Tuesday, May 27, 2014

Özlemek


Hani özlem acıtır diye yazmıştım, bir zamanlar.. İşte o özlem, yıllar geçtikçe azalmıyor. Alışılmıyor da. Hep acıtıyor, acıtmaya devam ediyor. Bir yanım hep eksik, mutluluğum hep yarım.

Skypeta giderilmeye çalışılan hasret.... Bir ekranda sevgiye dokunabilir misiniz?

Niyeyse bugün hasretle kaplandı kalbim. Çok, çok özledim. Dokunmayı, sarılmayı özledim canlarıma. Mis gibi kokusunu özledim annemin.

Küçük bir çocuktan farksız, kalakalıyorum bazen, hayat karşısında.






Tuesday, May 20, 2014

Su






Gelse yağmur..
Bir yazı yazsam.
Sussak, konuşmasak.
Bir yudum alsam hayattan.
Hüznün gözlerinin içine baksam.
Islanmış çakıltaşları gibi parlasa gözbebeklerim
Gözyaşlarında yıkanınca
Aksa içimden yılların tortusu, zamanın pası, kiri,
Şelalelerin ortasına dalsak,
Sessiz göllerin üstünde
Sekerek yürüsek
Sukuşları gibi.
Derelerde yıkasak ruhumuzu,
Her yanımızdan damlasa şıpır şıpır,
Biriktirdiğimiz, yüreklere dolmuş tüm acılarımız.
Kederleri sulara bıraksak.


Gelse yağmur..
Islansak.
Bir şiir yazsam,
Sussak...





20 Mayıs 2014






Thursday, May 15, 2014

Soma için.


'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim', dedin 
'bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet. 
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya; 
-bir ceset gibi- gömülü kalbim. 
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede? 
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, 
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün, 
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.' 


Konstantin Kavafis



Her gün kızımı okula bırakırken ve aldıktan sonra Calvary Cemetery'nin önünden geçiyoruz.. Bir keresinde kızım, 'Aaa anne bak, park!' dedi. 'Hayır kızım, orası mezarlık' diye cevap verdim. 'O ne?' dedi, 'İnsanlar bu dünyadan gittiğinde oraya giderler bir tanem..' dedim. 'Öyle mi..' dedi, sustu..

Şimdi ben, babalarını kaybeden o çocukların annelerinin onlara ölümü nasıl anlatacağını düşünüyorum.. Yutkunamıyorum.. Nefes alamıyorum..

İki gündür, baktığım her yer karanlık.. Facebook'ta bir şeyler paylaşıyor, sonra hemen siliyorum.. Her paylaştığım şey, vicdanımı rahatlatmak için yapılmış yüzeysel bir 'hassasiyet gösterisi' gibi geliyor bir süre sonra.. Sahte, yapay.. 'Bakın ne kadar da üzülüyorum' demek ister gibi, başkalarıyla üzüntümü yarıştırır gibi bir gösteri hali. Soma'yla ilgili konuşunca, oraya para gönderince kendi vicdanımızı rahatlatacağız, 'elimizden geleni yaptık' diyeceğiz sanki. Peki ya o giden yaşamlar? 'Şehit oldular' deyince kutsal anlamlar mı kazanıyor anlamsız ölümler?

Susmak, kapatmak istiyorum kendimi, aklımı. Onu da beceremiyorum. Bir şekilde içimde büyüyen acı ve öfkeyi paylaşmam lazım, paylaşmazsam delireceğim gibi geliyor.

Yapabileceğim tek şey yazmak şu anda. Hiç kimseye yararı dokunamayacak, ancak şu hissettiklerimi kayıt altına almaya yarayacak bu yazıyı yazıyorum. Kendime not olsun diye. Dönüp okuyayım, hatırlayayım diye. Hani en büyük derdimin 'Iphone 5 mi alsam, Samsung S5 mi?' diye düşünmek olduğu, beni kendimden utandıran o anlarda. Özellikle o anlarda.

İki gündür, nereye baksam karanlık. Baharda coşmuş, pembe çiçekleri bütün dallarını kaplamış bir ağaca boş boş bakıyorum. Neşesi bana haksızlık gibi geliyor. Çünkü ben nereye baksam, ölümü görüyorum.

Kızımı almaya gittiğim okulda çocuklar melekler kadar saf ve naif, bahçede oynuyor, çığlıklar atıyorlar.. Kızıma uzaktan bakıyorum. Gülümseyerek kum havuzunda oynuyor. Bizden okyanuslar uzaklığında bir ülkede, annesinin anavatanında kendi gibi yüzlerce çocuğun bir gecede babasız kaldığını bilmeden.. 11 senedir uzağında kaldığım, yüreğimin bir kısmını bıraktığım o ülkede.. Her gittiğimde biraz daha yabancılaştığımı hissettiğim, artık bıraktığım yer olmayan o ülkede. İnsanların gözümün içine bakıp 'Ne zaman dönüyorsunuz?' diye sorduğunda, yargılayıcı bakışlarından kaçırmaya çalışarak gözlerimi, 'Şimdilik bilmiyoruz' diye cevap verdiğim yıllarca.. Ve yıllardan beri ilk kez, içim kan ağlayarak hiç dönemeyebileceğimi farkettiren, hep deliler gibi özlediğim, o yalnız ve güzel ülkede. Anavatanımda.

Anavatanımdan binlerce kilometre uzaktayım ya, bir şey yazsam, söylesem, 'Yorum yapmaya hakkım yok'. Benim 'tuzum kuru' nasılsa, yurtdışında yaşıyorum, ülkemi terketmişim, kaçıp kendimi kurtarmışım, uzaktan maval okumak kolaymış, kolaysa gel burada yaşa ve savaş diyorlar, suçlayan gözler, sözlerle. Bilmiyorlar ki ben uzakta olmanın bedelini sevdiklerimden uzak kaldığım her gün ödüyorum. Ve uzaktan, çok uzaktan seyretmeye mahkum olduğum her felakette.

'Oradan nasıl görünüyor gerçekler bilmiyorum ama...' diye başlıyor bana yöneltilen sorular. Yine suçlayıcı, yine yargılayıcı tavırlar.

'Uzaklardan konuşmaya hakkım yok' benim.. Susuyorum.

Nereye baksam ölümü görüyorum. Derin nefesler almak haram. Yutkunmak haram. Ne söylesem boş, ne yazsam anlamsız geliyor.

İçim kapkara, düşüncelerim, yüreğim. Rüzgar o uzaktaki özlediğim ülkeden, kapkara efkar bulutları getiriyor, yüreğimin içine doğru üflüyor. İçimin boşlukları üşüyor. Söyleyeceğim, yazacağım bütün kelimeler, gelip boğazıma, orada tıkanıp kalıyor.





Monday, May 12, 2014

Kış, bahar, depresyon, mutluluk, hayat..




Genel olarak mutlu, neşeli bir insanım sanırım. Olumluya odaklanan, olumsuz düşünmeyi hiç sevmeyen ve öyle insanlardan uzak kalmak isteyen, mümkün olduğunca şikayet etmeyen, ve bana verilen nimetlere hep ama hep şükreden.. Şükretmenin hayatımda yeri çok büyük ve galiba mutluluğuma en çok katkısı olan da o.

Ama..

Herkesin iniş çıkışları olur hayatında. Hayatımda depresyona, yani o insanın içini sıkan, yaşamdan soğutan, hatta yaşamın anlamını sorgulatan karanlık duyguya en yakın olduğum zamanlar, bebeklerimi doğurduktan hemen sonraki günlerdi. Hormonların iniş çıkışı, etkisi yadsınamaz tabii, ama bunun üstüne bir de iki bebeğimde de doğumdan hemen sonraki günler kış mevsiminin en ağır geçtiği zamanlara tesadüf etti. Hem Ocak 2011de, hem de Aralık 2013te hastaneden çıkıp eve geldiğimizde günler kısacık, hava buz gibiydi, güneş yüzünü göstermiyordu bir türlü. Minicik bebeğimle o havada evden çıkmak tahayyül bile edilemezdi.

Özellikle ikinci bebeğimde annemlerin geleceği zamanı bebeğin tahmini doğum tarihinden 2-3 gün öncesine göre hesaplamıştık. Okyanus ötesi uçuşlarda böyle hesapları aylar öncesinden yapmak çok güç oluyor. Oğlum 2 hafta kadar erken gelmeye karar verince evdeki hesap çarşıya uymadı. Allahtan eşimin ablası Chicago'da yaşıyor. Kızımızı bir kaç günlüğüne ona emanet edip gittik hastaneye. Ama hastaneden döndüğümüzde evde kızımda olduğu gibi annem, babam, kayınvalidem yoktu. Oğlumuzla ilk 10 günümüzü dört başımıza geçirdik.

Yorgunluk ve uykusuzluktan zaten gerçekdışı geçen o günlerde, bir de üstüne hasta olmuştum. Kıh kıh öksürüyordum, burnum akıyor, gündüzleri bile elim ayağım buz kesiyordu, yorganların altına girip uyumak istiyordum.

O karanlık kış günlerinde, özellikle eşim kızımızı almaya okuluna gittiğinde ve evde bebekle bir başıma kaldığımda, gün hemencecik biter ve 4-4 buçuk gibi akşam çökerdi. İçime bir karanlık dolardı o zaman, gözlerime ise yaşlar.. Lohusalığın o garip, gerçeküstü halinde, hormonal dalgalanmalarının tavan yaptığı o günlerde hüngür hüngür ağlamak bana çok normal bir hal gibi gelirdi. Kızım okuldan eve geldiğinde onu öpüp koklamak, sarılmak yerine, gözyaşlarımı ve ağladığımı görmesin diye ondan kaçmaya çalışırdım. Bir yandan da kafamın içinde sürekli kendimi suçluyor, 'Kızım eve yeni gelen bebek yüzünden mutsuz oldum ağlıyorum sanacak, onu bununla özdeşleştirecek' ve 'Böyle hissetmem için hiç bir neden yok, iki tane sağlıklı çocuğum var, niye şımarıklık yapıp ağlayıp sızlıyorum ki?' diye sürekli kendime kızıyordum.

İnsanın sürekli kendine kızıp kendini suçlamasının ruhuna ne denli büyük bir zarar verdiğini o günlerde anladım. Lohusa bir kadının insan temasına, desteğe, yardıma ve sevgiye ne kadar aç olduğunu da.. Asla yalnız başına bırakılmaması gerektiğini de..

Her zamanki aşkım olan edebiyata, okumaya ve yazmaya sığındım. Kindle'ıma güzel romanlar yükledim, bebeğimi emzirirken onları okudum. Vücudum dört duvar arasında hapisti ama aklım kaçabiliyordu böylece bulunduğum yerden çok uzaklara.. Blog'uma ve kendi günlüğüme yazılar yazdım. Edebiyat kulübümüzün dergisinin ilk sayısına yazdığım 'Winter' yazısını işte böyle bir ruh hali içinde yazdım.

Yine de tabii ki şanslıydım, en azından evden çalışan,gün içinde yanımda olan, her anlamda bana destek olan, ağladığımda bunun normal olduğunu ve geçeceğini sürekli tekrarlayan kocam vardı yanımda.. Gülüşüyle dünyamı aydınlatan kızım vardı. Tanıdığımız Türk bir arkadaşım o günlerde gelip yardım etti biraz bize, evi çekip çevirdi, mutfağa girip bir kaç tencere yemek ve bana sütlü tatlılar yaptı, arada meyve soyup tabağa koyup getirdi.. Ruhuma çok iyi geldi onun varlığı. Hem kadın olduğu ve beni çok iyi anladığı için, hem de anadilimi konuşup bana memleketimin ve anneannem ve babaannemin yemeklerinden yaptığı için.. İnsan sıcaklığı, varlığı, benimle konuşması, mutfakta devinmesi, evde bizden başka birinin olması bile huzur verdi ve çok iyi geldi bana. Doğumdan sonraki 10. günün akşamı annem ve babam, onlardan 1 ay sonra da kayınvalidem Chicago'ya vardı çok şükür.

Böyle şanslı olmayan, doğumdan sonra yalnız, desteksiz, bir başına kalan nice kadını düşündüm, içim titredi.

Kış sonunda bitti, ne kıştı ama.. 10 senedir Chicago'da gördüğüm en ağır kış. Bahar geldi sonunda. İçimize güneş açtı, günışığı mutluluk verdi bize. Dışarı çıkıp yürüyebilmeye başlayınca, derin nefesler alıp havayı içime çekmeye başlayınca kışın ağırlığı kalktı omuzlarımdan. Günışığının ve evden dışarıya çıkabilmenin insan ruhuna ne denli iyi geldiğini bir kez daha anladım.

Ve her kışın ardından eninde sonunda gelen bahara şükrettim.



Monday, May 5, 2014

Bugünlerden






Ne kalsın istiyorum aklımda?

İkinci bebekte çok daha bilinçli oluyor insan.. Zamanın ne çabuk geçtiğini bebeğin nasıl minyatür bir insana dönüşüverdiğini, bugünlerin ne çabuk elinden kayıp gidiverdiğini çok daha iyi anlıyor..

O yüzden, durdum ve düşündüm.. Bugünler bir rüya dokusuna kavuşup çok geride kaldığında, neleri tutmak isteyeceğim aklımda? Zamanın eleğinden kum taneleri gibi akıp giderken dakikalar, saatler, günler, orada bana kalmasını isteyeceğim bir kaç altın değerinde, mücevher değerindeki anlar hangileri?

Kucağımda hissettiğim sıcaklığını anımsayayım mesela, küçük bebek vücudunu tutmanın ne denli mucizevi bir şey olduğunu..

Yastığın üzerinde duran sapsarı saçlı bebek kafanın mükemmel yuvarlaklığını ve şeklini..

Göğsüme yasladığın minicik elini orada tutarak tenimi hissetmeni..

Ait olduğun yerde, yanımda, kucağımda, güven ve huzur içinde benden beslenişini..

Dünyanın en ciddi işini yapıyormuşçasına, azimle ve ısrarla süt içmeni..

Karnın doyduktan sonra pelte gibi yumuşacık oluşunu, kollarımın arasına bedenini rahat ve mutlu, bırakmanı..

Pürüzsüz teninin gerçeküstü yumuşaklığını..

Uykudan yeni uyandığında teninden yükselen buğuyu, sıcacık, yeni pişmiş ekmek ısısını.

Cennet bahçesi kokunu en çok.

Aklımda tutmak, aklıma kazımak istiyorum. Yıllar sonra bugünleri düşündüğümde bu imgelerin, seslerin, kokuların, hislerin bana geri gelebilmesini istiyorum.








Beyaz Kale


'Geceleri vaktimizin çoğunu beklemekle geçirirdik, rüzgarın ya da karın dinmesini bekliyorduk, geç vakit bozacının son defa geçmesini, sobaya odun atmak için ateşin küllenmesini bekliyorduk. Haliç'in karşı kıyısındaki son titrek lambanın sönmesini ve bir türlü gelmeyen uykumuzun gelmesini ve sabah ezanını bekliyorduk.' - Orhan Pamuk, Beyaz Kale

Orhan Pamuk okurken İstanbul'u deli gibi özlüyorum. Kardeşimi, çocukluğumu, anne babamı, herşeyi ve herkesi çok, çok özlüyorum :( Yıllar önce üniversitemde bir ders için okuduğum bu güzel Pamuk romanını tekrar okurken bunu yeniden hatırladım. İstanbul'un tarihi dokusunu, yaşamları, sokakları, hüznünü çok güzel betimliyor Pamuk. Hele de bu arkaplan, bir Doğu-Batı birleşmesi, iki insanın derin iletişimi ve sonunda birbirlerine dönüşmesiyle birleşince ortaya enfes bir öykü çıkıyor. Bir solukta okunan, insanda derin izler bırakan, klasik bir Pamuk romanı. İşte bu yüzden eski romanlarını yenilerinden daha çok seviyorum. Çünkü bu 80ler ve 90larda yazdığı romanlarında, Pamuk'un eşsiz üslubunun en çok ortaya çıktığını düşünüyorum. 

Chicago Türk Edebiyat Kulübümüz bu ayın okuması olarak iyi ki bu güzel romanı seçmiş ve ben de iyi ki yıllar sonra bu güzel hikayeyi tekrar anımsamışım.. Perşembe günkü buluşmamızda bu hikayeyi konuşup tartışmayı iple çekiyorum.