Tuesday, December 30, 2014

Ivan Ilyich'in ölümü - Leo Tolstoy



Bu kadar kısa bir roman (ya da uzun hikaye) dahilinde insan yaşamına, ölüme, hayata dair bu kadar çok soru sordurabilmek, sadece Tolstoy gibi bir ustaya mahsus bir yetenek. Müthiş bir yazı gücü. Yalın, süslü olmayan, doğrudan cümlelerle, insanlığın ortak sonu olan ölümü böylesine vurucu şekilde anlatabilmesi yazarın, biz Chicago Edebiyat kulübü üyelerini çok etkiledi. Ivan Ilyich'in ölümü beklerken düşündükleri, hayatın gündelik hayatta üzerinde en çok durduğumuz meselelerinin ölümün yanında nasıl anlamsız kaldığını bize göstermesi için bile okunmaya değerdi. Tolstoy, eşi benzeri bulunmayan, müthiş bir yazar. Bundan sonraki hedefim, bir kaç aya dağıtarak Savaş ve Barış'ı okumak.


Yaz



Summer

The blue of the sky contrasts with the lush green grass.. I breathe. The memory of a faraway sea is carried on the wings of the wind.. The smell of algae and dark green beings submerged under the water.. The water is all kinds of blue, all kinds of aquamarine.. The sea overwhelms my soul, even with its promise.

Lush green leaves flutter like birds' wings in the breeze. I breathe. The breeze is much cooler than I expected, and it washes over me. Almost like swimming in cold water, I walk through the cool, cool breeze. The coolness invigorates my mind. I fill my whole chest with this blue air, feeling my soul more and more grounded with each breath. I breathe.

The wind plays with my hair. The wind teases me. I smile. I lift my gaze to the horizon, where the blue of the water disappears in the blue of the sky. I can never know where the water ends and the sky begins. I breathe.

Seagulls circle in the air, languidly, deliberately. In the white tips of their wings, they hide rays of sunlight. As they ride the cool currents of the breeze, I breathe.

The white puffiness of the huge clouds contrasts with the deep blue of the sky. The memories flock to my mind like hasty, small birds. I am flooded with the cool waves of all the days past. I shiver.

I am lost in deep summer, and I don't know where I end and the blue begins.




The Wolf of Wall Street - Martin Scorsese



Leonardo DiCaprio'nun oyunculuk yeteneğinin gittikçe kendini aştığını düşünüyorum. The Great Gatsby'den sonra bu filmde de bu düşüncem pekişti. Filmin konusu, yani para hırsının bir insanı ne hale getirebileceği, nasıl değiştirebildiği daha önce defalarca işlenmiş bir konu. İşlenişi ve kara mizahı ise bana sanki The Big Lebowski ile Fear and Loathing in Las Vegas'ın bir karışımı gibi geldi. Ama film ne Coen kardeşlerin filmleri kadar komik, ne de Fear and Loathing kadar orijinaldi. Scorsese, 2 saatte rahatlıkla anlatabileceği bir hikayeyi gereksizce uzatmış. Uyuşturucu ve seks sahneleri gereğinden fazla, rahatsız edecek seviyeye ulaşmış. Zaten 3 saati geçtiği için oturup tek seferde izleyemedim. Peyderpey izlediğim halde yine de fazla uzun ve sıkıcı geldi. Scorsese'in kafayı taktığı oyunculardan olan Leonardo DiCaprio'nun kariyerinin devamını ve nerelere varacağını ise çok merak ediyorum.


 

Interstellar - Christopher Nolan



Bu sene başında izlediğim ve çok beğendiğim Gravity gibi, aklımı başından alan bir uzay filmi daha.. Görsel olarak muhteşem, zaman, aile kavramı, insanoğlunun geleceği ve kaderi ile ilgili düşündürdükleriyle çok derin. Christopher Nolan, 2001: A Space Odyssey'den ilhamla, bir modern zaman masalı yaratmış, içine de beni mest edecek referanslar serpiştirmiş. Bir uzay filminde Dylan Thomas şiiri duymak doğal olarak tüyler ürpertici bir etki yarattı bende. Kara delikler ve uzay hakkında düşündürdükleriyle de yıllar önce Sabancı Üniversitesi'nden sevgili hocam Prof Ali Alpar'ın gözetiminde hazırladığımız ve sunumunu yaptığımız 'Yıldız Evrimi' projesini hatırlattı bana, gülümsetti.. Uzaya olan ilgim, sevgim, astronomi merakım hiç bitmeyecek. İnsanoğlunun uzaya ve evrene dair sorularının hiç bitmeyecek olması gibi..





Thursday, December 25, 2014

Güle güle 2014!




Hayatta insanın başına ne zaman ne gelir bilinmez, bundan sonraki senelerde ne olacağı belli olmaz ama çok güzel bir yıldın be 2014!! Altın gibi, pırıl pırıl, ışıl ışıl.. Umarım 2015 de seni aratmayacak güzellikte, harika bir yıl olur, güzellikler, mutluluklar getirir herkese..



Fotoğraf: Tulum harabeleri, Quintana Roo, Meksika, Aralık 2014




Friday, December 12, 2014

Mezuniyet - Bir son, bir başlangıç



Dünya üzerinde en çok sevdiğim insanlar (bir tek oğlum, o çok minik olduğu için evde, bir de kardeşim, okyanuslar ötesinde, iki adaş, bir onlar eksik), büyük bir katedralin içinde oturmuş beni bekliyor. Sevdiklerini bekleyen yüzlerce insanın arasında. Kalbim güm güm atıyor. Hani o çok önemli, o en mutlu günlerimizde, yaşam bir rüya dokusu kazanır ya.. İşte öyle. Herşey gerçeküstü, bir rüyanın içinde uçuyor gibiyim. Salonda herkes sıralanmış, numarasına göre. Tatlı bir heyecan herkeste.

Birden anons yapılıyor. Yürümeye başlıyoruz. Dışarıya çıkıyor, katedrale doğru yürüyoruz. Serin, ama yağışsız bir Aralık günü. Aralık ayı, hem doğduğum, hem eşimin doğduğu, hem tanıştığımız, hem de oğlumuzun doğduğu ay. Uğurlu ayımız. Bu rüya gibi günün de Aralık ayına denk gelmesi ne büyük, ne güzel bir tesadüf diye geçiriyorum içimden.. Yoksa tesadüf diye bir şey yok mudur hayatta?

Etrafımızda bir polis kordonu, sokağın karşısına geçip binaya giriyoruz. Tam yanımızda gayda çalan, iskoç etekli, tulum ve davullarla çok güzel bir müzik yapan bir grup müzisyen bize eşlik ediyor. Kapıdan giriyoruz. İçeride güzel bir org müziği çalıyor. Yerlerimize doğru yürürken herkes ayağa kalkmış kalabalık içinde kendi sevdiklerini, anne babasını arıyor gözleriyle. Biraz yürüdükten sonra sevdiklerimi görüyorum sol tarafta, heyecan içinde el sallıyorum onlara. Gözlerindeki gurur ve mutluluk beni daha da yukarılara çıkartıyor, artık bulutların üzerinde uçar gibi yürüyorum.

Yerimize oturuyoruz, tören başlıyor. Rektör ve mezuniyet konuşmasını yapan bilimadamı profesörün konuşmalarından sonra, diplomalar verilmeye başlanıyor. Bizim fakülteye geldiğinde sıra, sahnenin yanındaki perdelerin arkasına geçiyor, oradan sahnenin arkasına yürüyoruz. Ve işte sıra bize geliyor! Işıklar parlak, sahnede rektör, profesörler, dekanlar.. Ve benim ismim okunuyor.. Geleneklere yüz yıldan fazladır uyan üniversitem, töreninde de çok geleneksel. Sırtımıza bir asa ile dokunan profesör bize ileri adım atabileceğimizi söyledikten sonra, rektörün elini sıkıyorum, 'Tebrikler' diyor bana ve diplomamı alıyorum. Dönüp kalabalık içinde beni izlediğini bildiğim aileme doğru bir gülücük atıyorum, elimde bunca senenin emeğinin meyvesi olan bu belgeyle. Bunca emek, bunca uykusuz gece, bunca gözyaşı, bunca çaba.. Hayatta herşeyin bir bedeli var, ve hiç bir şey kolay elde edilmiyor. Ve bugün ben, çok şükür ki emeğinin meyvesini alabilmiş olmanın gurur ve mutluluğu içinde uçuyor gibiyim.

Yine uçar gibi adımlarla iniyorum sahneden, yerime dönüp oturuyorum. Törenin geri kalanında da hem koronun söylediği şarkılar, hem de okulunu bitirmiş olanların, mezunların sevinci birbirine karışıyor. Tören bitince yine müzik eşliğinde kalkıp kapıya doğru yürüyoruz.

Dışarı çıkınca, yüzüme çarpan serin Aralık havası, elimde diplomam, içimde bir coşku, bir mutluluk. Katedralin önündeki merdivenlerden iniyorum. Uçuyorum demek daha doğru olur, ayaklarım yerden kesildi kesilecek! Gayda müziği tekrar başlıyor. Bir süre bekledikten sonra içeriden çıkan kalabalıktan ayrılıp bana doğru gelen annemi görüyorum. Bir anda gözlerimden yaşlar boşanıyor. Senelerce biriktirdiğim bütün duygular gözlerimden sel olup mutluluk gözyaşları halinde akıyor. Anneme sarılıyorum sımsıkı, mis kokusunu içime çekiyorum. Şükrediyorum Allah'a, bana en sevdiklerimle birlikte bu güzel günü görmeyi nasip ettiği için.

Bugün hem bir yolun sonu, hem de başka bir yolun başlangıcı. Gözlerimde yaşlar, ıslak gözbebeklerimle gülümsüyorum kameralara. Hayatımın en güzel günlerinden biri.

Bugünü, bu anı, bu mutluluğu...hayatımın sonuna kadar unutmayacağım.

Ben mezun oldum!

Wednesday, December 3, 2014

Gece, uyku

'Allah rahatlık versin' kadar içime huzur veren, mutluluk veren bir uyku dileği bilmiyorum.

Ben küçükken anneannemin evinde bu isimde bir masal kitabı vardı. O kadar severdim ki! İçindeki birbirinden güzel masalları, okuya okuya neredeyse ezberlemiştim.

'Allah rahatlık versin' sözcüklerini duyunca, koridordaki loş ışığın bir hale gibi çevrelediği babamın başının silüetini görür gibi olurum odamın kapısında. İçime bir huzur gelip yerleşir. Kapatırım gözlerimi, sanki o küçük kız çocuğuyum. Mutlulukla koyarım başımı yastığıma.

Uyuyuveririm.


Friday, November 21, 2014

Bazı sabahlar





Güneş parlar evin içine. Isıtıverir içimizi bir anda, dışarıda eksi 10 dereceyi bulan bir soğuk olsa da. Menekşeler gülümser saksıdan, kıkırdaşırlar. Kahve makinesinin huzur veren hışır hışır sesi, sonra da kahvenin o enfes, baştan çıkartıcı kokusu kaplar evi. Simsiyah kahvemden iki yudum alırım. Bir kaç cümle yazarım o ana dair. Mutlu olurum.



Tuesday, November 18, 2014

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez



Henüz Marquez okumamış olmanın utancıyla, artık yazarı vefat ettikten sonra mutlaka okumalıyım diye yazın elime aldım bu kitabı. Marquez, insanın elinden tutup masallar anlatarak büyülü bir diyara götüren bir dede gibi. Başlarda doğdurdan kitabın dünyasına dalıverdim, ancak sonradan sanırım hayatımda çok karmaşık, yoğun ve yorucu bir döneme denk geldiğinden olsa gerek, kitapla olan o samimi ilişkimi yitirdim. Okumam bir kaç aya dağılınca ve araya başka kitaplar girince, Macondo'dan ve Buendia ailesinden kopup onlara geri dönmek zorlaştı. En uzun sürede okuduğum kitap rekorunu Foucault Sarkacı ile paylamış oldu böylece. İngilizce tercümesinden okumuş olmakla ilgili olduğundan da şüpheleniyorum. Türkçesini okuyanlar çok daha fazla beğendiklerini söylüyorlar. Bense kendimi kitabın dünyasına geri döndürmek için müthiş zorladım nedense. Keşke İspanyolcasından okuyabilecek kadar iyi bilseydim İspanyolcayı diye de düşünmedim değil..

Bana Suudi yazar Abdulrahman Munif'in Cities of Salt (Tuz Şehirleri)ni anımsattı bu büyülü gerçekçilik akımı ve bir ailenin ve coğrafyanın nesiller boyunca anlatılması. Ama maalesef beni sandığım kadar çok derinden etkileyip sarsmadı. Belki başka Marquez kitapları okuyunca fikrim değişir, kimbilir?


Edip gecesi


'Biliyorsunuz ya bir ağrısı vardır gitmenin
Nereye, ama nereye olursa gitmenin
Hüzünle karışık bir ağrısı' 

Edip Cansever


Ne mi yapıyorum? Nefes alıp, nefes veriyorum. İçimde bir yükseltilmişlik hissi, midemde hüzünle karışık ağrı. Çay koyuyorum, içimdeki kuşlar bedenimin duvarlarına çarparken. Çayı yudumluyorum, içimdeki bulantı, midemden yükselirken. Çocuklarımın sarı tüylü başlarını okşuyorum. Pencereden giren günışığı kamaştırıyor gözlerimi, kısıyorum acıyla. İçimdeki rüzgarlar, ruhumun bütük kovuklarına, bütün kuytu köşelerine üflüyor soğuğu. Ürperiyorum. Günün saatleri, ağır bir gülle gibi sürükleniyor, bağlı ayakbileklerime. Ayaklarımın altındaki zemini hissediyorum. Üşüyorum. Nereye kadar yürür karanlıklar? Kaçımız sayar saatleri, ilerleyişini zamanın, kaçımız alır böylesine derin, acılı, masmavi nefesleri? Ne mi yapıyorum? Yaşıyorum, günleri içimde çakıltaşları gibi biriktirerek. Dolanıyorum odalarda, günbegün, duvarlar arasında, aynalardan kaçarak. Kısıyor gözlerimi, kış güneşinin puslu halesine dikiyorum gözbebeklerimi. Ağzımda sebebini bilmediğim o buruk zeytin tadı. 

Ne mi yapıyorum? Yaşıyorum. 

İçimde derin bir kuyu gibi, bilinmez bir karanlık. Gitmelerin gölgesi düşüyor yüreğimin üstüne. Gitmelerin, o hüzünle karışık ağrısı.

Çocuklarımın minik burunlarını öpüyorum. Kalkıp bir çay koyuyorum.

    
'Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan
Ve geçilmiyor ki benim
Duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan.'

- EC




Thursday, November 13, 2014

"Neden çocuk getirdin bu dünyaya?"


Diye soruyorlar. Sürekli. "Neden çocuk getirdin ki bu dünyaya, bu kötü dünyaya? Bu rezil, kahpe, pis, yalancı dünyaya?'

Neden? Neden, sahi?

Kendimi klonlamak için değil.
Yaşlılığımda bana bakacak birileri olsun (!) diye değil.
Sırf merak ettiğim için değil.
Ölümsüzleşmek istediğim için değil.
Soyumu ya da ırkımı devam ettirmek için değil.
Bebekleri aşırı sevdiğim, hamileliğe aşık olduğum için değil.
Hayatımı çocuklarıma adamak istediğim, sadece bir anne kimliğinde kendimi kaybetmek istediğim için değil.




Neden?

Çünkü kendi hayatımı bir kez daha, sil baştan, çocuklarım aracılığıyla yaşamak müthiş hoşuma gidiyor. Çocuklarım sayesinde kendi çocukluğumdan beni bile şaşırtan ayrıntıları hatırlıyor, geçmişin altın sarısı mahzeninde saklı duran o küçük kız çocuğunu geri çağırıyorum. Geçmişin koridorlarına dalıp, kendi çocukluğumu tekrar yaşıyorum. İnanılmaz bir mucize gibi.

Çünkü bu dünyaya çocuk getirmenin, bir insan yetiştirmenin, bu dünyaya şahit olmanın en büyük, en muhteşem yollarından biri olduğunu düşünüyorum. Karşılaştığım en zor, en yorucu, ama en sarhoş edici maceranın, kızım ve oğlumun gözlerine ilk baktığım anda başlayan o maceranın, insanoğlunun en iyi öğretmeni ve rehberi olduğunu düşünüyorum.

Çünkü çocuklarımla birlikte ben de büyüyorum, daha önce hiç olmadığı kadar. Gözlerimi daha kocaman açmasını öğreniyorum, hayatın detaylarına daha çok dikkat etmeyi, şaşırmayı öğreniyorum silbaştan, her şeyi ilk defa görüyormuşçasına, sonsuz sihirli bir masal dünyasında.

Çünkü, çocuklarıma yeterince sevgi verebilirsem, sevmeyi ve sevilmeyi öğretebilirsem onlara, onların bu dünyayı biraz daha güzel, parlak, ışıklı bir yer haline getirebileceğine inanıyorum. Çocuklarım bir kişinin bile yaşamını aydınlatabilirse gerçek anlamda, onları yetiştirmek için verdiğim sevgi ve emeğe değeceğini düşünüyorum.

Çünkü dünyanın en sarsıcı ve gerçek aynası, çocuklarımın gözlerinde saklı. Kendimi onların gözünden görmek, kendimle yaşadığım en korkunç ve müthiş yüzleşme.

Çünkü insan yüreğinin ne kadar büyüyebileceğini, büyürken dünyayı, kainatı ve bütün alemi içine alabileceğini, anne olmadan öğrenemezdim.

Monday, November 3, 2014

Ben Affleck haftası!






Evet, 10 gün içinde 2 adet Ben Affleck filmi izleyerek senelik, hatta 5 senelik Ben Affleck kotamı doldurmuş bulunmaktayım! Argo'yu ne zamandır istiyordum izlemek, Modern Ortadoğu tarihiyle ilgili herşey gibi bu filmi de tabii ki izlenilecekler listemde en başlara yerleştirmiştim. Filmin izleyicide yarattığı gerilim epeyi başarılı.. Ancak bu, İranlıları genelde kültürsüz ve vahşi olarak tanıttığı gerçeğini değiştirmiyor. Sırf bütün İranlıları kötü göstermemek adına oraya konmuş evin hizmetçisi rolündeki kızcağız da biraz sırıtıyordu açıkçası. İran rehine krizini ABDliler tarafından anlatan bir film olduğu açık. Oscar almasına hiç şaşmamalı bu yüzden.


Gone Girl, Ben Affleck'in başrolünde oynadığı, Gillian Flynn romanının film uyarlaması olan, başarılı bir gerilim filmi. Evlilik, ilişkiler, kadın ve erkek üzerine düşündürdükleriyle, oyunculukları ve senaryosuyla bence vasatın çok üstünde, başarılı bir yapım olmuş. Romanı okumadığım için uyarlama ne kadar aslına sadık, bilemiyorum. Ama kurgusuna ve özellikle de Nine Inch Nails'in dahisi Trent Reznor'ın bestelediği müziklerine hayran kaldım. Açıp youtube'dan filmin müziklerini defalarca dinledim. Romanını okur muyum bilmem ama filme 5 üzerinden 4 yıldız verdim.


Monday, October 27, 2014

Geliyor yağmur.



Sıcak esen rüzgarların kuruttuğu şehre, yaklaşıyor bulutlar, usulca..
Titreşiyor gölün yüzeyi, sanki önseziyle,
Damlaların kıpırtısını çağırır gibi.
Kımıldıyor sarı yapraklar, ağaçlarda
Ekim güneşini içmiş, altın ışıltısında saklıyor her biri.
Bekliyor dünya, tutmuş soluğunu.
Geliyor yağmur, usul usul yaklaşıyor şehre.
Gecenin ritmini değiştirmeye and içmiş gibi.
Kanına giriyor rüzgarın, deviniyor bulutlar.
Geliyor yağmur, uzun seneler önce verilmiş bir sözü tutar gibi.
İçimizin hengamesini susturup,
Gecenin kuytusunda sessizliğe yelken açar gibi.
Geliyor yağmur, yalnız, yorgun kaldırım taşlarına
Yumuşak öpücükler vaat eder gibi.
Yürüyor şehre yağmur, duvarlarda yankılanan
Tanıdık, bildik, eski, güzel bir şarkı gibi.
Kıpırdıyor gölün yüzeyi, yayılıyor dalga dalga karanlık.
Geliyor yağmur.



Moonshine
27 Ekim 2014





Müzik: Danser encore






Saturday, October 18, 2014

E.C.



"Ne peki
Yere dökülen bir un sessizliği mi
Göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi
İşini bitirmiş bir org tamircisinin
Tuşlardan birine dokunacakkenki
Dikkati ve tedirginliği mi."


Ah Edip, canım Edip, nasıl anlatıyorsun insanı, yaşamı, bizi böyle.



15 Ekim Çarşamba itibariyle






Doktor Moonshine oldum :) Destekleyen, dua eden, güzel mesajlar gönderen, düşünen, yanımda olan herkese sonsuz teşekkürler!

Bir maratonu bitirmiş olmanın yorgunluğu ve dayanılmaz hafifliği üzerimde, gülümsüyorum sürekli!



Sunday, October 12, 2014

Uzun bir yolun sonu


Bu blog'u okuyanlar, uzun süredir devam eden doktora maceramı bilirler. Daha önce nice safhasında doktoramın, okuyan, yorum yapan, destekleyen, inanılmaz içten ve samimi mesajlar gönderen okurlarım oldu. Sürekli bir iletişim içinde, sizinle doktoramın çoğu önemli adımını paylaştım.

İşte bu Çarşamba günü, o upuzun yolun sonuna geliyorum. Chicago saatiyle sabah 8:30da, Türkiye saatiyle saat 16:30'da doktora tezimin savunmasını yapacağım. Kasım'ın 14,ne kadar da tezimi son haliyle teslim edip, (inşallah) Aralık'ta mezun olacağım.

Bitiriyor olmanın düşüncesi bile gerçeküstü gelse de, inanılmaz duygu yüklüyüm. Hani dokunsanız ağlayacak gibi derler ya, aynen öyle. Bunca senenin emeği, uykusuz geceleri, gözyaşları.. Tünelin diğer ucuna varmış olduğumu idrak edememe hali, şaşkınlık, dalgınlık.. Ne ararsanız var yani :)

Sizden ricam, bu hafta ve özellikle Çarşamba günü bütün iyi dileklerinizi, pozitif enerjinizi, dualarınızı benden yana göndermeniz.. Beni çok mutlu edecek. Sınavlarıma girerken de çok işe yaramıştı bu, şimdi de çok ihtiyacım var buna. Şimdiden hepinize tek tek, çok teşekkürler.

Bir dahaki yazımı 'Doktor' olarak bitirebilmek dileği ve ümidiyle, sevgiler!


Moonshine





Thursday, September 11, 2014

Galiz Kahraman - İhsan Oktay Anar



Yedinci Gün'ü okuduktan sonra kendime bir türlü itiraf edemediğim, ancak Galiz Kahraman'la pekişen bir durum var: Artık İhsan Oktay Anar kitaplarından eskiden aldığım keyfi alamıyorum. Yine üslubunu, arada kahkahalarla gülmeyi, anlatım tarzını sevsem de kitabın kurgusu müthiş dağınık, daldan dala atlayan, bir amaca hizmet etmeyen bir kurguydu maalesef. Okumam uzun bir zaman aldı, ki Anar kitaplarını genelde en fazla bir haftada bitiririm. Bir de aralarda sürekli iğneli eleştiriler, göndermeler, bazı kesimlere laf sokmalar biraz rahatsız etti. Kısacası maalesef istediğim tadı alamadım bu kitaptan.. Benim en sevdiğim Anar kitapları hala Puslu Kıtalar Atlası, Efrasiyab'ın Hikayeleri ve Amat..





Bi Küçük Eylül Meselesi


Kafamın çok yorgun olduğu ve derin, ağır bir filmi çekemeyecek durumda olduğum bir akşam öylesine izlediğim, sabun köpüğü gibi bir filmdi.. Ortasından itibaren sonunu direk tahmin ettim zaten, pek şaşırtıcı olmadı. Çekildiği mekanlar, Bozcaada'nın güzelliği, hoş sahneler ve Nil Karaibrahimgil'in yazdığı güzel şarkı için izlenebilir. Hoşça vakit geçirten, yormayan, hafif bir film. Ama bana herhangi bir duygu yoğunluğu yaşatmadı, hüzünlendiremedi bile maalesef :) Bir de başrolde oynayan şu kızı (Farah Zeynep Abdullah) hafif itici bulan bir ben miyim Allahaşkına? Kurt Seyit ve Şura'yı da neden hiç izleyemediğimin sebebini buldum sanırım. Bu kızda herhangi bir sıcaklık, yıldız ışığı yok. Beren Saat gibi sempatik ve duru bir güzelliği de yok. Neden bu kadar lanse ediliyor anlayamadım açıkçası..

Neyse, işte öylesine bir filmdi Bi Küçük Eylül Meselesi.. Bolca Hollywood sahnesi özentiliği, biraz güzel mekan çekimi, bir iki hoş şarkı.. :)

Her - Spike Jonze



Artık sinemaya ve film izlemeye eskisi kadar vakit ayıramasam da, arada sırada güzel filmler izlemek mutlu ediyor beni. Her filminden çok etkilendim ve çok beğendim. Zaten Joaqin Phoenix'in büyük bir hayranıyım, en son PT Anderson'ın 'The Master'ında Philip Seymour Hoffmann ile ikisinin mükemmel oyunculuklarını ağzım açık izlemiştim. Bu filmde de hayalkırıklığına uğramadım. Spike Jonze çok gerçekçi, tüyler ürpertecek derecede olası bir gelecek resmi çizmiş bize. Adeta şimdiki hayatımıza tutulan bir ayna gibi. Teknolojinin insan ilişkilerini nasıl değiştirdiği, bozduğu ve yozlaştırdığı çok güzel anlatılmış. İşletim sistemine aşık olan adamın hikayesi hem absürd denebilecek kadar komik, hem acıklı, hem de tam da bizi anlattığı için inanılmaz ölçüde rahatsız edici. İnsan filmi izledikten sonra telefonuna, bilgisayarına olan bağımlılığını bir kez daha sorguluyor. Artık hayatımızın vazgeçilmezi olan 'akıllı telefonlar' ve elde taşınabilen bütün elektronik cihazların rolü üzerine düşünürken buluyor insan kendini.. Özellikle Apple Watch gibi yeni ve bizi daha da teknoloji esiri edecek aletlerin çıktığı bugünlerde çok düşündürücü, çok derin bir modern yaşam eleştirisi film.. Kesinlikle son dönem filmlerinin en iyilerinden.


Friday, August 22, 2014

Doyamadım



Deniz beni çağırıyordu.. Mavi beni çağırıyordu. Ne çok özlemişim yosun kokusunu, denizin dudaklarımda artakalan tuzlu tadını, kayaları, dalgaları..

Çağrıyı kabul etmemek olmazdı. Dalıverdim berrak suların içine. Dipte yüzen şeffaf denecek kadar parlak balıklar merhaba dedi bana. Denizde kendimi hiç bir zaman olmadığım kadar 'ben' hissediyorum. Suyun içinde bu kocaman evrenin küçücük bir parçası olduğumu, onunla birlikte devinip varolduğumu en güçlü şekilde hissediyorum. Suyun içinde, evimde gibiyim.

Yüzdüm, yüzdüm, yüzdüm. Denizin tuzunda hayatı tattım.

Doyamadım ah.. Ertesi gün hava rüzgarlı, deniz kızgındı. Giremedik. O akşam da bu yazlık kasabadan ayrıldık zaten.

Doyamıyor insan, güzel anlara.. Anneyle içilen sabah kahvesinin köpüklerine. Güneş kokan kıpkırmızı, mis gibi domateslere. Çıtır çıtır yeşil biberlere. Babanın çalışma odasındaki dev kütüphaneyi, her kitabı tek tek koklayarak keşfetmeye. Her biri insanın ruhunu yenileyecek kadar enfes taze incirlere. Sevdiklerinle oturduğun masalarda uzun uzun sohbetin lezzetine, tadına. Altı yüz yıllık kadim bir çınar ağacının gövdesine sarılıp bütün hayatı içinde hissetmeye. Sessiz, huzur dolu bir camiin içinde şırıl şırıl şadırvan sesini dinlemeye. Dallardan erik toplamaya, serin şeftalileri suyunu akıta akıta, mutluluk içinde yemeye. Sarılıp anneannenin mis gibi tülbent kokan kokusunu içine çekmeye. Uzun zamandan sonra görüştüğün eski bir dostun yüzünde o çok özlediğin anlamları yeniden keşfetmeye. Martı sesleriyle huzur içinde uyuyakalıp, pencerede kumru sesleriyle uyanmaya. Büyük evlerde kocaman aileler olarak yaşayıp o evleri çocuk çığlıklarıyla doldurmaya. Sessiz sokaklarda uyuklayan kedilere. Yağmur altında güzelleşen, hepten berraklaşıp benzersiz güzelliğiyle ışıldayan doğduğun şehri, Boğaz'ı seyredip çocukluğunu özlemeye..

Doyamıyor.

Hayat da bir doyamama hikayesi değil mi zaten? Doyduğumuz an öleceğiz, bitecek hayatımız belki de. Doyulamayan anlardan, tadı damakta kalan anılardan ibaret şu kısacık hayatımız..

Doyamıyor insan..

Doyamadım.









Monday, July 28, 2014

2 sene sonra anavatanımda

Binlerce kilometrelik yolları, sessiz bir mutfakta annemin çorbasını yudumlarken ruhumun dingin nefes alış verişlerini dinlemek için aşıp gelmek. Sokaktan gelen köpek havlamaları ve martı seslerini dinlerken her şehrin kendine özgü bir karakteri olduğunu düşünmek. Yıllar sonra İstanbul'umda hem her şey çok değişmiş, hem de hiç bir şey değişmemiş gibi hissetmek.







Monday, July 14, 2014

Neler oldu neler







6. evlilik yıldönümümüzü, bir hafta boyunca '6. hastalık' diye bir virüs sebebiyle ishal, ateş ve kusmaya yenik düşen oğlumuzun kakalarını üstümüzden, kusmuklarını evin her yerinden temizleyerek kutladık! Aşk nedir bilir misin Sebastian? Aşk, uykusuzluktan delirmek üzereyken, sabahın 3ünde yerleri Cloroxlu bezlerle dezenfekte etmeye çalışırken ve yorgunluktan ağlamak isterken birbirine bakıp kahkahalarla gülebilmektir haline :) Aşk, romantik mum ışığında yemekler, gül buketleri, canım cicim ayları bittikten sonra, çok sonra bile hayatı paylaşabilmektir. Her sorumluluğuyla, her zorluğuyla.

Aşk, evlilik ve romantizm üzerine düşününce aklıma şu güzel yazı geldi. Tek kelimeyle harika yazılmış!!

Sonra, sonra.. Bebeklerimin ikisinin de doğumları dahil bu kadar çok yorulmadığımı düşünürken ve bir yerlere yığılıvereceğim sanırken, çocuğum çok şükür iyileşti.. Uykusuzluğumuzu attık yavaş yavaş, normal düzenimize döndük.

Şimdi İstanbul'a, Türkiye'ye geri sayımımız başladı. sadece 11 gün sonra uçaktayız! :)

İşte böyle hayat.. Akıyor, biz farkında olsak da, olmasak da.. Evliliğimiz 6 yaşına bastı, inanılır gibi değil. Bana 10 sene önce şimdiyi anlatsalar, 'uzak bir ülkede, uzak bir şehirde iki çocuklu bir doktora öğrencisi olacaksın' deseler, kesinlikle inanamazdım! Bazen ben ne zaman büyüdüm, ne zaman iki çocuk annesi oldum, şaşırıp kalıyorum kendime. Hayatın akışı bizi hiç tahmin edemeyeceğimiz yerlere sürüklüyor işte böyle..

Bekle bizi İstanbul! 2 sene üzerine hasret gidermeye geliyoruz!





Thursday, July 10, 2014

Annem ve ben ve annem


'Bazen annem nerede bitiyor ve ben nerede başlıyorum, bilemiyorum...' - Maya Angelou


Bu sözü o kadar iyi anlıyorum ki.. Geçtiğimiz senelerde çok sevdiğim bir arkadaşım, 'Anneni tanıdıktan sonra sendeki güleryüzlülüğün, pozitifliğin ve sonsuz enerjinin nereden geldiğini çok daha iyi anladım' demişti... Sanırım hayatımda bana yapılan en güzel iltifatlardan biriydi. Her kız çocuğu, annesinin devamıdır, daha önce yazmıştım. Kabına sığamayan, hayatı her yönüyle, her saatinde, sonsuz bir enerjiyle yaşayan, hala gerektiğinde haftada 6 gün çalışan, işkolik, geceleri uyuyamayıp saatlerce kitap okuyan, tam bir 'tour de force' bir annem var. Böyle kadınların kızları bilirler, annelerinin enerjisinin nasıl bulaşıcı, ilham verici olduğunu.. Annelerimiz nerede bitiyor, biz nerede başlıyoruz, bilemeyiz biz.. Hem annemizin devamı, hem onun şimdisi ve geleceğiyiz. Kızımız olursa eğer, o enerjiyi ve yaşam sevincini ona aktarıp, sonsuza kadar uzanan bir zincir oluştururuz..

Tam da bu yüzden, geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz Maya Angelou'nun, annesi Vivian Baxter ile olan değişken ve çok ilginç ilişkisini anlattığı özyaşamsal kitabi 'Annem ve Ben ve Annem'i bir solukta, ilgiyle okudum. Onun da annesi benim annem gibi yaşama dört elle sarılan, arı gibi çalışkan, muhteşem bir yaşam enerjisi saçan bir kadınmış. Gerçi henüz çok küçükken Maya ve kardeşini, mutsuz bir ortamda büyümesinler diye babaannelerinin yanına göndermiş, ama bu onun kötü bir anne olduğu anlamına gelmiyor bence. Kitap boyunca Angelou'nun annesini zamanla ne kadar daha yakından tanıdığına ve sevdiğine, anne sevgisi ve desteğiyle nasıl büyüyüp geliştiğine tanık oluyoruz. Ve annelerin evrensel, karşılıksız, sonsuz sevgisi bir kez daha gözlerimizi yaşartıyor.





'One morning as I was leaving, the director said I didn't have to leave the set anymore. What happened? Why did they change their ways of treating me? I came to the realization that it was because I had a mother. My mother spoke highly of me, and to me. But more important, whether they met her or simply heard about her, she was there with me. She had my back, supported me. This is the role of the mother, and in that visit I really saw clearly, and for the first time, why a mother is really important. Not just because she feeds and also loves and cuddles and even mollycoddles a child, but because in an interesting and maybe an eerie and unworldly way, she stands in the gap. She stands between the unknown and the known. In Stockholm, my mother shed her protective love down around me and without knowing why people sensed that I had value.'


Maya Angelou


Tuesday, July 1, 2014

Yabancı ve Yazgı: Camus'dan Demirkubuz'a


'Aujourd'hui Maman est morte.'

Yabancı. Hem kendine, hem hayata yabancı bir adam. Ça m'est egal (Benim için farketmez) felsefesinin içine sığınıp hayatla kendisi arasına kocaman bir duvar örmüş, arkasına gizlenmiş, kayıp bir ruh. Varlık ve yokluk arasında hiç bir fark görmemek. Varoluşçuluğun anlam ve anlamsızlıkları.



Sahilde, güneşin ışıkları, sıcağı rahatsız etti diye bir Arap'ı öldüren yabancı.. Cinayetin, suçun anlamsızlığı, insan davranışlarınının arkasında yatan nedenlerin saçmalığı, herhangi bir kurala uymaması. Suç ve ceza. Cezanın kesinliğinin, insan algılarını, duyularını keskinleştirmesi. Hayattan uzaklaştıkça hayatı daha çok hisseden, uyuşukluğu geçmeye başlayan yabancı.





Ve Camus'nun Meursault'sundan Demirkubuz'un Musa'sına geçiş. Müthiş bir umursamazlık. İnsanı delirtecek derecede hayata karşı kayıtsızlık. Türk toplumu içinde rastlayamayacağımız kadar gerçeküstü bir 'benim için farketmez' adamı. Mutsuz aileler, yine bir anda işleniveren suçlar. Soğukkanlılıkla, sanki nefes alır gibi. Su içer gibi.

İnsanın hiç bir zaman anlamlandırılamayacak, tanımlanamayacak, karmakarışık ruhu.




Saturday, June 28, 2014

Tiffany'de kahvaltı - Truman Capote



“Good luck and believe me, dearest Doc - it's better to look at the sky than live there. Such an empty place; so vague. Just a country where the thunder goes and things disappear.” 

Truman Capote, Breakfast at Tiffany's


Çok akıcı ama müthiş derin!! Chicago Türk Edebiyat Kulübü'müzün bu ayki kitabı, bu uzun hikaye/kısa romandı. Daha önce neden Capote okumamışım dedirtecek kadar çok sevdim. Capote'un insanları gözlemleme yeteneğine, İngilizce'yi kullanışına ve betimlemelerinin gücüne, yazımının çok akıcı ama müthiş derin üslubuna hayran kaldım. Capote'yi okumak, her bir yudumun ayrı ayrı tadına vararak ağzında demlendirdiğin güzel bir içki içmek gibi. İngilizce'yi bu kadar güzel, bu kadar akıcı kullanan, böylesine derinden etkileyen cümleler yazan bir yazarla pek karşılaşmamıştım.

Kitaptaki diğer hikayeler de beni çok etkiledi. Edebiyatta gözlerimden yaşlar getirebilen çok az roman/hikaye vardır. 'A Christmas Memory' (Bir Noel hikayesi) de onlardan biri. Araştırıp internetten buldum, şurada okuyabilirsiniz.

Okuduğum ilk Capote idi. Ama kesinlikle son olmayacak. Bundan sonra listemde ilk sırada In Cold Blood var.

Bu yazı da edebiyat kulübümüzün bu kitabı tartıştığı akşamın,  sevgili Fishingtilda'nın kaleminden anlatılması. Her zamanki gibi unutulmaz bir akşamdı! :)



Saturday, June 21, 2014

Bir yaz akşamında...


Elimde çay bardağım, yanımda sen, dışarıda gökten boşalan yağmuru izlemek.
Sokak lambasının ışığına gözlerimizin dalması. Işığın etrafından bir sel gibi akan yağmur damlaları.
Lamba, ışık ve yağmurun hatırlattığı bu dünyanın en güzel aşk filmini yeniden izlemek istemek.
Hüzünlü, sessiz yaz akşamında, yağmurun içinde kaybolmak istemek.
Yavaş yavaş çöken akşamla, karanlığa gömülen dünya.

Yaz akşamlarının, yaz fırtınalarının hayatı sorgulatması nedendir?



Tuesday, June 17, 2014

Doktoranın en son safhası

Stresten artık durup durup ağlamak istemek. Kafanızı duvara çarpmış gibi ambole olmuş bir halde dolanmak. Tezin artık rüyalarınıza dahi girmesi. Gece gündüz tez solumak.


Friday, June 13, 2014

Babalar günü 2014





Ben,

Seninle gecenin karanlığında uyanıp geri uyuyamadığımızda fısıltıyla ilkokul, ortaokul anılarımızı hatırlayıp paylaşmayı sevdim.

Kızımızla birlikte masmavi gökte uçurtma uçururken duyduğun çocuksu heyecanı sevdim.

Oğlumuzu omzunda dolaştırırken sırtını sevgiyle sıvazlayan ellerini sevdim.

Günün en son çayını birlikte içerken yorgunluğumun uçup gitmesini,

Akşamları ben kitap okurken yanımda oturduğunda hissettiğim derin güven ve huzuru,

Evimizin sessiz ritmini, bir saat gibi tıkır tıkır işleyişini,

Gözünün içine baktığımda bana sevgiyle geri dönen bakışlarını sevdim.

Düşlerimizi paylaşmayı, hayatı paylaşmayı, mutluluğu paylaşmayı, büyütmeyi sevdim.

Çocuklarımın babası,

Ben seni gün geçtikçe daha çok sevdim.






Moonshine
Haziran 2014










Sunday, June 8, 2014

Way to blue



Way to blue



Bir kadının yüreği çizildiğinde,
Kanadı kırılır bir serçe kuşunun,
Gökyüzü ikiye ayrılır orta yerinden,
yırtık bir paçavra gibi
Boşaltıverir gözyaşlarını..

Bir kadının yüreği çizildiğinde,
Bir gül, döküverir yapraklarını..
Bir ıslık sesi çıkararak kuvvetlenir rüzgar,
Yapraklar iç çeker ağaçlarda, her bir ağızdan, usulca..

Bir kadının yüreği çizildiğinde,
Bir damla kan, bir damla gözyaşına karışır.
Kopuverir bir kemanın gergin teli,
Bir taş düşer bir kuyuya, uzaklarda bir yerde.

Bir kadının yüreği çizildiğinde,
Küsüverir güneş dünyaya
Ve saklanıverir bir bulutun ardına.

Yüreği çizilirse bir kadının,
Laciverte keser akşam,
Bir yerlerde bir kaya çatırdar, tam orta yerinden.
Kıyıya vurdukları yerde,
Ölüverir dalgalar.

Ve bir daha hiç bir şey,
Eskisi gibi olmaz.






8 Haziran 2014






(Resim: Modigliani - Siyah Kravatlı Kadın)



Tuesday, May 27, 2014

Özlemek


Hani özlem acıtır diye yazmıştım, bir zamanlar.. İşte o özlem, yıllar geçtikçe azalmıyor. Alışılmıyor da. Hep acıtıyor, acıtmaya devam ediyor. Bir yanım hep eksik, mutluluğum hep yarım.

Skypeta giderilmeye çalışılan hasret.... Bir ekranda sevgiye dokunabilir misiniz?

Niyeyse bugün hasretle kaplandı kalbim. Çok, çok özledim. Dokunmayı, sarılmayı özledim canlarıma. Mis gibi kokusunu özledim annemin.

Küçük bir çocuktan farksız, kalakalıyorum bazen, hayat karşısında.






Tuesday, May 20, 2014

Su






Gelse yağmur..
Bir yazı yazsam.
Sussak, konuşmasak.
Bir yudum alsam hayattan.
Hüznün gözlerinin içine baksam.
Islanmış çakıltaşları gibi parlasa gözbebeklerim
Gözyaşlarında yıkanınca
Aksa içimden yılların tortusu, zamanın pası, kiri,
Şelalelerin ortasına dalsak,
Sessiz göllerin üstünde
Sekerek yürüsek
Sukuşları gibi.
Derelerde yıkasak ruhumuzu,
Her yanımızdan damlasa şıpır şıpır,
Biriktirdiğimiz, yüreklere dolmuş tüm acılarımız.
Kederleri sulara bıraksak.


Gelse yağmur..
Islansak.
Bir şiir yazsam,
Sussak...





20 Mayıs 2014






Thursday, May 15, 2014

Soma için.


'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim', dedin 
'bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet. 
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya; 
-bir ceset gibi- gömülü kalbim. 
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede? 
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, 
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün, 
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.' 


Konstantin Kavafis



Her gün kızımı okula bırakırken ve aldıktan sonra Calvary Cemetery'nin önünden geçiyoruz.. Bir keresinde kızım, 'Aaa anne bak, park!' dedi. 'Hayır kızım, orası mezarlık' diye cevap verdim. 'O ne?' dedi, 'İnsanlar bu dünyadan gittiğinde oraya giderler bir tanem..' dedim. 'Öyle mi..' dedi, sustu..

Şimdi ben, babalarını kaybeden o çocukların annelerinin onlara ölümü nasıl anlatacağını düşünüyorum.. Yutkunamıyorum.. Nefes alamıyorum..

İki gündür, baktığım her yer karanlık.. Facebook'ta bir şeyler paylaşıyor, sonra hemen siliyorum.. Her paylaştığım şey, vicdanımı rahatlatmak için yapılmış yüzeysel bir 'hassasiyet gösterisi' gibi geliyor bir süre sonra.. Sahte, yapay.. 'Bakın ne kadar da üzülüyorum' demek ister gibi, başkalarıyla üzüntümü yarıştırır gibi bir gösteri hali. Soma'yla ilgili konuşunca, oraya para gönderince kendi vicdanımızı rahatlatacağız, 'elimizden geleni yaptık' diyeceğiz sanki. Peki ya o giden yaşamlar? 'Şehit oldular' deyince kutsal anlamlar mı kazanıyor anlamsız ölümler?

Susmak, kapatmak istiyorum kendimi, aklımı. Onu da beceremiyorum. Bir şekilde içimde büyüyen acı ve öfkeyi paylaşmam lazım, paylaşmazsam delireceğim gibi geliyor.

Yapabileceğim tek şey yazmak şu anda. Hiç kimseye yararı dokunamayacak, ancak şu hissettiklerimi kayıt altına almaya yarayacak bu yazıyı yazıyorum. Kendime not olsun diye. Dönüp okuyayım, hatırlayayım diye. Hani en büyük derdimin 'Iphone 5 mi alsam, Samsung S5 mi?' diye düşünmek olduğu, beni kendimden utandıran o anlarda. Özellikle o anlarda.

İki gündür, nereye baksam karanlık. Baharda coşmuş, pembe çiçekleri bütün dallarını kaplamış bir ağaca boş boş bakıyorum. Neşesi bana haksızlık gibi geliyor. Çünkü ben nereye baksam, ölümü görüyorum.

Kızımı almaya gittiğim okulda çocuklar melekler kadar saf ve naif, bahçede oynuyor, çığlıklar atıyorlar.. Kızıma uzaktan bakıyorum. Gülümseyerek kum havuzunda oynuyor. Bizden okyanuslar uzaklığında bir ülkede, annesinin anavatanında kendi gibi yüzlerce çocuğun bir gecede babasız kaldığını bilmeden.. 11 senedir uzağında kaldığım, yüreğimin bir kısmını bıraktığım o ülkede.. Her gittiğimde biraz daha yabancılaştığımı hissettiğim, artık bıraktığım yer olmayan o ülkede. İnsanların gözümün içine bakıp 'Ne zaman dönüyorsunuz?' diye sorduğunda, yargılayıcı bakışlarından kaçırmaya çalışarak gözlerimi, 'Şimdilik bilmiyoruz' diye cevap verdiğim yıllarca.. Ve yıllardan beri ilk kez, içim kan ağlayarak hiç dönemeyebileceğimi farkettiren, hep deliler gibi özlediğim, o yalnız ve güzel ülkede. Anavatanımda.

Anavatanımdan binlerce kilometre uzaktayım ya, bir şey yazsam, söylesem, 'Yorum yapmaya hakkım yok'. Benim 'tuzum kuru' nasılsa, yurtdışında yaşıyorum, ülkemi terketmişim, kaçıp kendimi kurtarmışım, uzaktan maval okumak kolaymış, kolaysa gel burada yaşa ve savaş diyorlar, suçlayan gözler, sözlerle. Bilmiyorlar ki ben uzakta olmanın bedelini sevdiklerimden uzak kaldığım her gün ödüyorum. Ve uzaktan, çok uzaktan seyretmeye mahkum olduğum her felakette.

'Oradan nasıl görünüyor gerçekler bilmiyorum ama...' diye başlıyor bana yöneltilen sorular. Yine suçlayıcı, yine yargılayıcı tavırlar.

'Uzaklardan konuşmaya hakkım yok' benim.. Susuyorum.

Nereye baksam ölümü görüyorum. Derin nefesler almak haram. Yutkunmak haram. Ne söylesem boş, ne yazsam anlamsız geliyor.

İçim kapkara, düşüncelerim, yüreğim. Rüzgar o uzaktaki özlediğim ülkeden, kapkara efkar bulutları getiriyor, yüreğimin içine doğru üflüyor. İçimin boşlukları üşüyor. Söyleyeceğim, yazacağım bütün kelimeler, gelip boğazıma, orada tıkanıp kalıyor.





Monday, May 12, 2014

Kış, bahar, depresyon, mutluluk, hayat..




Genel olarak mutlu, neşeli bir insanım sanırım. Olumluya odaklanan, olumsuz düşünmeyi hiç sevmeyen ve öyle insanlardan uzak kalmak isteyen, mümkün olduğunca şikayet etmeyen, ve bana verilen nimetlere hep ama hep şükreden.. Şükretmenin hayatımda yeri çok büyük ve galiba mutluluğuma en çok katkısı olan da o.

Ama..

Herkesin iniş çıkışları olur hayatında. Hayatımda depresyona, yani o insanın içini sıkan, yaşamdan soğutan, hatta yaşamın anlamını sorgulatan karanlık duyguya en yakın olduğum zamanlar, bebeklerimi doğurduktan hemen sonraki günlerdi. Hormonların iniş çıkışı, etkisi yadsınamaz tabii, ama bunun üstüne bir de iki bebeğimde de doğumdan hemen sonraki günler kış mevsiminin en ağır geçtiği zamanlara tesadüf etti. Hem Ocak 2011de, hem de Aralık 2013te hastaneden çıkıp eve geldiğimizde günler kısacık, hava buz gibiydi, güneş yüzünü göstermiyordu bir türlü. Minicik bebeğimle o havada evden çıkmak tahayyül bile edilemezdi.

Özellikle ikinci bebeğimde annemlerin geleceği zamanı bebeğin tahmini doğum tarihinden 2-3 gün öncesine göre hesaplamıştık. Okyanus ötesi uçuşlarda böyle hesapları aylar öncesinden yapmak çok güç oluyor. Oğlum 2 hafta kadar erken gelmeye karar verince evdeki hesap çarşıya uymadı. Allahtan eşimin ablası Chicago'da yaşıyor. Kızımızı bir kaç günlüğüne ona emanet edip gittik hastaneye. Ama hastaneden döndüğümüzde evde kızımda olduğu gibi annem, babam, kayınvalidem yoktu. Oğlumuzla ilk 10 günümüzü dört başımıza geçirdik.

Yorgunluk ve uykusuzluktan zaten gerçekdışı geçen o günlerde, bir de üstüne hasta olmuştum. Kıh kıh öksürüyordum, burnum akıyor, gündüzleri bile elim ayağım buz kesiyordu, yorganların altına girip uyumak istiyordum.

O karanlık kış günlerinde, özellikle eşim kızımızı almaya okuluna gittiğinde ve evde bebekle bir başıma kaldığımda, gün hemencecik biter ve 4-4 buçuk gibi akşam çökerdi. İçime bir karanlık dolardı o zaman, gözlerime ise yaşlar.. Lohusalığın o garip, gerçeküstü halinde, hormonal dalgalanmalarının tavan yaptığı o günlerde hüngür hüngür ağlamak bana çok normal bir hal gibi gelirdi. Kızım okuldan eve geldiğinde onu öpüp koklamak, sarılmak yerine, gözyaşlarımı ve ağladığımı görmesin diye ondan kaçmaya çalışırdım. Bir yandan da kafamın içinde sürekli kendimi suçluyor, 'Kızım eve yeni gelen bebek yüzünden mutsuz oldum ağlıyorum sanacak, onu bununla özdeşleştirecek' ve 'Böyle hissetmem için hiç bir neden yok, iki tane sağlıklı çocuğum var, niye şımarıklık yapıp ağlayıp sızlıyorum ki?' diye sürekli kendime kızıyordum.

İnsanın sürekli kendine kızıp kendini suçlamasının ruhuna ne denli büyük bir zarar verdiğini o günlerde anladım. Lohusa bir kadının insan temasına, desteğe, yardıma ve sevgiye ne kadar aç olduğunu da.. Asla yalnız başına bırakılmaması gerektiğini de..

Her zamanki aşkım olan edebiyata, okumaya ve yazmaya sığındım. Kindle'ıma güzel romanlar yükledim, bebeğimi emzirirken onları okudum. Vücudum dört duvar arasında hapisti ama aklım kaçabiliyordu böylece bulunduğum yerden çok uzaklara.. Blog'uma ve kendi günlüğüme yazılar yazdım. Edebiyat kulübümüzün dergisinin ilk sayısına yazdığım 'Winter' yazısını işte böyle bir ruh hali içinde yazdım.

Yine de tabii ki şanslıydım, en azından evden çalışan,gün içinde yanımda olan, her anlamda bana destek olan, ağladığımda bunun normal olduğunu ve geçeceğini sürekli tekrarlayan kocam vardı yanımda.. Gülüşüyle dünyamı aydınlatan kızım vardı. Tanıdığımız Türk bir arkadaşım o günlerde gelip yardım etti biraz bize, evi çekip çevirdi, mutfağa girip bir kaç tencere yemek ve bana sütlü tatlılar yaptı, arada meyve soyup tabağa koyup getirdi.. Ruhuma çok iyi geldi onun varlığı. Hem kadın olduğu ve beni çok iyi anladığı için, hem de anadilimi konuşup bana memleketimin ve anneannem ve babaannemin yemeklerinden yaptığı için.. İnsan sıcaklığı, varlığı, benimle konuşması, mutfakta devinmesi, evde bizden başka birinin olması bile huzur verdi ve çok iyi geldi bana. Doğumdan sonraki 10. günün akşamı annem ve babam, onlardan 1 ay sonra da kayınvalidem Chicago'ya vardı çok şükür.

Böyle şanslı olmayan, doğumdan sonra yalnız, desteksiz, bir başına kalan nice kadını düşündüm, içim titredi.

Kış sonunda bitti, ne kıştı ama.. 10 senedir Chicago'da gördüğüm en ağır kış. Bahar geldi sonunda. İçimize güneş açtı, günışığı mutluluk verdi bize. Dışarı çıkıp yürüyebilmeye başlayınca, derin nefesler alıp havayı içime çekmeye başlayınca kışın ağırlığı kalktı omuzlarımdan. Günışığının ve evden dışarıya çıkabilmenin insan ruhuna ne denli iyi geldiğini bir kez daha anladım.

Ve her kışın ardından eninde sonunda gelen bahara şükrettim.



Monday, May 5, 2014

Bugünlerden






Ne kalsın istiyorum aklımda?

İkinci bebekte çok daha bilinçli oluyor insan.. Zamanın ne çabuk geçtiğini bebeğin nasıl minyatür bir insana dönüşüverdiğini, bugünlerin ne çabuk elinden kayıp gidiverdiğini çok daha iyi anlıyor..

O yüzden, durdum ve düşündüm.. Bugünler bir rüya dokusuna kavuşup çok geride kaldığında, neleri tutmak isteyeceğim aklımda? Zamanın eleğinden kum taneleri gibi akıp giderken dakikalar, saatler, günler, orada bana kalmasını isteyeceğim bir kaç altın değerinde, mücevher değerindeki anlar hangileri?

Kucağımda hissettiğim sıcaklığını anımsayayım mesela, küçük bebek vücudunu tutmanın ne denli mucizevi bir şey olduğunu..

Yastığın üzerinde duran sapsarı saçlı bebek kafanın mükemmel yuvarlaklığını ve şeklini..

Göğsüme yasladığın minicik elini orada tutarak tenimi hissetmeni..

Ait olduğun yerde, yanımda, kucağımda, güven ve huzur içinde benden beslenişini..

Dünyanın en ciddi işini yapıyormuşçasına, azimle ve ısrarla süt içmeni..

Karnın doyduktan sonra pelte gibi yumuşacık oluşunu, kollarımın arasına bedenini rahat ve mutlu, bırakmanı..

Pürüzsüz teninin gerçeküstü yumuşaklığını..

Uykudan yeni uyandığında teninden yükselen buğuyu, sıcacık, yeni pişmiş ekmek ısısını.

Cennet bahçesi kokunu en çok.

Aklımda tutmak, aklıma kazımak istiyorum. Yıllar sonra bugünleri düşündüğümde bu imgelerin, seslerin, kokuların, hislerin bana geri gelebilmesini istiyorum.








Beyaz Kale


'Geceleri vaktimizin çoğunu beklemekle geçirirdik, rüzgarın ya da karın dinmesini bekliyorduk, geç vakit bozacının son defa geçmesini, sobaya odun atmak için ateşin küllenmesini bekliyorduk. Haliç'in karşı kıyısındaki son titrek lambanın sönmesini ve bir türlü gelmeyen uykumuzun gelmesini ve sabah ezanını bekliyorduk.' - Orhan Pamuk, Beyaz Kale

Orhan Pamuk okurken İstanbul'u deli gibi özlüyorum. Kardeşimi, çocukluğumu, anne babamı, herşeyi ve herkesi çok, çok özlüyorum :( Yıllar önce üniversitemde bir ders için okuduğum bu güzel Pamuk romanını tekrar okurken bunu yeniden hatırladım. İstanbul'un tarihi dokusunu, yaşamları, sokakları, hüznünü çok güzel betimliyor Pamuk. Hele de bu arkaplan, bir Doğu-Batı birleşmesi, iki insanın derin iletişimi ve sonunda birbirlerine dönüşmesiyle birleşince ortaya enfes bir öykü çıkıyor. Bir solukta okunan, insanda derin izler bırakan, klasik bir Pamuk romanı. İşte bu yüzden eski romanlarını yenilerinden daha çok seviyorum. Çünkü bu 80ler ve 90larda yazdığı romanlarında, Pamuk'un eşsiz üslubunun en çok ortaya çıktığını düşünüyorum. 

Chicago Türk Edebiyat Kulübümüz bu ayın okuması olarak iyi ki bu güzel romanı seçmiş ve ben de iyi ki yıllar sonra bu güzel hikayeyi tekrar anımsamışım.. Perşembe günkü buluşmamızda bu hikayeyi konuşup tartışmayı iple çekiyorum.









Friday, April 25, 2014

Sabahattin Ali - Yeni Dünya




'Kendi kendime: 'Ne yapabilirdim? Elimden ne gelirdi? Ben kimim ki?' diyor, fakat yine kendim: Hiç olmazsa kaçmazdın.. Hiç olmazsa dinlerdin. Kim olursan ol.. Dünyada kendisi için hiç bir şeyi olmayan bir insanın bile başkalarına yardım edecek bir şeyi vardır...Hiç olmazsa bir tek sözü...' diye cevap veriyordum.'

Sabahattin Ali, 'Isıtmak için', Yeni Dünya





Sabahattin Ali'nin bir su gibi akan, ve daha önce Kürk Mantolu Madonna'da da söylediğim gibi sıcak bir kanyak gibi insanın yüreğinin derinliklerine işleyen tarzını çok seviyorum. Hikayelerini de büyük bir ilgiyle okudum, içime işledi her biri, damla damla birikti içimde etkileri. Anadolu'yu, taşrayı o kadar güzel anlatıyor, kelimelerle öyle büyüleyici resimler çiziyor ki, sanki oradaymışçasına o sesleri, o kokuları duyuyorsunuz okudukça. Anlattığı insan hikayeleri, acıtıcı güçlerini gerçeğe bu denli yakın olmalarından alıyor. An an, kesit kesit, ülkemin insanlarının yaşamlarına tanık oluyorum okudukça. Şimdilik uzağında kaldığım o coğrafyanın bana biraz daha yaklaştığını hissediyorum her satırda. İnsan ruhunun derinliklerine nüfuz etmeyi, ruh hallerini inanılmaz bir gerçekçilikle tasvir etmeyi başarıyor Sabahattin Ali. İşte bu yüzden bence Türk edebiyatında eşine az rastlanan türde bir yazar.

Genç şaire mektuplar - Rainer Maria Rilke



“In the deepest hour of the night, confess to yourself that you would die if you were forbidden to write. And look deep into your heart where it spreads its roots, the answer, and ask yourself, must I write?” 


 Rainer Maria RilkeLetters to a Young Poet



Bir solukta okuduğum Rilke'nin genç şair Kappus'a 10 mektubunu, önümüzdeki seneler boyunca tekrar tekrar okuyacağıma eminim. Benimle aynı doğumgününü paylaşan bu Avusturyalı şaire çok büyük bir yakınlık duyuyorum. Saflığını, naifliğini, yazmaya olan inancını ve hayata dair iyimserliğini kendime çok yakın buluyorum. Sanki insanın zor zamanlarında düşeyazarken elini tutup sakin bir sesle ona destek olan, yürümesine devam etmesini sağlayan bir el gibi, bir eski dost gibi Rilke.. Okurken yüreğinize serin sular serpiliyor, rahatlıyor, sakinleşiyorsunuz. Yılların ötesinden gelen hayat dersleri, tavsiyeleri, özellikle sanat ve edebiyatla uğraşan, orijinal bir eser ortaya koymaya çalışan herkesin okuması gereken cinsten.. Yaratıcı sürece dair söyledikleri çok doğru, yazmanın, yaratmanın önemini vurguladığı her satır pek anlamlı.. Her yıl yeniden çıkarılıp okunması gereken bir kitap, bir cevher.. Bu güzellikle tanışmamı sağlayan Chicago Türk Edebiyat kulübünün benimle birlikte kurucu üyesi, sevgili Didem'e teşekkürü borç biliyorum!


Tuesday, April 22, 2014

Şükran


Hala uyku kokan çocuklarımın tenlerinden yükselen buğuyu, cennet kokusunu içime çekerek güne uyanmak.. Birinin ipek saçlarına, birinin tüy gibi, sarı-kızıl saçlarla kaplı bebek kafasına burnumu gömerek bu anın sonsuza uzamasını istemek..

Cennet bazen yeryüzünde, böyle sabahlardadır.




Monday, April 14, 2014

Gölgeyle ışığın buluştuğu yerde bir kadın: Vivian Maier



Elimde emektar Pentax K1000 fotoğraf makinem, Chicago sokaklarını arşınlarken hep hiç tanışamasam da kendimi çok yakın hissettiğim, eksantrik, değişik, esrarlı bir kadın.. Vivian Maier. Chicago History Museum'da fotoğrafları sergilendiğinde büyük bir mutlulukla gidip izlediğim, hikayesini ve hayatını internetten okuduğum, fotoğraf filmleri tab edildikçe Maloof koleksiyonunun internet blog'undan takip ettiğim.. Ama hayatı benim için bir bilmeceydi hala. 

Soğuk bir Nisan günü edebiyat kulübümüzün bir çok üyesiyle birlikte işte bu gölgelerle ışığın buluştuğu yerdeki kadını daha yakından tanımak için beyaz perdenin önündeydik. Uzun zamandır beni böylesine derinden etkileyen bir belgesel izlememiştim. 

Vivian, insanların ruhlarına çok yakından bakabilen, onları kısacık bir an içinde dahi olsa çok iyi tanıyabilen, derin bir kadın.. İyi bir fotoğrafçıda olması gereken o sezgi gücü var onda.. Işıkla gölgenin oyunlarını ustalıkla yakalayabilme ve hangi saniyede deklanşöre basacağını çok iyi kestirme yetisi.. Fotoğraflarında hayatın hiç bir ayrıntısını atlamayan, korkunç bir gözlem yeteneğine sahip, ama kendisi hep geri planda, gölgelerin arasında kalmayı tercih etmiş olan, esrarlı bir kadın.. Bu dünyadan geçerken kendince dünyaya izini bırakmak istemiş, ancak fotoğraf filmlerinin hiçbirini tab etmeyip onları büyük kutularda biriktirerek arkasında kocaman bir bilmece bırakmış, gizemli bir kadın.. 

Bu dünyadan bir Vivian geçti.. Hepimiz gibi, bu dünyada sahip olduğu kısıtlı süre içinde o da yüzlerce insanın hikayesine tanıklık etti. Bu hikayeleri fotoğrafın ölümsüz çizgilerinde, siyah,beyaz ve renkli karelerde sabitlemeyi seçti. Binlerce fotoğraf çekti, çoğu bir kaç yıl öncesine kadar hiç günyüzüne çıkarılmamış, ve çoğunun tab edilmiş halini kendisinin bile görmediği.

Beni en çok etkileyen ise, bu dünyadan göçtüğü 2009 yılına dek, yani ömrünün son yıllarında benim şimdi oturduğum, sokaklarını arşınladığım mahallede, Rogers Park'ta yaşamış olması. Sahilde bir bankta oturup bakışlarını göle, ufka çeviren, uzaklara dalmış gitmiş olan yaşlı kadınlardan biri olması.. Bir sene önce taşınsaydım bu mahalleye, Vivian'ı görebilirdim bu sokaklarda, sahilde. 

Her gün yanından yürüyüp geçtiğimiz o yaşlı kadınların her birinin, nasıl hikayeleri var kimbilir? Ne gizler taşıyor her biri yüreğinde? 

Sahilde o banka gidip oturup, Vivian'la konuşabilmek isterdim. Yaşamı boyunca biriktirdiği o anları, anıları, gözlerinde oynaşan ışığı ve gölgeyi görebilmek, duyabilmek isterdim. Yaşlı bir kadın öldüğünde onunla birlikte giden, yokolan bütün herşeyi, herşeyi ondan emanet almak, saklamak, yazmak isterdim..





Monday, March 31, 2014

Kendime not

İngilizce'nin Türkçe'ni istila etmesine izin verme. Aklına ilk gelen İngilizce kelimeyi hemen söyleyiverme. Türkçe karşılığını düşün, bul, öyle konuş. Herşeyden önce çocukların için. Onlara iyi bir örnek olmak için. Türkçe'yle olan bağını asla koparma, Türkçe oku ve yaz.

Türkçe'ni koru!!!



Tuesday, March 18, 2014

Portakal






Kalın kabuğu bıçağın keskin yanına biraz dayanıp sonra boyun eğiverip ayrılan portakal. Açınca içinden etrafa yayılan turunçgil buharı. Az sonra dilime değecek serinliğin habercisi gibi tatlı, güzel portakal kokusu. Beni çocukluğuma götüren, televizyon önünde ailece oturup meyve yediğimiz kış akşamlarını anımsatan.. Babam soyup uzatırdı portakal dilimlerini, her birinin içinde baba sevgisi saklıydı, o zaman daha mı tatlı gelirdi ne.. Çocukluğumun o masal gibi kış akşamlarında, bir yanımda annem, bir yanımda babam, az ötede yerde kardeşim otururken, portakal kokulu bir huzur sarardı hepimizi. Kabuklarından kesip harfler yapardı annem. Kelimeler oluştururdum onlarla. Portakal kokulu kelimeler.

Ne çok severim portakalı, ne kadar güzel bir meyvedir. Gösterişsiz, sade, ama yuvarlacık bedeninin içinde müthiş bir ferahlığı taşıyan, serinliği müjdeleyen, harika meyve. Yıllar sonra doğduğum şehirden çok uzak, başka bir şehirde, yine soğuk bir kış akşamında kokusuyla beni saran, o masal gibi akşamları bana geri getiren, hediye eden efsunlu meyve.



Saturday, March 8, 2014

Gravity - Alfonso Cuarón


Gerçekten muhteşem görsel güzellikte, hayalkırıklığına uğratmayan bir film.. Alfonso Cuarón'un yönetmen olarak beğenmediğim çok az filmi var zaten. Sanki Kubrick'in 2001'inden ilham almış, etkileyici bir 'uzay hikayesi'. Çok muhteşem oyunculuklar filan aramak yersiz, zaten Sandra Bullock da George Clooney de her zamanki hallerinde, çok çaba filan sarfetmelerine gerek olmayan rollerdeler. Bu yüzden oyunculukların Oscar almamasına şaşırmadım. Filmin asıl başarısı görselliği ve müzikleri kullanımında, insanı kendi dünyasından, küçük mutluluk ve endişelerinden biraz olsun çıkarmayı başaran havasında. Atmosferi (ya da atmosfer dışını mı deseydim, haha) çok iyi vermiş yönetmen. Bazen astronotların gözünden gördüğümüz o simsiyah, derin, korkunç uzay boşluğunun insanın içine verdiği ıssızlık duygusunu da. En son bu duyguyu şu dünya rekoru kıran Felix Baumgartner'in uzaydan dünyaya atlayışını izlediğimde hissetmiştim. Tabii o bir film değil gerçek bir video olduğu için beni ayrı etkilemişti. Bazı klasik Hollywoodvari sahnelerine rağmen Gravity'i gerçekten çok sevdim. Keşke sinemada izleseymişim diye de düşündüm.

Dünyamıza biraz dışından bakınca bile herşey ne kadar küçük, önemsiz, geçici görünüyor.. Guinness rekorlar kitabına 'uzay atlayışı' ile giren Felix Baumgartner'in dediği gibi: 'Sometimes you have to be up really high to understand how small you  are.' (Bazen, ne kadar küçük olduğunuzu anlamak için, çok yüksekte olmanız gerekir).


Monday, March 3, 2014

Capote (2005)


En son The Master'da izleyip tekrar hayran kaldığım, en sevdiğim oyunculardan biri olan ve benim için sinema dünyasında ayrı bir yeri olan Philip Seymour Hoffman'ı kaybettik geçen ay.. Ben de ne zamandır izlemek istediğim ve bir türlü fırsat bulup izleyemediğim bu filmi, bebeğim doğduğundan beri ilk defa oturup izleyebildim.

Sadece Philip Seymour Hoffman'ın muhteşem oyunculuğu için bile izlemeye değer bir filmmiş.. Benim gibi bir edebiyatsever için ise elzemmiş izlemek. Truman Capote ve Harper Lee gibi Amerikan yazarlarının gündelik hayatlarını görmek, onları daha yakından tanımak çok güzeldi. Truman Capote'nin yazdığı son roman olan 'In Cold Blood'ın yazılış sürecini gözlemlemek, bu kitabın neden yazarın son kitabı olduğunu anlamak da.. Yazarın katillerle olan ilişkisi, onların hikayesini kullanıp 'non-fiction novel' (kurgusal olmayan roman) diye yepyeni bir edebiyat janrı türetmesi, ve daha sonrasında onları adeta kullanıp başından atması, insan psikolojisinin ve ruhunun karanlık yüzüne bir bakıştı adeta..

Filmi izledikten sonra bir de 'In Cold Blood'u mutlaka okunacaklar listesine ekledim.

Elveda Philip Seymour Hoffmann.. Bundan sonra seni çok da uzun olmayan ömrüne sığdırdığın muhteşem performanslarla, rol yeteneğinle anımsayacak ve anacağız..







Thursday, February 20, 2014

Bebeğim ve ben




'Ne güzel, bebeğinin bol bol tadını çıkar' dedi.. 'Keyfini çıkar bu zamanlarının, tatlılığının' dedi.

O, başka bir kuşağa aitti.. Bebeğinin tadını çıkarmak, oturup onunla oynamak, uzun uzun koklayıp öpmek, bol bol fotoğraflarını çekmek gibi bir lüksü yoktu. Her şeyi çabucak, pratikçe yapmak zorundaydı. Sabah gözlerini açtığı andan gece başını yastığa koyduğu ana kadar koşturmak, çalışmak, didinmek zorundaydı. Çocuklarının tadını çıkaramadı, onlar büyürken bebekliklerinin, çocukluklarının keyfini süremedi. Nasıl büyüdüler göremedi bile. İkinci çocuğunu 20 günlükken bakıcıya bırakıp işe gitmek zorundaydı. Ekmek parası için çalışmak, çabalamak, didinmek, eve gelince bir de evinin işlerini tam ve mükemmel olarak yapmak zorundaydı. O öyle bir kuşağa aitti çünkü. Oturup bir kahve içme, kendi için bir şey yapma, durup soluklanma, ruhunu dinlendirme lüksü yoktu.

Bense daha rahat, mutlu, keyifli bir annelik geçiriyorum. Bebeğime kitaplar okuyor, tombiş el ve ayaklarını öpüp kokluyor, uzun uzun emziriyor, keyifle gerinmesini izliyorum. Ben daha farklı bir anneyim. Evimin biraz tozlanması, herşeyin mum gibi olmaması, her yerin mükemmel temiz olmaması beni çok da rahatsız etmiyor. Bebeğime odaklanıp, onunla vakit geçirmeyi herşeye tercih ediyorum. İyi mi, kötü mü, hangi nesil daha doğru yapıyor, bilmiyorum.

20 günlük bebeğini bırakıp giderken içi ne denli acımıştır, işte şimdi anlıyorum ama.. Ve geçmişin sisleri arasına dalıp, o zamana dönüp o 28 yaşındaki genç kadına sarılmak, sarılmak istiyorum. Ona 'her şey güzel olacak, çocukların onları çok sevdiğini hep bilecekler, oturup onlarla oyun oynayamasan da..' demek istiyorum.


Doğruymuş dedikleri: İnsan en çok, anne olunca anlarmış kendi annesini..



Monday, February 10, 2014

Chicago Türk Edebiyat Kulübü


Gerçekten çok mutlu ve gururluyum. 2013 Şubat'ında kurduğumuz Chicago Türk Edebiyat Kulübü olarak ilk yayınımızı bu hafta çıkardık. Artık yılda 4 kez olmak üzere hem Türkçe, hem de İngilizce yazılar içeren bir "edebiyat ve sanat dergisi" yayınlıyoruz. İlk sayımız olan Kış 2014 işte şurada:


Bu da blog'umuz:



Hayatımdaki güzelliklere bir yenisini ekleyen bu muhteşem kadınların her birine ayrı ayrı teşekkür ediyorum buradan.

Friday, January 24, 2014

Durup dururken

Birdenbire aklıma şu şarkının gelivermesi.. Kaç senedir dinlemediğim, benim için çok da anlamı olmayan, çok da bilmediğim bir şarkıcının söylediği bir şarkı olmasına rağmen nereden gelir aklıma mesela? Öğle uykusuna yatmışken aklıma bu şarkıyla birlikte gençliğimin yağmurlu İstanbul sokaklarının gelmesi, İstanbul'da sonbaharı yaşamayalı tam 10 sene olduğunu farketmek, gençliğimin Kadıköy'ünün sokaklarının kendine has kokusu ve havasını çok, çok, çok özlemek.

Nostalji ve melankoli, eski, kadim dostlarım benim.




Thursday, January 23, 2014

2014



Yeni bir yıla kar fırtınalarının, soğuğun içinde girdik.. Oğluşum 1 buçuk aylık oldu, evin içinde devinip duruyoruz, dışarıda donmuş, beyaz, buz gibi bir dünya var.. Bu kışı eksi yirmilere varan soğuklarıyla, kar fırtınalarıyla hatırlayacağım.

Çok fazla yazmak gelmiyor bugünden içimlerde, bilmem niye.. Sessiz sakin, huzurlu, bebeğimle başbaşa günler geçiriyorum. Doğum sonrası yorgunluğu, uykusuzluğu, ruh gelgitleri biraz azaldı çok şükür, kırkımız çıktı.. Oğlumu tanımaya çalışıyor, onunla bağlar kuruyor, ablasının da ne büyük bir hızla büyüyor olduğunu şaşkınlıkla izliyorum.

Hayat, biz pencereden bakarken caddeden hızla geçen arabalar gibi önümden geçip gidiveriyor şu sıralar.. Tatlı bir uyuşukluk içinde, mayhoş, dingin, durgunum.