'lığımın başladığı günün akşamı (aynı gün) bir arkadaşımın evine yemeğe davet edildiğimde gecenin bir yarısında başka arkadaşlarımın oturup üşenmeden künefe yapması. Yine üzerinde dumanı tüten, peyniri erimiş künefenin önüme getirilmesi. Ve benim içinde peynir var diye reddetmek zorunda kalmam. Bu da sanırım bu hafta verdiğim en zor kararlardan ikincisiydi.


Özetle vegan haftamı layıkıyla, prensiplerime uygun olarak ve arada kaçamaklar yapmayarak bitirmiş bulunmaktayım! Kendimle gurur duyuyorum, hiç olmazsa baştan böyle yapacağım deyip sonradan vazgeçmediğim için! Ama böyle bir hayat tarzının kesinlikle bana uygun olmadığına karar verdim. Kısacası çıkarttığım başlıca ders şu:

İnsan hiç bir şeyden kendini tamamen mahrum bırakmamalı. Hayat bunu yapmak için çok kısa. Et de, süt de, yoğurt, yumurta ve tereyağı dahi yemeliyiz. Ancak herşeyin sınırını bilmek lazım. Süt, yoğurt ve peynirde yarım yağlı/az yağlı olanları tercih edip, kırmızı eti ve yumurtayı da haftada 2 kereden fazla yememek lazım. Daha çok balık eti, hindi eti gibi etlere yönelmek sağlığımız açısından çok daha yararlı olacaktır. Sebze, meyve, bakliyat ve fındık-fıstık tüketimimizi arttırmak kan değerleri (kolesterol, trigliserit) açısından çok yararlı.

Bir de bir şeyin gerçeğini ama daha az miktarlarda yemek çok daha sağlıklı. Mesela pilava yarım kalıp margarin yerine, küçük bir tatlı kaşığı tereyağı ve zeytinyağı karışımı koymak. Ya da soya proteininden yapılmış kocaman yapay bir hamburger köftesi yerine 2-3 küçük gerçek kıymadan yapılmış köfte yemek. Eğer sınırında yenirse hiç bir şey zararlı değil. Doğanın ve hayvanların bize sunduğu nimetlerden faydalanmak gerekiyor.

Ayrıca, bazen kendimize izin de verebilmeli, 'sağlıksız' gibi görülen şeyleri de yiyebilmeliyiz, çok aşırıya kaçmadığı sürece. Mesela ben yazın Türkiye'ye gidince lahmacun, iskender, kazandibi, simit, ayran...vs. gibi bilimum burada bulamadığım her şeyi yer miyim? Büyük bir afiyetle yerim :-)


Vegan'lara da Allah sabır versin!!


Friday, April 11, 2008

Yin-yang?


Geçtiğimiz hafta içinde biri beni çok mutlu eden, biri de beni çok üzen iki haber aldım. Beni çok mutlu eden haberin hemen ardından geldi üzen haber. Ben de düşündüm: Acaba evrende olan her iyi şey için kötü bir karşılık olmak mı zorunda? Denge böyle mi sağlanıyor acaba?

Ben küçükken Türkiye'de kardeşimle gülme krizlerine girip de gözlerimizden yaşlar gelene kadar gülerdik. Bizi gören bir büyük olursa hemen 'Çok gülmeyin, sonra ağlarsınız' derdi. Çok mutlu olmaktan, mutlu olduğunu başkalarına göstermekten, gülmekten, kahkaha atmaktan hep korkmuştur bizim toplumumuz. Her güzel şeyin arkasından bir felaket, ya da her mutluluğun ardından bir hüsran gelmek zorunda mı? İşte buna isyan ediyorum. Bu hafta aldığım haberlerin birbiriyle ilgisiz olduğuna inanmak istiyorum, mutlu olduğum zaman ardından ille de bunu boğazıma tıkayacak, ağzımın tadını kaçıracak bir şeyin geleceğini reddediyorum. Neden sadece mutlu olamıyoruz? Neden bu kadar korkuyoruz olumlu düşünceden, 'her şey iyi olacak' diye düşünmekten, gülmekten, mutluluktan?

Ben de inadına aldığım kötü habere değil, iyi habere konsantre olup, mutluluğumun bozulmasına izin vermeyeceğim. 'Üzüntü edebiyatı'na prim vermeyeceğim. Mutluyum, herşey güzel ve iyi olacak, ve herşey daha iyiye gidecek. Buna inanıyorum.

Thursday, April 10, 2008

5. gün - Perşembe

Bugün vegan diyetime başladığım günden beri motivasyonumun en düşük olduğu günlerden biriydi. Sanırım artık yediklerimin bu denli sınırlanması beni sıkmaya başladı. Yine de nispeten farklı şeyler yedim bugün (Yaratıcılığıma şaşırıyorum nasıl bu denli kısıtlı seçeneklere rağmen her gün farklı şeyler bulup yiyebiliyorum diye!)

Kahvaltı: Bir dilim ekmek, biraz zeytinyağı ve bir kaç zeytin.

Ara öğün: Bir muz, nane çayı

Öğle yemeği: Nohutlu pilav, yanında limonata

Akşam film izlerken biraz da patlamış mısır yedim. (Kendim tencerede yaptım, çok az bitkisel (kanola) yağla, yani mikrodalgada yapılan ve o iğrenç tereyağı kokulu patlamış mısırlardan değil)


Bugün ilk defa akşama doğru kendimi bayağı bitkin ve halsiz hissettim. Sanırım vücudum protein, demir ve kalsiyum azlığına isyan ediyor sonunda. Eğer yarın sabah kalktığımda da böyle hasta gibiysem vegan rejimimi erken bitirmek zorunda kalabilirim.

Bu arada gerçekten zor bir şeymiş vegan olmak, bunu da öğreniyorum. Ben bir hafta uygulamakta güçlük çekiyorum, bunu hayat boyu yapanlar var! Allah sabır versin diyorum sadece :-)

4. gün - Çarşamba

Yediklerim:

Kahvaltı: İrmik muhallebisi (Cream of wheat), bir muz

Ara öğün: Kepekli ekmek üzerine fıstık ezmesi, portakal suyu

Akşam yemeği: Barbekü soslu tofu, lahana, soya peynirli makarna, tatlı olarak vanilyalı soya sütü


Sindirim sistemimin hızlanmasının yanısıra sanırım kafein de kullanmadığım için uyku kalitem arttı. Yalnız yediklerim artık tofu ve soya sütü etrafında dolanıyor, çünkü protein alınabilecek fazla başka bir kaynak yok. Sürekli aynı şeyleri yemek zorunda olmak vegan'lar için en sinir bozucu şey olmalı. Vegan haftamda 3 gün kaldı, bakalım başka neler bulup yiyebileceğim? :-)

Tuesday, April 8, 2008

3. gün - Salı

Vegan haftam bütün hızıyla devam ediyor. Bugün yediklerim:

Kahvaltı: Bir portakal, az tuzlu bir kase yulaf lapası (oatmeal)

Öğle yemeği: Domates soslu makarna (dünden kalan)

Ara öğün: Bir muz ve bir avuç ceviz içi, naneli bitki çayı

Akşam yemeği: Tavada tofu ve karışık sebzeler (stir-fry), haşlanmış pirinç


Sindirim sistemim iyice hızlandı. Yediğim şeyleri gitgide daha kolay sindirebildiğimi hissediyorum. Haftanın geri kalanının da böyle geçeceğini tahmin ediyorum.


Monday, April 7, 2008

2. gün - Pazartesi

Veganlıkta ikinci günümde, nispeten farklı yiyecekler bulup yiyebildim. Çok fazla su içiyorum ve hayvansal gıda almıyorum. (bu arada her türlü et, süt ürünleri, peynir, yoğurt, tereyağı ve baldan kaçındığımı söylemekte yarar var, bal da hayvansal gıda sayıldığı için vegan'lara yasak) Sanırım bu yüzden sindirim sistemim hızlandı bayağı. Yani sindirime giren herhangi bir şeyin metabolize olma hızı çok daha arttı. Et yedikten sonra olan o tıkanma hissi yok kesinlikle. Çünkü her türlü hayvansal gıda sistemi yoruyor. Arada bir vücudumuza böyle bir dinlenme hakkı vermek çok önemli bence. Bugün neler yedim:

Kahvaltı: Bir dilim kara ekmek üzerine fıstık ezmesi, bir bardak portakal suyu, daha sonra limonlu bitki çayı.

Öğün arası: Bir dilim ekmek üzerine acılı domates ezmesi, bir avuç antep fıstığı.

Akşam yemeği: Domates soslu bir tabak kepekli makarna ve büyük bir tabak yeşil salata (romaine lettuce denen koyu renkli marul cinsinden). Tatlı olarak bir tane kestane şekeri :-)


Görüldüğü gibi bugün sadece iki ana öğün yiyebildim, sanırım öğün arasını geç yediğimden, akşam yemeğini de saat 6 civarında yedim. Bu arada şu anda saat 10 buçuk ve birazdan yatıyorum, çünkü gerçekten uykulu hissediyorum kendimi. Belki bu da vücuttaki değişimin bir göstergesidir! Tabii hiç kafein kullanmıyor olmanın getirdiği bir etki de olabilir. Eğer sabah tahmin ettiğim gibi 6da kalkabilirsem çok iyi olur. Bakalım yarın nasıl geçecek?

Sunday, April 6, 2008

1. gün - Pazar


'Vegan' olarak geçirdiğim ilk gün hiç de kötü değildi. Aşırı bir açlık hissi ya da rahatsızlık duymadım. Ama gerçekten yeme alışkanlıkları kısıtlanınca insanın yediği şeyler de çok değişiyor. Hayvansal gıda yiyemeyince insan ister istemez daha çok sebze-meyve yemeye yöneliyor. Ayrıca ilk defa bir 'yiyecek günlüğü' oluşturmamı da sağladı bu deneyim. İşte bugün bir vegan olarak evde ve dışarıda bulup yediklerim:



Kahvaltı: Bir küçük kutu soya sütü, bir avuç fındık-badem-antep fıstığı karışımı, bir dilim ekmek, 7-8 yeşil zeytin.


Ara öğün: İki küçük muz, bir salkım üzüm.


Öğle yemeği: Kepekli ekmeğe sebzeli (domates, marul, salatalık, yeşil biber, turşu...vs.)sandviç, yarım küçük paket patates cipsi.



Akşam yemeği: Fasulye çorbası, kepek ekmeği ve humus.



Bu arada bu hafta boyunca akşam 7den sonra yemek yemiyorum, ve hiç kafein de almıyorum.

Bakalım haftanın geri kalanı neler olacak? Merak içindeyim :-)




Saturday, April 5, 2008

Yeni bir deney





Bugün merak edip internette 'Veganism' yani vejeteryanlığın uç noktası olan hareket hakkında biraz araştırma yaptım. Vegan olan biri, hayvansal hiç bir ürün yiyemiyor. Yani etin yanında süt, yumurta, yoğurt ve türevlerini de yemiyor. 'E geriye ne kaldı ki?' diye sorduysanız kendinize (ki ben sordum) bütün baklagilleri, makarna, pirinç, ekmek, bütün sebze ve meyveler, fındık-fıstık ve türevleri, soya ürünlerini yiyebiliyorlar. Sanırım en çok yedikleri ve içtikleri şey soyadan yapılan tofu ve soya sütü. Kulağa çok garip gelse de ben de bir iki sene önce soya sütü içmeye başladım ve tadına bayağı alıştım. Özellikle vanilyalısı çok leziz ve benim gibi laktoz toleranssızlığı olan insanlar için çok iyi bir alternatif.

Kendimi bildim bileli yoğurt, peynir ve yumurtaya bayıldığım ve bunların insana bahşedilen en leziz yiyeceklerden olduğunu düşündüğüm için sanırım asla 'vegan' olamam. Ama bu hafta bir deney yaparak bir haftalığına 'vegan' olmaya karar verdim. Bakalım sindirim sistemim, uyku düzenim ve genel ruh halim bundan nasıl etkilenecek? İlginç bir deney olarak yediklerimi ve o günkü hissettiklerimi her gün blog'uma bir kaç cümle de olsa yazmaya karar verdim. Bakalım bu deney nasıl gidecek? Yarın başlıyorum :-)

Friday, April 4, 2008

Mutluluk - Abdullah Oğuz


Epeydir bu filmin övgülerini duyuyordum, ancak geçen hafta izlemek kısmet oldu. 'Mutluluk' Türkiye'deki acı bazı gerçekleri ele alan ve sosyal mesaj ağırlıklı bir film. Tecavüze uğradıktan sonra köyünde namusu kirlendiği gerekçesiyle ölüme mahkum edilen Meryem ve onu öldürme görevini üstlenmiş Cemal'in öyküsü. Sinematografik açıdan gayet başarılı, başrolde oynayan Özgü Namal ve Murat Han da oyunculuk açısından çok iyi bir iş çıkarmışlar. Gerçekten son yıllarda Türk sinemasının ve özellikle oyunculuğunun ne kadar kendini geliştirdiğini gördükçe gurur duyuyorum.

Ancak film bu kadar övülmesine rağmen çok harikulade, muhteşem gelmedi bana. Belki de beklentilerimin bütün bu övgülerle yükseltilmesinden ötürü. İyi bir Türk filmiydi tabii, ama izlediğim en iyi Türk filmlerinden değildi. Film çok güzel başladı, köyde geçen tecavüz sonrası sahneler, kızın içinde bulunduğu karanlık, çaresizliği çok güzel aktarılmış. Ancak Meryem'le Cemal İstanbul'a geldikten ve özellikle de denizde kaçmaya başladıktan sonra olan kısımda tempo çok daha yavaşladı ve film biraz uzadı gibi sanki. Bazı yerleri biraz gerçekdışı ve yapay geldi, özellikle de genç çiftin profesörle tanıştığı ve onun yardımını kabul ettikleri yerler. Bir de açıkçası filmin ismiyle kendisi arasında hiç bir bağ göremedim. Neden böyle bir isim konduğuna şaşırdım biraz.

Ama bütün bunların dışında her yönüyle ortalamanın üstünde bir Türk filmiydi. Aldığı ödüllerle göğsümüzü kabartması da cabası tabii. Yönetmenlerimizden bizi dünyada tanıtacak güzel filmler bekliyoruz. Dünya sinemasına, özellikle de hayranı olduğum İran sinemasına bakıp 'Bizim neyimiz eksik?' demekten kendimi alamıyorum.