Wednesday, May 26, 2010

Gitmek - Kalmak

Bir taşınmanın arefesinde olduğumuz şu günlerde, aklıma kimbilir kaç zaman önce okuduğum ve çok sevdiğim bu yazı geldi..


Gitmek göze alabilmektir. Gitmek tehlikedir. Gitmek merak etmektir,
riski göze alabilmektir. Gitmek radikal bir değişim cesaretidir.
Gitmek kaçmak değildir. Gitmek ve kaçmak birbirine asla benzemeyen iki
harekettir. Kaçmak panik ve kararsızlık ruh durumlarında gerçeklesirken,
gitmek için
soğukkanlı ve kararlı olmak-şart olmasa bile- gereklidir.
Gidebilmek, özellikle gerektiğinde pahalı bir karardır. Gitmek için önce sabit bir
mekan gerekir. Ancak sabit bir yerde yaşayan kişi gitmek eylemine
kalkışabilir.
Çünkü gitmek, kalmayı ve durmayı bitirmek demektir. Sürekli
gidene
seyyah deriz, onun sabit bir yeri olmadığı icin o artık gitmek
eylemiyle
işini bitirmiş, gitmeyi sabit iş eylemiştir. Konakladığı yerlerdeki
otel,
hotel, pansiyon ya da kira evleri ona duraktır, sabitleşmeye başladığı ilk
an onu
afakanlar basar ve tekrar yola düzülür. Fakat gitmek, terk etmek
demek
de değildir. Çoğu zaman giden kişi, aslında daha önce duygusal olarak
çoktan
terk edilmiş olandır. Terk etmek ve gitmek kesinlikle birbiriyle
akraba olmayan iki eylemdir ve ne yazık ki, çogu kez karıştırılır. Gitmeyi,
terk etmek olarak algılayanlar aslında hep kalanlardır.

Kalmak güçtür. Kalmak, kabul etmeyi veya kalınan yeri
değiştirmeyi gerektirdiği icin güçtür. Kabullenmek, kendi karakterini
yaşayamamak tehlikesi barındırır içinde ve bu tehlike kederli bir renk katar
kalmak
eyleminin durusuna. Kalınan yeri değiştirmekse, bir terzinin bir
elbiseyi düzeltmesi kadar çileli bir iştir. Bütün terziler yeni bir kumaştan
taze bir
elbise dikmeyi tercih ederler. Kalmak, terk etmemek anlamına
gelmez.

Kalan kişi kalış eyleminin içindeki yoğun satık enerjiyle terk edebilir,
kalışının kimyasıyla da terk ettirebilir. Kalmak, terk etmekten
bağımsızdır ve gitmeyi ateşleyen güçten farklı bir kararlılık, sabırlı bir
direngenlik
gerektirir.
Peki "geri dönmek" nasıl bir şeydir? ...İlle geri dönülür mü? 
Gitmek
lineer bir yolculuksa, geri dönmek olası mı? Dönmek, yalnızca bir
yenilgi olabilir mi? Dönmek ne yöne doğru gidildiğiyle değerlendirilmek
zorunda degil midir? Bütün dönüşlerin yönü ille de geriye değildir. Dönüş de
bir gidiştir, bir yolculuktur ve bütün gidişler gibi ciddi bir karar ve
cesaret ister. Dönüş yönleri geriye olanlara gelince, onlar, hiçbir şey
değişmemiş
sanısı veren eski şehir/kasaba/köylerine dönseler de orada
artik
hiçbirşey eskisi gibi değildir. Eski hamam görünüşte aynı kalsa da
eski tas
artık değişmiştir. Hem zaten artık eski hamam da daha eskidir...
Kim daha kazançlıdır? Giden mi kalan mi? Peki geri dönen, o yenik
midir?

Geri dönüş bir yenilgiden çok, bir yeniden başlayış olabilir mi? Çok
gören
mi, çok gezen mi, yoksa çok kalan mı mutludur?
Bana sorarsanız, gitmek ve kalmak bütün karşıtlar gibi birbirini
kendi
içinde taşirlar. Her giden biraz kalmayı, her kalan da biraz gitmeyi
ister..."
                           Buket Uzuner, New York Seyir Defteri

Saturday, May 22, 2010

Almak, nereye kadar?


Modern yaşamın ve kapitalizmin bize dayattığı en büyük 'zorunluluk': Almak, satın almak.. Daha çok aldıkça kendimizi daha iyi hissedeceğimiz yanılgısına kapılmak, eşyalarımızın ve sahip olduğumuz bütün nesnelerin bizi mutlu edeceğı sanrısında kaybolmak. Biriktirmek, yığmak, toplamak, almak, daha çok almak...

Halbuki yaşamımız almak değil vermek üzerine kurulu olsa ne kadar daha huzurlu olacağız, mutlu ve keyifli kalacağız, farkında bile değiliz.. Zamanımızı, eşyalarımızı, paramızı, sahip olduğumuz bütün herşeyi, hatta en çok ihtiyacımız olduğunu düşündüklerimizi bile verebilsek kolayca, gönülden, içten..

Bir yerlere bağışlamak, fakirlere vermek için en sevmediğimiz, hiç giymediğimiz kıyafetleri, asla okumadığımız kitapları değil de, en sevdiğimiz kitabı seçebilsek mesela.. Bize en çok yakıştığını düşündüğümüz gömleği.. Özgürleştirsek kendimizi, nesnelere olan bağlarımızdan, bağımlılığımızdan kurtulsak ve her nesnenin özünde aynı ve yüzeysel olduğunu keşfetsek.. Asıl önemli olanın, güldürdüğümüz yüzler, hayatını kolaylaştırdığımız insanlar ve bu dünyada yarattığımız fark olduğunu farketsek.

'Asıl anlamlı ve zor olan, karşındakinin ihtiyacı olduğunu düşündüğün şeyi değil, senin en çok ihtiyacın olan, onsuz yaşayamayacağın şeyi verebilmektir.' demişti bir yazar. Bizim için en değerli, vazgeçilemez olduğunu düşündüğümüz ve ölesiye sahiplendiğimiz ne varsa, işte o eşyayı birisine verebildiğimiz anda, iç özgürlüğüne kavuşmuş oluyoruz. 'Bir lokma bir hırka' yaşayan dervişler gibi, bu dünyadaki bütün bağımlılıklarımızdan sıyrılıyor, kuşlar gibi hafif oluyoruz.

Bunları yazan ben de, tabii ki, mükemmel değilim ve hala bir çok eşyaya bağımlılığım var. Özellike teknolojik aletlere (iphone, ipod, Macbook) ve kitaplar.. Ama kendimi frenlemeye, bağımlılığımı törpülemeye, daha çok satın almamaya ve halihazırda sahip olduklarımın çoğunu da vermeye, bağışlamaya çalışıyorum.

Hemen bugün etrafınıza bakın: Sahip olduklarınız, vazgeçilmez mi? Hemen bugün, bir şey satın almak yerine, bir bağış yapın. Birilerini sevindirin. Satın alacağınız o lüks çantanın parasını, bir vakfa bağışlayın. Ondan sonra da kendinize sorun: Ölüm döşeğinizde geriye baktığınızda, 'o çantayı keşke almış olsaydım' diye sorar mısınız kendinize? Yoksa güldürdüğünüz bir kaç kimsesiz çocuğun gülümsemesi mi olur aklınızda?

Haydi hep birlikte soralım kendimize: Almak, nereye kadar?



Los Abrazos Rotos


'Kırık Kucaklaşmalar', Pedro Almodovar'ın son filmi, aynı zamanda tipik diyebileceğim bir Almodovar filmi. Yine saplantılı aşklar, kazalar, anneler ve oğulları, (diğer filmlerindeki kadar olmasa da) eşcinsellik, ayrıca film çekme ve yönetmenlik müessesesine güzel bir saygı duruşu.. Klasik bir Almodovar filminden beklenen her şey mevcut bu filmde. Eğer yönetmeni seviyorsanız bu filmini de seveceksiniz.

Arka planda Madrid ve İspanya, yine büyüleyici. Dekorlar, ev içi mekanları, odalar, renkler tam Almodovar'a yakışır şekilde enfes, eğlenceli. Geçmiş ve gelecek arasında gidip gelmeler, filmi canlı tutuyor.

Genç ve kırılgan Lena'yı oynayan Penelope Cruz ise sanırım artık oyunculuk kariyerinde olgunluk dönemine erişmiş bulunmakta. Yıllandıkça güzelleşen şaraplar gibi, bir Akdeniz kadını olduğunu kanıtlamak istercesine olgunlaşan güzelliği ve oyunculuğuyla göz alıyor. Hatta film, Penelope Cruz'un karakteri üzerine kurulmuş desek yalan olmaz bence.

Bence Cruz, yıllar geçtikten sonra bile keyifle izleyeceğimiz o nadir oyuncular arasında yer alacak. Buraya yazıyorum :)

Thursday, May 20, 2010

İçimi en çok ne acıtır?


İçimi en çok, ekmek parası peşinde alın teri döken, masum, gayretli, yüreği kocaman insanların apansız ölümü acıtır..

Bir de bebek ve çocukların..

Yakar içimi, kavurur.

Monday, May 17, 2010

Bir konferansın ardından



Daha önce bahsettiğim gibi, bu sene bölümümüzün her yıl düzenlediği, bu alanda en prestijli olaylardan biri kabul edilen 'Middle East History and Theory Conference' (Orta Doğu Tarihi ve Teorisi) konferansını düzenleyen 2 kişiden biri bendim. Bu sene konferansımızın 25. senesi olduğu için, bütün sene boyunca herşeyin mükemmel olması ve bunun uzun süre unutulmayacak bir konferans olması için uğraştık. Dünyanın her yerinden öğrencilerle, hocalarla, akademisyenlerle yazıştık, makalelerini okuyup seçtik, düzenledik, onlara kalacak yerler bulduk, panellerin programlarını hazırladık, programı internet sitesinde sürekli güncelledik, programları ve posterleri hem tasarlayıp hem basarak kampüsün her yerine astık, sabah kahvaltısı, öğle yemeği ve akşam yemeği dahil olmak üzere iki günün bütün ayrıntılarını 'catering'cilerle ayarladık, odaların kiralanması için formlar doldurduk, masa örtüleri kiraladık. ...vesaire... .vesaire.. ve daha onlarca farklı detay..

Kısacası bu konferansın her detayıyla biz ilgilendik, odaların hazırlanmasından tutun da akşam her şeyin toplanmasına kadar.

Geçtiğimiz hafta ve haftasonu boyunca sürekli koşturdum, gecede 5 saat kadar ancak uyuyabildim, gündüz oradan oraya koşarak her şeyin mükemmel olduğundan emin olmam gerekti. Bize yardım etmek için gönüllü olan arkadaşlarımızı koordine ettim, her şeyin düzgün gidiyor olduğundan emin olmak için çıkan krizlere son dakika çözümleri buldum, insanların kaprisleriyle uğraştım, ABD'nin ve dünyanın başka ülkelerinden (Türkiye dahil) sunum için gelen öğrenci ve profesörlere bizim üniversitemizde kendilerini evlerinde gibi hissetmeleri için elimden geleni yaptım.

Çok şükür her şey o kadar yolunda ve mükemmel işledi ki, iki günün sonunda herkes sürekli ne kadar memnun olduğunu belirtti bize. Hem öğrenciler, hem profesörler çok mutluydular. Kendi üniversitemdeki hocalarımın yüzündeki gülümseme, sürekli ne kadar iyi bir iş çıkarttığımızı söylemeleri, ve herşeyden önemlisi bunun 'gördükleri en başarılı MEHAT Konferansı' olduğunu sürekli tekrarlamaları, benim için bütün o yorgunluklara değerdi.

Dünyanın alanında en yetkin ve başarılı, yaşını başını aşmış profesörleri mutluluktan gelip size sarılıyor ve hiç bu kadar başarılı bir 'öğrenci konferansı' görmediklerini söylüyorlarsa, konferans sonunda onlarca insan teşekkür etmek için sizi alkışlıyorsa, ertesi gün bile teşekkür e-mailleri yağıyorsa, gerçekten çektiğiniz bütün uykusuzluklara ve yorgunluklara değiyor.

Bu seneden öğrendiğim ise, gerçekten düzenli ve organize bir şekilde çalışırsanız ve her şeyi son ana ve şansa bırakmayıp, azimle uğraşırsanız , bütün zorlukların aşılacağı oldu. 'Takım çalışması'nın ne kadar önemli olduğunu da öğrendim. Bize yardım eden gönüllülerimiz olmasa, bu işin altından kalkamazdık. Bu başarı benim başarım değil, hepimizin başarısı..'Ben' değil de 'biz' diyebildiğiniz anda, takım ruhunu yakaladınız demektir.
Bu kadar yoğun bir süreç boyunca benimle birlikte organize eden arkadaşlarımla birbirime bir tek kırıcı söz söylemedik, bir kez bile tartışmadık. Büyük bir uyum içinde, çok stres yapmadan, sakince çalıştık.

Dün gece uzun zamandır ilk defa deliksiz bir uyku çektim. Bedenim çok bitkin olmasına rağmen içimde işimi hakkıyla yapabilmiş olmanın gurur ve mutluluğu, yüzümde kocaman bir gülümseme vardı..


Monday, May 10, 2010

İki dil bir bavul


Uzun zamandır bu kadar içten ve güzel, böylesine içimi ısıtan bir film izlememiştim. Bir Kürt köyündeki ilkokula atanan genç öğretmen Emre Aydın'ın öyküsü. Emre tek kelime Kürtçe bilmiyor, çocuklar da tek kelime Türkçe.. Türkçe'yi bir 'yabancı dil' olarak öğreniyorlar, aralarda öğretmenlerinin sabrını zorluyorlar :)

Filmin asıl yıldızı çocuklar. Kürt çocuklarının hallerine, tavırlarına öldüm ve bittim. Bu kadar mı tatlı olunur. Bu kadar mı saf, naif olunur. Hele Zülküf adındaki çocuk, dünya tatlısı. Çocukluğun güzelliğini hatırladım yeniden sayelerinde. Okul günlerini, tebeşir kokusunu, kurşun kalemle yazmayı, 'karne günü'nü.

Kardeşim bir gün bana 'Çocukluk ne kadar güzel bir şey. Çocuklar ne kadar güzeller. Keşke dünyada herkes çocuk olsaydı.' demişti. Bu filmi izleyip ona hak vermemek mümkün değil.

Filmin bazı yerlerinde bariz bir şekilde Nuri Bilge Ceylan havası sezdim. Özellikle 'Kasaba' filmine, atmosfer olarak çok benziyordu bu film. Gerçekçiliğiyle biz 'Batı Türkiye'lilere, bildiğimizden başka bir 'ülke' gösteriyor. Bizi apartman daireli, bilgisayarlı, sıcak su ve elektriğin elimizin altında olduğu, modern yaşamlarımızdan 1 buçuk saatliğine de olsa çekip, o farklı dünyaya, farklı ülkeye, farklı gerçekliğe götürüyor. Biraz olsun düşünmemizi sağlıyor, o insanların nasıl yaşadığını, nasıl hikayeleri olduğunu..

İki dil bir bavul, işte tam da bu yüzden, takdir edilesi, bir belgesel gerçekçiliğinde, çok ama çok başarılı bir film. Ne bir propaganda kaygısı var, ne de kafamıza vura vura çıkarmak istediği bir ders. Sadece olanı gösteriyor bize, var olanı. Bu yüzden de tam kıvamında, doğal, saf, enfes.

Saturday, May 8, 2010

Canımın canı


Candan can çıkar, beslenir, büyür, kendi ayaklarının üzerinde durur, kocaman kız olur.

Can, okyanuslar ötesine gider.

Can, canını arar, özler, en çok da neyi özler bilir misin? Onun mis gibi kokusunu. Cennet gibi, huzur veren, misler gibi anne kokusunu.

Senin varlığın, benim varlığımın sebebi.. Canımın canısın. Kokun burnuma geliyor bazen, çok, çok özlüyorum, burnumun direği sızlıyor.
Ama şunu da çok iyi biliyorum ki, uzağımda olman, aramızdaki anne-kız ilişkisinin öyle küçük bir parçası ki.. O kadar çok şeyi paylaşıyoruz ki seninle, uzaklıklar anlamsız kalıyor annem.. Aşıyoruz biz mesafeleri, okyanusları, dağları, tepeleri..

Geceyarısı sana yazdığım bir
mektupla, sabah yaptığımız uzun bir telefon konuşmasında, bir blog yazısında aşıyoruz. Bilgisayarımın ekranında beliren güzel yüzünü gördüğümde, kokunu duyar gibi olduğumda, uzansam sana dokunuverecekmiş gibi hissettiğimde aşıyoruz.

Aslında binlerce kilometre değil, bir nefes alma, bir nabız atışı uzaklığımdasın annem.

Aslında birlikteyiz. Aynı anda atıyor yüreğimiz, aynı ışıltılar dolaşıyor gözlerimizde, aynı nefesi çekiyoruz içimize.

Seni çok, çok seviyorum. Anneler Günü'n kutlu olsun.

Friday, May 7, 2010

En sevdiğiniz yer neresi?



Sizin de var mı, yaşadığınız şehirde, en sevdiğiniz nokta? Hani böyle dertlerinizden bunaldığınızda gidip kafanızı dinleyebileceğiniz, huzuru bulabileceğiniz bir yer.. Yüreğinizi temizleyen, keyif dolu, mutlu bir yer. Varlığının bile sizi sakinleştirmeye yettiği, uzun süre gitme fırsatı bulamasanız da orada olduğunu hatırladığınızda dahi yüzünüze kocaman bir gülümseme yerleştiren bir yer.



Benim için İstanbul'da o nokta, Sabancı Öğretmenevi'nin olduğu Beykoz kıyısıdır. Boğazın iki yakası o noktada birbirlerini kucaklayacakmış gibi yakınlaşır. Karşıda Aşiyan, yeşil tepenin ortasında tuğla kırmızısı rengiyle parlar. Sağ tarafta köprü, birbirine yakınlaşan Avrupa ve Anadolu yakalarını bağlayıverir birbirine.

Babamın öğretmen olmasından dolayı hem çocukluğumda, hem gençliğimde, onlarca Pazar gününü orada geçirmişizdir. Kahvaltıdan sonra gazeteler, çay, kahve, sohbetler, dondurma, çocuk parkında oyunlar, kıyı şeridi boyunca yürüyüşlerle, keyifle uzatılan Pazar günleri..Bazen sadece annem, babam ve kardeşimle, bazen kuzenlerimle, dayılarımla, amcamlarla, halamlar, teyzemle.. Kocaman, mutlu ve çoluk çocuk dolu ailelerimiz arasında büyüdük orada biz.. Gülüşlerimize Boğaz'ın serinliğini kattık, bakışlarımıza İstanbul güneşini, tenimize Boğaz kokusu sindi.

Ne zaman gitsem, yine Boğaz'ın güzelliği karşısında büyülenir, mutlu çocukluk günlerime, sapsarı güneşli, rengarenk balonlu, huzur dolu anılarıma geri dönerim.



Sizin hayatın acımasız gerçeklerinden kaçış yeriniz, huzur dolduğunuz o yer neresi?

Monday, May 3, 2010

Evler, haneler

Fotoğraf: Safranbolu evleri


'Ev' kavramı beni büyülemiştir hep.. İnsanların kendisine nereyi mesken seçtiği, nasıl bir 'hane'de yaşadığı, kendini nasıl 'evinde' hissettiği... Tek tek duran müstakil evler de ilginç gelir bana, kocaman bir apartmanın içinde her biri kendine ayrılmış bir 'hücre'de hep birlikte yaşayan insanlar da..

Geceleri sokakta yürürken, her birinde ayrı renkte bir ışık yanan pencerelere bakar, o evlerin içindeki yaşamları düşünürüm.. Her birinin ayrı bir hikayesi vardır.. Neler yaşanıyordur o evlerde, kimbilir? Kaç kişiler? O sırada yemek mi yiyorlar acaba, yoksa televizyon mu izliyorlar? Mutlulukları nasıldır, hüzünleri, kavgaları? Sessizlik mi hakim o evlerde, gürültü mü? Nasıldır bakışları o anda, duruşları? Öğrenebilmek ve o insanların hayatları üzerine yazılar yazabilmek isterim.. O evlerdeki her biri benzersiz, eşsiz olan yaşamları hep merak ederim.

Kendime ev olarak seçtiğim yeri terkettiğimde, 'benden sonra acaba bu evde kimler yaşayacak?' diye düşünürüm. O apartmanın önünden geçersem eğer, eski pencereme bakar ve o evde şimdi kimlerin yaşadığını hayal etmeye çalışırım. Acaba o evde benden bir parça kalmış mıdır? Acaba yaşadığımız bütün evlerden, orada bir parçamızı bırakarak mı ayrılırız? Hayatımızın geçmiş ve bir daha geri gelmeyecek olan, benzersiz bir dönemini o evde geçirmişizdir. Kokumuz sinmiştir duvarlara, gülüşlerimiz, gözyaşlarımız, anılarımız.. İçinde yüzlerce yemek yemiş, geceler boyu uyumuş, oturmuş, konuşmuş, yürümüşüzdür. O ev, acaba bir daha aynı ev olabilir mi? Yoksa içinde yaşayan herkesten bir parça alarak büyüyen canlı bir organizma gibi, evler de biz insanlar gibi olgunlaşır mı?


Evler, gerçekten de büyülü yerler.