Saturday, May 26, 2012

İskender - Elif Şafak







Elif Şafak'ın kitaplarıyla çok değişken bir ilişkim oldu. Bit Palas'la okumaya başlamıştım, Mahrem ve Pinhan'a ise hayran kalmıştım. Ondan sonra hangi kitabını okuduysam beni hayalkırıklığına uğrattı. Aşk kitabı hakkında düşündüklerimi şu yazıda paylaşmıştım. İskender ise şu ana kadar okuduğum kitapları arasında en vasatıydı diyebilirim.

İngilizce yazmış olduğu ve sonradan Türkçeye çevrildiği için desem, değil.. Çünkü ben Araf'ı (The Saint of Incipient Insanities) çok sevmiştim! Ama İskender gerçekten çok 'dışında kaldığım' bir roman oldu.. Hiç bir karakteriyle özdeşleştiremedim kendimi, hiçbiri pek gerçekçi gelmedi bana.. Sanki önce anahatlarıyla belirlenmiş, sonra 'böyle karakterler yaratmalıyım' diye oluşturulmuş, yapay ve sadece roman dünyasına ait karakterlerdi.. Gerçek hayatta olabilecek bir hikaye gibi değil, kurgu olduğu çok belli olan, sahte bir öyküydü sanki.

Klasik Elif Şafak temalarını (Doğu-Batı, aidiyet, kimlik, Kadın-erkek ilişkileri...vs) alıp, bunları yine bir göçmen ailenin öyküsünde harmanlamış yazar..Ortaya çok akılda kalmayan, beni pek etkilemeyen, hiç bir iz bırakmayan bir roman çıkmış. Hani 'Siyah Süt' için, 'Okunur okunmaz unutmak için yazıldı, suya yazılır gibi' demişti ya Elif, işte bu bence o kitap için değil bu roman için söylenmiş bir söz gibiydi.

Beni asıl üzen şey ise Elif Şafak'ın kabiliyetinin, kapasitesinin bu romanın çok daha üstünde olduğunu bilmek.. Hani önceki romanlarını okumamış olsam, şaşırmayacağım, ama karşılaştırınca hayalkırıklığına uğramadan edemiyorum..

Bir de, lütfen yine Türkçe yaz Elif.. O güzel Türkçenle, anadilinde romanlar yaz..Yine okuyalım, hayran olalım.


    

Sunday, May 6, 2012

Kızımın şehri





Benim şehrim İstanbul ise, kızımın şehri de Chicago'dur. Annesi ve babası bu şehirde tanıştı, o bu şehirde doğdu, hayatının en azından bir kısmını bu şehirde geçirecek.. Benim içinse bu rüzgarlı şehrin önemini ise daha önce yazmıştım şurada.

Bu Eylül'de, bu şehirde 9. senemi doldurup 10. seneme gireceğim. Bir şehri yakından tanımak, hatta çok sevmek için yeterli bir süre. Chicago öyle bir şehirdir ki, ne New York City gibi cafcaflı, ne de San Francisco ya da Seattle gibi 'Avrupai' olmadığı halde, ona yavaş yavaş, fena alışırsınız. Çok karakterli bir şehirdir bu rüzgarlı şehir. Siz hiç farketmeden teninizin içine nüfuz eder, yıllar geçtikçe bir de bakmışsınız siz de bir 'Chicagolu' olmuşsunuz.. Bu şehrin kendine has havasını çok seviyor olmuşsunuz.

Bu şehirde, her şehirde ve ilk aşkım şehr-i İstanbul'da olduğu gibi yapmayı çok sevdiğim şeyler var. Bu şehri benim için özel kılan, sevdiren keyifler.. Onları paylaşmak istedim bu yazımda.

Neleri seviyorum Chicago'da? Bunca sene içinde, o kadar çok yanı var ki kendini bana sevdiren..

Chicago'da,

- Kışın lapa lapa kar yağarken Michigan Caddesi boyunca yürüyüp ışıklara bürünmüş ağaçları seyretmeyi,

- Üniversitemin gotik, muhteşem kampüsünde yürümeyi, kütüphanesinde 'stacks' (kitap koleksiyonu) bölümünde eski sayfaların, kitap kokusunun içinde kaybolmayı,

- Wicker Park'ta kullanılmış kitaplar ve plaklar satan bir sahaftan çıkıp küçük bir kafede enfes kahve kokuları arasında oradan aldığım bir kitabın sayfalarını karıştırmayı,

- Yaz geldiğinde Millenium Park'taki devasa Jay Pritzker Pavillion'da piknik eşliğinde sevdiğim müzisyenleri, grupları ya da Chicago Senfoni Orkestrası'nı canlı olarak açık havada, yıldızların altında (hem de bedavaya) dinleyebilmeyi,

- Sonbaharda enfes renklere bürünen ağaçların fotoğrafını çekmeyi, ayağımın altında yumuşacık bir halı gibi uzanan güzel yapraklara basa basa parklarda dolaşmayı,

- Yaz geldiğinde gökdelenlerin dibinde uzanan kumsallarından birinde güneşin tadını çıkarmayı,

- Her birini ayrı sevdiğim etnik mutfakların örneklerini tatmayı, mesela Devon'da güzel bir Hint yemeği yemeyi, Andersonville'de Swedish Bakery'den ya da Hyde Park'taki Bonjour Bakery'den tatlı almayı, Greektown (Yunan mahallesi)nde güzel pişmiş bir balık yemeyi, Chinatown'da (Çin mahallesi) acı soslu, sebzeli bir 'noodle' yemeyi, küçük sushi restoranlarını denemeyi, bizim mezelerimize benzeyen İspanyol 'tapas'larından atıştırmayı :) 

- Sabahın 6:30unda gölün üzerinden güneş doğarken henüz boş olan Lake Shore Drive'da (sahil yolu) sevdiğim bir şarkıyı dinleyerek huzur içinde araba kullanmayı,

- Bahar gelince çiçeğe bürünen ağaçlarına sarılmayı, çimlere uzanıp masmavi gökyüzünde bulutları bilindik şekillere benzetmeyi,

Ama en çok da, sabahın sessizliğinde sokağımızın ucundaki küçük kumsala gidip, kulağımda sevdiğim müziklerle orada yürümeyi, sonsuzluğa uzanıyormuş gibi görünen Michigan Gölü'ne uzun uzun bakmayı, gölün gökyüzüyle birleştiği çizgide dalıp gitmeyi, kendimle, düşüncelerimle başbaşa kalmayı çok severim!




Hani her şehirde sevdiği, ona özel, çok mutlu olduğu bir noktası olmalı insanın demiştim ya bir zamanlar.. Chicago'da benim de böyle bir noktam var artık. Evimizin olduğu sokağın ucundaki kumsalda, huzuru, sükuneti, sessizliği buluyorum. Tam orada, o iskelenin ucunda durup dalgalı, masmavi Michigan gölünün ilerisinde yükselen şehir silüetine bakarken, bu rüzgarlı şehri zamanla ne kadar sevmiş olduğumu farkediyorum!