Sunday, August 30, 2009

Geri sayım başladı!!


Sadece 8 gün...
Sadece 8 gün kaldı!

Bekle beni Şehr-i Şehir, 'bir sengine yekpare Acem mülkü feda' olan, Dersaadet, alemin incisi...

Bekle beni, geliyorum!


Saturday, August 29, 2009

District 9


Aynı hafta içinde iki kez sinemaya gittik, birincisi buydu ve tam bir hayalkırıklığı oldu. İkincisini ise bir sonraki yazımda ele alacağım. Açıkçası bu film hakkında da çok fazla bir şey söyleyemeceğim çünkü sadece ilk kısmını izleyebildim. Sanırım hayatımda ilk defa sinemadan bir filmi yarıda bırakıp çıkmak zorunda kaldım!

Aslında filmin anafikri bana çok ilginç geldi: Uzaylıların dünyaya, bizden çok da üstün olmayan yaratıklar olarak gelmeleri, aşağılanıp ırkçılığa maruz kalmaları ve varoşlarda, kapalı toplama kampı gibi yerlerde yaşamak zorunda kalmaları. Normalde karanlık distopyaları çok severim, ki son senelerde bu tür filmlerin en güzel örneği bence Children of Men'di. Bu filmden de derin bir felsefe, şöyle sağlam bir analiz bekliyordum ama ne umdum, ne buldum!

Zaten filme girdiğimizde kendimi inanılmaz hasta hissediyordum, bütün vücudum kırılıyordu ve korkunç midem bulanıyordu. Film başladı ve o da nesi! Sürekli sallanan, açı değiştiren kameralar, hasta görünümlü ve sürekli kusan bir adam, sağa sola zıplayan uzaylılar, garip görünümlü sıvılar, her taraftan fışkıran kanlar.. Aman Allah'ım.. Midemin bulantısı bir anda 10 katına çıktı..O anda öleceğim sandım, oracığa kusmamak için kendimi zor tuttum.

Bütün bu işkenceye ancak 45 dakika filan dayanabildikten sonra yanımda benimle birlikte film izleyen Bart'a ve kardeşime durumu açıklayıp kendimi dışarı attım. Film bitene kadar orada oturup midemin sakinleşmesini bekledim. Zaten anlattıklarına göre iyi ki de çıkmışım çünkü film ikinci yarısında daha da kanlı, vahşet dolu ve manasız bir hal almış.

Oluşan bu şartlı refleks sonucu artık eminim ki ne zaman District 9'un ismini görsem midem bulanmaya başlayacak!!!

Blog'umda bir kaç değişiklik

Belki farketmişsinizdir, Gece Yolculuğu'nun 4. yaşı şerefine blogumun görünümünde ufak bir kaç değişiklik yaptım. Sayfa daha geniş olarak görünüyor şu anda ve yazıları okumak (bence) daha kolaylaştı böylece. Ama sizin de görüşünüzü merak ettiğim için sayfaya bir anket de koydum, bu sayfanın en altına gidip oradaki ankette yeni tasarımla ilgili ne düşündüğünüzü bildirebilirseniz çok sevineceğim :)

Bir de, 'En çok okunan yazılar' bölümüm yenilendi, bir çok yazı eklendi. Sayfanın sağında bulabilirsiniz, her zamanki gibi.

Sayacımı kaldırdım, artık sayıların benim için çok da bir önemi kalmadı, bir çok iyi okuyucumun olduğunu biliyorum, o da bana yeter zaten!

Şimdilik bu kadar. Çok yakında yeni bir header (başlık resmi) da teşrif edebilir sayfama. İzlemede kalın!

Sevgiler

Moonie

Tuesday, August 25, 2009

Blog'um 4 yaşında!



16 Ağustos itibariyle canım blog'um, ismini çok sevdiğim kendi ismimden ilham alarak koyduğum 'Gece Yolculuğu', tam 4 yaşına bastı! İlk defa 4 sene önce bir Ağustos günü yazdığım bir yazıyla başlayan bu macera, 454 yazıdan sonra hala devam ediyor. Bu da 455. yazımmış :)

Doktoramın ilk yılında çok sevdiğim yazma eylemini düzenli olarak yapabilmek adına açmıştım bu blog'u, öylesine.. Şimdi 70 kadar kişi takip ediyor her gün, sayfa gösterim sayım ise yüz bine yaklaşmış. İnanılası gibi değil!


Sanırım aldığım doğru kararlardan biriydi blog'umu açmak, akademi dışında da düzenli olarak yazmaya vakfetmek kendimi.. İyi ki bu blog var, ben iyi ki yazıyorum! 500 yazıya doğru hızla koşan 'internet günlüğü'mde hayatımın bir çetelesini tutmak, beni mutlu eden, üzen, hayatımda önemli bir yer kaplayan çoğu şeyi kayda geçirmek çok mutlu ediyor beni. İleride geriye dönüp 'hayatımın o dönemi nasıl geçmiş?' diye merak edersem eğer, başvurabileceğim sağlam bir arşivim, okuyabileceğim yazılarım var artık!


Bir de çok şanslıyım çünkü çok ince düşünceli, kültürlü, zeki bir okuyucu kitlem var. Evet evet, sen, şimdi bilgisayarının başında bu yazıyı okuyan senden bahsediyorum. Sen, okuyucum, iyi ki varsın, iyi ki paylaşıyoruz hayatı. Yazılarıma yorum yazıp yazmaman, beni düzenli takip edip etmemen, benim sayfamın adını/bağlantı link'ini kendi sitene koyup koymaman...Bunların hiçbirinin zerre kadar önemi yok gözümde. Benim için sadece orada olduğunu bilmek bile o kadar güzel ki. Beni okuduğun için teşekkürler, şu fani dünyada kendimden bıraktığım bir kaç izi, bir kaç kelimeyi hayatına kattığın için teşekkürler. Herkesin sürekli bir şeyler söylediği şu gürültülü, engin internet denizinde benim söylediklerimi dinlemeyi seçtiğin için teşekkürler.

İyi ki doğdun blog'um! :)



Sunday, August 23, 2009

Anlar - 5

Üniversite ikinci sınıftayım.. Tiyatro Klübü'müzde üniversitemizin ilk oyununu sahneye koymuşuz.. İlk matineyi oynamak üzereyiz. Nasıl heyecanlıyız, kuliste fısır fısır konuşmalar, sahnede neler oluyor anlamaya çalışmalar, kendi repliklerimizi içimizden gözler sımsıkı kapalı tekrar etmeler, alkış seslerinden seyircinin tepkilerini anlamaya çalışmalar.. Sahne tozu kokusu sinmiş burnumuza. Tiyatroda oynamış olanlar bilir: O tanıdık sahne heyecanı, yüzlerce kişinin karşısına, sahneye, kavurucu sıcaklıktaki spot ışıklarının altına çıkacak olmanın verdiği heyecan midemizi altüst etmiş, yerimizde duramıyoruz.

Sonunda benim sıram geliyor, sahneye giriş müziğim başlıyor, kalbim ağzımda pıt pıt atarken, hızlı adımlarla çıkıyorum sahneye.. Yine tiyatroyla uğraşmış olanlar bilir, sahnedeyken zaten yüzünüze vuran ışıklar o kadar güçlüdür ve izleyiciler öylesine karanlıktadır ki isteseniz de pek bir şey göremezsiniz o tarafa bakınca.. Zaten izleyicileri görmemeniz daha iyidir, sahnede yalnızmışçasına oynarsınız rolünüzü, sizi izleyen onlarca gözü görürseniz panik yapabilirsiniz çünkü.. Bir tek, en öndeki ilk iki-üç sıra nispeten daha ışıklıdır, sahne ışıklarının yansımasıyla.

İşte ben de kendimi kaptırmış repliklerimi art arda sıralarken, en ön sırada yaşlıca bir adam çarpıyor gözüme ister istemez.. Başı öne kaykılmış şekilde uyuduğunu görüyorum. O anda çok dikkatim dağılmıyor ama epeyi sinirleniyorum aslında içten içe. 'Madem uyuyacaktın, niye bu oyunu izlemeye geldin be adam?' diye geçiriyorum içimden.

Neyse, bir sorun olmadan benim sahnem bitiyor, kulise dönüyorum. Oyunumuz da bitiyor, alkışlar, alkışlar..Eğiliyor, selam veriyoruz. Arkadaşlarımla, oyunumuzu sahnelemiş olmanın güzel sarhoşluğuyla birbirimize sarılıyor, birbirimizi kutluyoruz.

Daha sonra kulise dönüp kızlarla soyunma odasında üzerimizi değiştirirken, içimi dökmek istiyorum birden:

- Ya herşey çok güzel gitti ama, en önde yaşlı bir adam vardı, sürekli uyudu. Ne kadar kızdım! Böyle güzel bir oyunda da uyunur mu be adam!

O sırada bir arkadaşım, sakin bir sesle: 'Moonie'ciğim, o amca kör bir amca. Bizim toplumsal gelişim projeleri kapsamında o da oyunu izlemeye gelmişti. Aslında bütün oyun boyunca çok dikkatli bir şekilde bizi dinledi, pür dikkat kulak kesildi' demesin mi!!!!!

O anda başımdan aşağıya kaynar sular döküldü adeta. O kadar utandım ki... 'Yer yarılsa da içine girsem' dedirten anlardan biriydi.

O andan itibaren, hayatta hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığını, insanları dışarıdan bakarak asla yargılamamamız gerektiğini anladım.

İçinde bulunduğumuz kutsal ve anlamlı ayın da bize en büyük getirisi bu sanırım: İnsanları, sınırlı bilgilerimize dayanarak yargılamamak, dünyadaki herkese ve herşeye sevgiyle yaklaşmak..

Ramazan ayı mutlu, kutlu olsun!


Saturday, August 22, 2009

Nun ve Guldoon



'Ekmek ve gül saksısı', ya da Farsça ismiyle 'Nun ve Guldun', İranlı yönetmen Mohsen Mahmalbaf'tan pek naif, pek güzel bir hikaye. İngilizceye 'A moment of innocence' (Bir masumiyet anı) diye çevrilmiş. Zaten film çekmeyi konu alan filmleri de çok seviyorum. Mesela Mayıs Sıkıntısı gibi. Bu filmde de yönetmen (filmde zaten kendisini oynuyor), yıllar önce başına gelen bir olayı filme çekmek istiyor ve bunun için genç oyuncular arıyor kendine. Bu esnada genç oyuncuların nasıl seçildiğini, nasıl prova yaptıklarını izliyoruz. İlginç tesadüfler ve çok güzel sinematografik karelerle dolu film, İran sinemasının en ünlü 'Freeze frame'lerinden (donmuş fotoğraf karesi) biriyle bitiyor. Film bittiğinde sizin de yüzünüze keyifli bir gülümseme yerleşiyor.


Thursday, August 20, 2009

Coraline


Enfes bir masal, nasıl büyüleyici bir dünya.. Ama kesinlikle çocuk filmi değil! Çoğu yerinde epeyi ürkütücü ve karanlık, tüyler ürpertici. Zaten yönetmenin Henry Selick olduğunu görünce en az Nightmare Before Christmas kadar keyif alacağımı hissediyordum. O filmden bu yana teknolojinin geldiği nokta inanılası gibi değil. Yaratılan dünyalar, o harika renkler, dokular, kumaşlar, hayalgücü ürünü bütün her şey.. Kendimden geçtim keyiften izlerken! Resmen ağzım açık kaldı. Filmi izledikten sonra Neil Gaiman'ın aynı isimdeki kitabını da okumak istedim hemen.


Bir kapıdan geçip kendini bambaşka bir dünyada buluyor Coraline. Minik kapı ve 'öteki dünya'ya geçiş tüneli, bana Pan'ın Labirenti'ni hatırlattı. Ve tabii ki Kara Kule'yi. Bir kapı açıp bambaşka bir dünyaya geçme fikri, ne kadar büyüleyici bir olgudur. Nedir kapılarla ilgili bu kadar hayranlık verici olan şey? Çoğu sanatçıyı etkileyen bu kavram. Aldous Huxley'nin 'Doors of Perception' kitabından hareketle Jim Morrison'a 'Doors' (Kapılar) isimli bir grup kurduran, Thomas Wolfe'un 'Look Homeward, Angel' romanına 'Bir taş, bir gül, bulunmamış bir kapı'...sözleriyle başlatan saplantı. Kapılar..Çok ilginçler gerçekten.

Ayrıca başka hangi filmde, içinden pamuk şekeri atan bir savaş topu vardır? Ya da gözlerine düğmeler dikilmiş çocuklar, anne-babalar?


Dünyaya bir çocuğun gözünden bakabilen bütün yönetmenlere hayranım!


Monday, August 17, 2009

Mutluluk ve yıldızlar



Mutluluk, sıradan bir haftaiçi akşamı saat 10:30u bulmuşken, hayat arkadaşınla ani bir karar verip, termosa sıcacık çay doldurup, arabaya atlayıp, 2 saatten fazla yol katederek güneydeki eyalete geçmek, orada kapkaranlık bir yer bulma uğruna tarlaların arasına dalmak ve ıssız, in cin top oynayan ve zifiri karanlık bir mısır tarlasının hemen yanına arabayı çekerek, yere battaniye serip üstüne sırtüstü yatarak, tam iki saat boyunca Perseid meteor yağmurlarını izlemektir!

Neredeyse 40-50 tane kayan yıldız gördük. Hayatımda bir gecede bu kadar çok yıldız kayması izlememiştim. Ama sadece bir tane dilek tuttum :)

Evimize sabaha karşı 4te döndük.. Gözlerimize yıldızların ışıltıları, üzerimize yıldız tozu bulaşmıştı...

Saturday, August 15, 2009

Değerlendirmelerim!


Üniversitemde Amerikalı öğrencilere Türkçe dersi veriyorum. Şu yazımda bahsetmiştim hatırlarsanız. İşte Amerika'daki üniversitelerde ders bittikten sonra öğrenciler 'Evaluation form' denilen 'Ders değerlendirme formları' denilen formlardan dolduruyorlar. Bu formlar tamamen anonim oluyor, kesinlikle isimlerini yazmıyorlar üzerlerine. Böylelikle dersin içeriğiyle, hocanın performansıyla, konuların işleniş şekliyle ilgili yorumlarını rahat rahat yazabiliyorlar, sonradan hoca tarafından 'yargılanma' tehlikesi olmadan. Bence çok güzel bir uygulama. Biz hocalar ise bu anonim yorumları üniversitenin alt web sitesinden okuyabiliyoruz daha sonraki dönemin başında. Tabii ki hangi yorumun kime ait olduğunu anlamak imkansız. Öğrencilerin genel tepkileri olarak okuyoruz ve eğer derste değiştirmemizi istedikleri bir kısım varsa ona dikkat edip bir sonraki ders programını ona göre hazırlıyoruz. Böylece öğrencilerin istekleri dikkate alınmış oluyor: Hem onlar öğreniyor bu süreçte, hem de biz!

İşte ben de geçtiğimiz akademik yılın 'değerlendirme'lerini okurken, öğrencilerimin benim hakkında yazdığı yorumlara rast geldim. Ve çok mutlu oldum. Aşağıda İngilizce orijinallerini kopyalayıp-yapıştırdım. Tercüme etmedim şimdilik. İsmimin olduğu yerlerde E var (ismimin baş harfi)

Ve bütün değerlendirmelerim çok olumlu! İzninizle kendimle gurur duyabilir miyim? :)



'E.... was great. Enthusiastic and knowledgeable. Very helpful.


E... was an excellent TA. She taught half of the class with grace and aplomb. I was happy to have her as a TA because she is cheerful and friendly and thus made the class pleasant for us.


E... was great. She explained concepts well and really cared about our learning. Turkish is a fascinating language and the instructor/ ta/ textbook/ classmates are cool. Both our teacher and our TA were most excellent, and made the class incredibly fun, interesting, and knowledgeable.

E... was also great. She really went above and beyond making sure we got the material.

Yes! She did an excellent job reviewing with us.'


Monday, August 10, 2009

Anlar - 4


12 Eylül 2003 günü sabahı..21 yaşındayım. Okyanusu aşmakta olan kocaman bir Lufthansa uçağındayım. İki yanımda da hiç tanımadığım insanlar, biri Hintli, biri Almana benziyor. Hayatımda ilk defa evimden bu kadar uzağa gidiyorum. Gittiğim ülkede tek bir insanı bile tanımıyorum. Sadece uçağın koltuğunda rahatsız bir şekilde oturan ben ve benden on metre kadar aşağıda uçağın deposunda kuzu kuzu bekleşen iki bavulum.. Üçümüz hep birlikte uçuyoruz Yeni Dünya'ya..

Sırt çantamı açıyorum, içinde beyaz bir zarf.. Üzerinde 'Kızıma...' yazıyor. Canım babam, uçakta açıp okumamı istediği bu mektubu yazıp vermişti bana, İstanbul'da. Hemen çantama atmıştım ben de. Açıyorum, okumaya başlıyorum. Canım babamın hayata dair nasihatlerini, beni ne kadar çok sevdiğini söylediğini satırları okumaya başlıyorum.. Ama o da nesi? Bir anda, gözlerime doğru yaşların yükseldiğini hissediyorum. Bir an, oracıkta, hiç tanımadığım insanların arasında hüngür hüngür ağlamaya başlamaktan çok korkuyorum. Hemen tuvalete koşturuyorum. Aynaya, kocaman açılmış gözlerime bakıyorum. İçimde garip bir korku.. Öyle ya, ben gittiğim ülkede beni nelerin, nasıl bir hayatın beklediğini bilmiyorum. Nasıl insanlarla karşılaşacağımı bilmiyorum. Daha önce de yurtta kalmışım yıllarca, yurtdışına da çıkıp gezmişim ama, ilk defa 'koza'mdan, yani baba evimden böylesine uzak kalacağım, bu kadar uzun bir süre uzak olacağım. Belirsizlikler ürpertiyor beni..

Gözlerime kadar gelen yaşlar inmiyor aşağı nedense. Bir süre daha aynaya bakıyor ve yüzümü soğuk suyla yıkayıp yerime dönüyorum. Cesaretle derin bir nefes alıyorum. Chicago'ya inmemize 1 saat kadar kala, saatimi A.B.D. zamanına göre 8 saat geriye alırken, ön sırada oturan genç bir çocuğun dikkatini çekiyorum. 'Amerika'ya ilk defa mı geliyorsun?' diye soruyor gülümseyerek. 'Evet' diye utanarak cevap veriyorum, bir yandan da kendi kendime 'Acemiliğim bu kadar mı belli oluyor acaba?' diye sorup kızarıyorum. Amerika'ya, ülke çapında en iyi üniversitelerden biri kabul edilen üniversiteme master için kabul edildiğim için geldiğimi söylüyorum ona. 'Çok güzel zamanlar geçireceksin burada, eminim buna.' diyor. Gözlerinin içi gülüyor. İçim ferahlıyor bir nebze. Kendimi biraz daha az yalnız hissediyorum. İsmi Konstantin'miş, Yunan asıllıymış ve havayolu şirketinde çalışıyormuş. Konstantin, Allah'ın masum ve yardıma ihtiyacı olan kullarına gönderdiği meleklerden biri gibi sanki. Uçaktan iniyoruz, benim minicik cüssemle nasıl taşıyacağımı kara kara düşündüğüm bavullarımı taşıyor ve gümrükten geçirmeme yardım ediyor. Zaten havaalanındaki görevliler de onu tanıyorlar. Ne kadar şanslıyım ki karşıma oradaki nemrut suratlı adamları tanıyan, bilen birisi çıkıyor. Sorun olmadan pasaport kontrolü ve gümrükten geçiyoruz. Konstantin'e çok teşekkür ediyorum, vedalaşıyoruz. 'I've always depended on the kindness of strangers' sözü aklıma geliyor, ünlü 'Arzu tramvayı' oyunundan.

Beni havaalanından kalacağım yurt olan 'International House'a taşıyacak olan 'Omega Shuttle' adındaki dolmuşu bekliyorum. Daha önceden Türkiye'den internetten bakıp saatlerini bile yazmıştım bir kenara. Durakta 10 dakika kadar bavullarımla bekledikten sonra geliyor dolmuş. Zenci, irikıyım bir kadın, bavullarımı alıp arkaya koyuyor, ben de kadının bir arkasındaki deri koltuklara yerleşiyorum. Önce dolmuşun ücretini ödüyorum, biraz bekliyoruz ve başka kimsenin gelmeyeceğinden emin olduktan sonra yola çıkıyoruz.

Bizi Chicago'ya götürecek olan otobana çıkıyoruz. Ben sürekli etrafımı, bütün sesleri, görüntüleri ve konuşmaları kayıt halindeyim. Zenci kadın bir şeyler söylüyor. Aksanı öyle değişik ki, neredeyse hiç bir şey anlamıyorum! Hiç de bizim İngilizce öğrendiğimiz kitapların kasetlerinde konuşan İngiliz aksanlı kadınların seslerine benzemiyor. Anlamak için tekrarlatmam gerekiyor söylediklerini. Meğerse bana 'Emniyet kemerini tak' diyormuş. Türkiye'de biz arka koltukta neredeyse hiç kemer takmadığımız için bu bana garip gelse de takıyorum.




1 saate yakın süren yolculuğun ardından dolmuş International House'un önünde duruyor. Kadın bavullarımı indiriyor ve dolmuşla uzaklaşıyor. Sıcak bir gün.. I-House'un önünde çimenlerde çocuklar oynuyor. Ben ve iki bavulum, I-House'un önünde duruyoruz bir süre. O bir kaç merdiveni bavullarımla çıkmak bile bana çok zor geliyor. Neyse ki içeriden gülümser yüzlü zenci bir teyze çıkıyor, bana yardım edebileceğini söylüyor ve birlikte girişe taşıyoruz bavullarımı. Orada gerekli formları dolduruyor ve odamın anahtarını alıyorum. Artık sonunda odama çıkıp bavullarımı boşaltabilirim.

Ama ondan önce yapmam gereken bir şey var. Türkiye'den almış olduğum ödemeli telefon kartının numarasını arıyor ve 01190'la başlayıp bizim evin numarasını çeviriyorum. Telefon 1 kere çaldıktan sonra açılıyor. Annemin sesi ne kadar uzak geliyor. Okyanuslar ötesinden, dağlar, kıtalar ötesinden.. Sağ salim vardığımı söylüyorum onlara, 'Çok iyiyim annecim, merak etmeyin, çok güzel bir yer burası, odama gideceğim birazdan.. Ben de çok seviyorum sizi, çok öpüyorum, yine ararım, hiç merak etmeyin..' Telefonu kapatıyorum. Bir an önce odama çıkmak istiyorum. Odam 5. katta, 515 numaralı oda. Hemen buluyor ve kapıyı açıyorum. İki bavulumla giriyorum küçücük odaya.

İşte o anda, üzerime dünyanın en ağır yorgunluğu ve hüznü çöküyor. Odadaki eski mobilyalara, parmaklıklı pencereye, küçücük dolaba bakıyorum. Bir anda, uçakta gözlerimden inmeyen yaşlar, sel olup akmaya başlıyor. Hüngür hüngür ağlıyorum.. Ama sarsıla sarsıla, titreye titreye.. Ağladıkça kendime daha çok acıyıp daha da çok ağlıyorum. 'Ben bu küçücük odada 2 sene ne yapacağım? Ben mis gibi evimi ve ailemi bırakıp buralara niye geldim? Ben burada hiç kimseyi tanımıyorum, nasıl yaşarım?' gibi düşünceler geçiyor aklımdan habire. Hiç tahmin etmiyorum tabii o zaman, bu ülkede en az 5-6 sene kalacağımı, doktora için kalıp bir yandan evleneceğimi, bir süre sonra kardeşimin de aynı şehre geleceğini. Bir yandan da bavullarımı boşaltmaya başlıyorum. Bavullarımı boşalttıkça, annemin elleriyle sardığı, paketlediği giysilerimi, eşyalarımı gördükçe daha da şiddetli ağlıyorum. Bir türlü duramıyorum.

İnsan sonsuza kadar ağlayamaz, bir noktada durması gerekir. Hıçkırıklarım seyrekleşince, gözlerimde artık yaş kalmayınca, gidip ortak banyoda yüzümü yıkıyorum. En sevdiğim pembe pijamalarımı giyip, yatağa çarşaflarımı seriyorum. Saat Chicago saatiyle 4, ama benim için (Türkiye saatine göre) geceyarısı. Ve ben zaten yaklaşık 30 saattir ayaktayım. Yatağa yığılıyorum ve koma gibi bir uykuya dalıyorum. Arada uyanıp kardeşimin ismini sayıklıyorum, annemle ve babamla konuştuğumu sanıyorum. Hani insan bir otelde ilk defa kaldığında sabah uyanır da nerede olduğunu anlayamaz ya.. Saat 8'e doğru uyandığımda ben de bir an nerede olduğumu şaşırıyorum.

Üzerimi değiştiriyorum, uykunun verdiği güçle moralim biraz yerine gelmiş, hemen aşağıya inip internet odasına giriyorum. Bilgisayardan annemlere uzun bir e-mail atıyorum, sanki onlar yanımdaymış da onlarla konuşmuşum gibi rahatlıyorum. Sonra ortak oturma / yemek odasına gidiyorum I-House'un.. Orada bir çok insan, bana 'hoşgeldin' diyorlar, benimle aynı yollardan geçen insanlar olması ne güzel şeymiş, burada herkes benim gibi 'yabancı', herkes öğrenci.. Bir anda bir çok arkadaşım oluyor. 'Seni birisiyle tanıştırmak istiyoruz' diyorlar, ben Türk olduğumu söyledikten hemen sonra. Bir masada genç bir çocuk oturuyor, o da Türkmüş! Elimi sıkıyor, gülümseyerek 'Merhaba!' diyorum ona, o da 'Merhaba!' diye cevap veriyor bana.

Ağzımızdan çıkan o kelime, anadilimdeki o kelime, o anda bana dünyanın en güzel sesinden daha da güzel geliyor.... Merhaba..

Merhaba, yeni hayatım..Merhaba..


Kiki's Delivery Service


Büyük usta Miyazaki, seni seviyoruz! Neden? Çünkü bizi mutlu eden dünyalar yaratıyorsun. Enfes filmlerini izlerken içim mutlulukla doluyor, taşıyor adeta, yüzüme kocaman bir gülümseme yerleşiyor. Ne kadar huzurlu bir filmdir bu!

Filmimizde 13 yaşındaki küçük cadı Kiki ailesinden ayrılıp yerleşecek bir kasaba bulmak için dolaşmaya başlar. Eğitimini tamamlaması için gereklidir bu. Okyanus kıyısında, pek Avrupai görünümlü bir kasabada karar kılar ve oraya yerleşir. Kasaba halkı cadılara karşı önyargılı ve hatta ilgisiz olsa da küçük kız, zamanla şirinliğiyle ve kurduğu 'paket dağıtma servisi'yle, herkesin kalbini kazanmayı başarır. Bir ekmek fırınında çalışan anaç kadının yanında kendine bir oda bulur ve kedisi Jiji'yle birlikte maceradan maceraya koşmaya başlar.

Özellikle kedi Jiji'nin bakışlarına, tavırlarına bittim! Bu kadar mı şirin olunur. Miyazaki'nin ayrıntılara gösterdiği özeni biliyoruz. Kedileri ve hareketlerini o kadar iyi gözlemlemiş ki, Jiji'nin hareketlerinde ve miyavlamasında bile bunu farketmemek mümkün değil.

'Uçma' temalı film listesi yapmıştım. O listeye bu filmi de ekleyebilirsiniz. Çoğu sahnesinde, gerçek hayatta Kiki gibi uçabilmek ne kadar güzel olurdu diye iç çektim, kendimi bulutların üstünde gibi hissettim.

Tarçınlı elma çayımın eşliğinde bu filmi izleyerek, pek hoş ve keyifli bir akşam geçirdim. Moralinizin bozuk olduğu ya da canınızın sıkıldığı bir ara izlemenizi tavsiye ederim. İlaç gibi gelecek, eminim!



Friday, August 7, 2009

Cennet


Kurtalan Ekspres'in üyesi, annemin eczacılık fakültesinden arkadaşı, bizim de tanıştığımız, gülümser yüzlü, etrafına huzur saçan Bahadır Abi (Bahadır Akkuzu) hayatını kaybetti..

Neden iyiler erken ölmek zorunda?





Bütün yüreğimle temenni ediyorum ve umuyorum ki Barış Manço, Cem Karaca ve Bahadır Akkuzu, cennette şimdi birlikte şarkı söylüyorlardır. Dünyayı bizim için daha güzel bir yer yapan, güzel insanlar.. Sizi çok özlüyoruz.



Wednesday, August 5, 2009

1001 Gece Masalları


Bir varmış, bir yokmuş.. Kadim Abbasi İmparatorluğu'nun başkenti Bağdat'ın dünyanın merkezi olduğu zamanlarda, yani halife Harun El-Reşid'in hüküm sürdüğü devirde, Bağdat'ta Şehriyar adında bir kral yaşarmış. Kral Şehriyar, bir gün güzeller güzeli bir kadınla evlenmiş. Fakat bir gün, güzel karısının onu hizmetçilerinden biriyle aldattığını görünce çılgına dönmüş. Karısını o anda boğazlamış ve ömrünün sonuna kadar bütün kadınlardan intikam almaya yemin etmiş.

Kral Şehriyar ömrünün sonuna kadar bir daha hiç bir kadına güvenmemeye and içmiş. Her gün, eline erkek eli değmemiş bir genç kızla evlenip, o gecenin sabahında onu öldürmeye karar vermiş! Bu dehşet verici karar herkesi çaresizliğe sürüklese de, kral istediğini yapmakta kararlıymış.

Gel zaman, git zaman, aradan üç yıl geçtikten sonra, bir gün kralın yaşlı veziri kralın karşısına dikilmiş. Demiş ki: 'Sultanım, memleketin neredeyse bütün genç kızları öldürüldü, ölmeyenler ise başka memleketlere kaçtı. Artık evlenebileceğiniz hiç bir genç kız kalmadı!'

Bunun üzerine vezire dönüp sormuş Kral: 'Vezirim, ya senin dünyalar tatlısı, akıllı mı akıllı iki kızın Şehrazad ve Dünyazad?'

Vezirin beti benzi atmış! 'Aman kralım, yapmayın etmeyin, ben bir yaşlı adamım, bu dünyada tek hazinem kızlarım.. Size yalvarırım onları da kurban etmeyin..' diye ne kadar diller dökse, yalvarıp yakarsa da Şehriyar'ı kararından vazgeçirememiş. Şehriyar, yaşlı vezirin büyük kızı Şehrazad'ı düğünlerle derneklerle gelini yapmış. Şehrazad ise kaderine dünden razıymış. Ancak tek şartı, küçük kızkardeşi Dünyazad'ın da o gece onlarla saraya gelmesiymiş.




Kral Şehriyar, her zaman yaptığı gibi, evlendiği gecenin sabahına doğru eline keskin mi keskin, parıl parıl parlayan hançerini almış ve
Şehrazad'ın incecik boynuna dayamış. Tam kesmek üzereyken, odanın köşesinden 'Abla, abla, ben senin o güzel hikayelerin olmadan nasıl yaşarım?' diye ağlayan bir ses duyulmuş. Küçük Dünyazad'ın sesiymiş bu. Kral 'Neden bahsediyor bu kız?' diye sormuş, Şehrazad da 'Kızkardeşime yıllardır hikayeler anlatır dururum. İzin verin sultanım, size bir hikaye anlatayım..' diye yakarmış acımasız Şehriyar'a..

Kralın merakı, intikam isteğini yenmiş. İzin vermiş Şehrazad'a. Şehrazad da, içinde nice kahramanlıkların, aşkların, hilelerin, yalanların, cesaret ve korkaklıkların olduğu hikayeler anlatmaya başlamış Kral'a. Ama güzel olduğu kadar da akıllı olan Şehrazad, tam gün ışırken, hikayesini en heyecanlı yerinde bırakmış. Böylece merak içinde kalan Şehriyar, Şehrazad'ın bir gün daha yaşayıp hikayeyi bitirmesine izin vermek zorunda kalmış.

Günler günlere eklenmiş, aylar yıllara.. Tam 1001 gece boyunca Şehrazad bu masalları anlatmış. Hikayelerin gücüyle Kral Şehriyar, güvensizliğini yenmiş, insanlığa küsmeyi bırakmış, sevgiyi ve güvenmeyi öğrenmiş. Şehrazad'a aşık olan Kral, sonunda onu serbest bırakıp eğer isterse babasına geri dönebileceğini söylemiş. Ama Şehrazad, 'Sizi bırakamam Kral'ım' diye cevap vermiş. Bir işaretiyle kızkardeşi Dünyazad, yüzleri aydan parlak, saçları ipek gibi yumuşak üç küçük çocuk getirmiş odaya. Bunlar, Kral Şehriyar'ın o güne dek hiç görmediği çocuklarıymış.

Çocuklarını gören Kral Şehriyar sevinçten deliye dönmüş. Hikayelerin gücüyle hayata geri dönen Kral, o günden itibaren gerçek mutluluğu bulmuş. Güzel Dünyazad da Kral'ın erkek kardeşi Şahzaman'la evlenmiş. Dördü de, ölüm onları başka dünyalara götürene dek, mutluluk ve huzur içinde yaşamışlar.

Gökten üç elma düşmüş: Biri Şehrazad'ın başına, biri Dünyazad'ın başına, biri de blog'umu okuyan bütün güzel ve akıllı kadınların başına... :)






Ek bilgi: 1- Chicago'da şu sıralar 'Looking Glass' tiyatrosunda oynanan enfes '1001 gece masalları' oyununun sayfasını incelemek isterseniz buraya.
2- Rimsky - Korsakov'un 'Şehrazad' bestesini, Berlin Senfoni Orkestrası'ndan dinlemek isterseniz şuraya.


Sunday, August 2, 2009

İspanyol korku filmleri furyası

Çok uzun zamandır hiç korku filmi izlememiştim. Sebebi de artık neredeyse bütün korku filmlerinin (özellikle Hollywood filmiyse) aynı klişeleri kullanması. Artık insan bir süreden sonra korkması gereken sahnelerde gülmeye başlıyor. Gerçekten şöyle içimi ürperten, koltuğumda yerinde zıplatan bir korku filmi izlemeyi özlemişim doğrusu! Korku filmi orucumu iki İspanyol korku filmiyle bozdum. İkisini de birbirine yakın zamanlarda izledim. İkisini de beğendim.

1- Rec:




Uzun zamandır methini duyduğum bu filmi sonunda izleme imkanı bulduğuma çok sevindim, çünkü çok uzun bir süre Amerika'da hiç bir yerde bulunamıyordu bu film. Jaume Balaguero ve Paco Plaza'nın ortak yönettikleri bu filmin neredeyse tamamı, bir apartmanda geçiyor. Bir televizyon kanalında 'Siz uyurken' adında bir belgesel çeken kameraman ve spiker genç kız, bir gece itfaiyecilerin yaşamlarını takip etmeye karar veriyorlar. Onlarla itfaiye istasyonunda çekim yaparlarken bir evden ihbar alınıyor, itfaiyecilerle oraya gidiyorlar. Filmin bundan sonrası inanılmaz klostrofobik çünkü içinde bulundukları bina, bilmedikleri bir sebepten dışarıya kapanıyor ve karantinaya alınıyor. İtfaiyeciler, bir kaç polis ve binada yaşayanlar binada mahsur kalıyorlar. Ondan sonra da korkunç olaylar başlıyor tabii ama orasını da filmde izlersiniz, anlatmayayım.

Bütün filmin bir el kamerasıyla çekilmiş olması filme inanılmaz bir gerçekçilik katmış. Müziklerin nerdeyse hiç olmaması, konuşmaların gerçek hayattan alınmış gibi olması size bir film izlediğinizi unutturabiliyor. Adeta bir belgesel / kişisel kayıt izliyor gibisiniz. Ayrıca binanın içinde kapalı bir alanda kıstırılmışlık duygusu izleyiciye çok derinden hissettirilmiş. Siz de oradaki insanlarla birlikte çaresizliğe boğulmuş hissediyorsunuz kendinizi. Amerikan İngilizcesi yerine İspanyolca konuşuluyor olması da bu gerçekçilik duygusunu tamamlıyor bence. Artık klasik Amerikan korku ünlemlerini duymaktan bıkmışız belli ki.

Film bana yıllardır hissetmediğim o ürpertiyi hissettirmeyi başardı, bu yüzden bile gayet başarılı fikrimce. Özellikle son 10-15 dakikasını gece karanlıkta tek başına izlemek her babayiğidin harcı değil bence :) Kısacası beğendim Rec'i.



2- El Orfanato (Yetimhane)


Yetimhane, eskiden öksüz ve yetim çocukların bakıldığı büyük bir evde geçiyor. Kendisi de bir yetim olan Simon, birden garip davranışlar sergilemeye başlar. Gerisi için yine 'olaylar gelişir' diyebileceğim ancak, film hakkında 'spoiler' vermek istemiyorum kesinlikle.

Korku filmlerinde çocuk faktörünün kullanılmasından artık biraz gına gelse de bu film kesinlikle klasik bir korku filmi değil. Guillermo del Toro'nun yazdığı senaryosu harika. Kurgu çok güzel, filmin gelişmesiyle sonu birbirine çok güzel bağlanmış. İnsanın en derin korkuları (sevdiklerini kaybetme korkusu, suçluluk duygusu, bilinmeyenin korkusu) çok güzel işlenilmiş filmin gidişatına. Guillermo del toro, 'Pan'ın Labirenti'nde yaptığı gibi, gerçek dünyayla gerçeküstü dünyayı o kadar güzel örmüş ki birbirine, hayran kalmamak elde değil. Bütün öğeler yerinde kullanılmış, hiç bir abartı yoktu, ne filmin müziklerinde, ne oyunculuklarda, ne de korku öğelerinde. Filmin bazı anlarında ciddi ciddi korktuğumu ve ürperdiğimi hissettim. Kısacası El Orfanato'yu da son zamanlarda izlediğim başarılı filmler arasına kattım bile.

Yaşasın İspanyol korku filmleri furyası!

Saturday, August 1, 2009

Günün sözü


Fotoğraf: Jim Crotty


"Making your mark on the world is hard. If it were easy, everybody would do it. But it's not. It takes patience, it takes commitment, and it comes with plenty of failure along the way. The real test is not whether you avoid this failure, because you won't. It's whether you let it harden or shame you into inaction, or whether you learn from it; whether you choose to persevere."

B Hussein Obama


'Dünya üzerinde izinizi bırakmak zordur. Kolay olsaydı, herkes yapardı. Fakat değil. Sabır gerektirir, bağlılık gerektirir, ve bir çok hatayı da beraberinde getirir. Gerçek imtihan, bu hatalardan kaçabilmek değildir, çünkü kaçamazsınız. Bu hataların sizi sertleştirip hareketsiz bırakmasına izin mi vereceksiniz, yoksa hatalarınızdan öğrenecek ve azimle ilerlemeye devam mı edeceksiniz? Gerçek imtihan budur.'


B Hüseyin Obama