Tuesday, April 28, 2015

Yaşamın anlamı

Yazdığım yazılar ve çektiğim fotoğraflar birilerinin gerçekten ruhuna dokunabildiyse eğer, paylaşılmaya değer bulunduysa, o kısacık, sihirli anlarda hayatın anlamına bir adım daha yaklaştığımı hissediyorum.


Friday, April 17, 2015

Nisan sabahı




Bu sabah mutluluk, 18-19Clik şurup gibi bir havada, ayağımın altında çimenler, önümde alabildiğine uzanan Michigan gölü, kalbimde sınırsız bir sevgi ile yarım saat boyunca yoga yapmak, temiz göl havasını içime çekmek, yoga sonunda savasana pozisyonunda yatarken kuş seslerini dinleyerek yaşadığıma, bu anı, bugünü yaşayabildiğime şükretmekti. 

Sunday, April 12, 2015

Nisan sarhoşu




'April is the cruelest month
Breeding lilacs out of the dead land,
Mixing memory and desire,
Stirring dull roots with spring rain.'


- TS Eliot


Açtım gözlerimi baharın mavi gökyüzüne, kışın buz mavisi gökyüzüne inat sıcacık bir maviyle parlayan sonsuzluğuna.

Sen başka bir şehrin sokaklarında yürürken, ben bu şehirde derin nefesler alarak içtim baharı.. Uzandım yaşam ve varolmanın coşkusuyla fışkıran yemyeşil çimenlerin üzerine. Susamış gibi kana kana içtim ılık Nisan güneşini.

Nisan sarhoşuyum. Günışığı dolmuş ruhuma, dönüyor başım. Mor çiçekler, bir deli nefes boyunca süregidiyor içimde. Mor çiçeklerin kokusu bulaşıyor üzerime. Bu kadar güzellik de fazla mı geliyor yüreğime ne.. Sarsılıyorum.

Nisan, ılık yağmurlarıyla yıkayıp ruhumu, sonra tir tir titreyen küçük bedenimi ısıtıyor güneşiyle.

Nisan, sen ne güzel, ne deli, ne zalim bir aysın.

Erik Satie dinleyesim var.

Oturup şiir yazasım var.

Kendimi atıp sokaklara, saatlerce yürüyesim var.

Bir Nisan akşamında, bir göl kıyısı şehrinde, mor çiçeklerin şarkısını söyleyesim var.



'Imkansız şey
şiir yazmak
aşıksan eğer;
ve yazmamak,
aylardan nisansa.' - 
Orhan Veli


Tuesday, April 7, 2015

Still Alice - Lisa Genova




Still Alice, bir beyin uzmanı olan Lisa Genova'nın uzun araştırmalar sonucunda yazdığı, Alzheimer hastalığını hastanın kendi gözünden anlatan müthiş akıcı, bir o kadar can acıtıcı ve etkileyici romanı. Yakın zamanda Julianne Moore'un en iyi kadın oyuncu ödülünü almasıyla ünlü olan filmini henüz izlemedim, ama kitabı soluksuz, iki günde okudum. Hem dedemi, hem babaannemi Alzheimer hastalığından kaybetmiş biri olarak beni çok derinden vurdu bu roman. Harvard Üniversitesi'nde profesör olan 50 yaşında erken Alzheimer tanısı konan Alice Howland'ın hikayesini okurken, gittikçe korkunçlaşan bir sürece biz okurlar olarak müdahil oluyor, bu süreci onunla birlikte yaşıyoruz. Bildiği ve alışkın olduğu hayatı ellerinin arasından kayıp giderken, Alice'in hikayesi öylesine üzücü, ama öylesine de sürükleyici ki, sanki bakmak istemeyip de bakışlarınızı uzaklaştıramadığınız bir kazaya tanık olur gibi hızlı hızlı okuyorsunuz. Belki çok edebi tasvirleri olan, çok eşsizce yazılmış bir kitap değil, ama insanı derinden vuruyor.

Okuduktan sonra uzun bir süre aklımdan çıkmayan, beni derinden etkileyen bu roman (ve daha sonra çekilen filmi) sayesinde Alzheimer hastalığıyla ilgili farkındalık biraz olsun bile artacaksa, yazarın bütün emeklerine değer. Alzheimer Derneği'ne göre ABD'de şu anda 2015de 5.3 milyon Alzheimer hastası var. Ve hastaların üçte ikisini kadınlar oluşturuyor maalesef. Henüz bir tedavisi olmayan bu hastalığın çaresi için yapılan araştırmalara destek olmak, ve daha fazla bilgilenmek isterseniz Alzheimer derneği'nin sistesinde gezinebilirsiniz.

Okunması insanın ruh hali açısından pek kolay olmasa da, mutlaka okunması gereken bir roman. Umarım yakında bu hastalığın ilerleyişini hiç olmazsa durdurmanın bir yolu bulunur. Daha fazla aile de sevdiklerini bu hastalığa kaybetmek ve acı çekmek zorunda kalmaz.


Monday, April 6, 2015

Bone Clocks - David Mitchell


“But it’s the feeling of love that we love, not the person.” 
― David MitchellThe Bone Clocks



Bazı yazarlar insanın ruhuna seslenebilir. Ne yazarlarsa yazsınlar keyifle, içine gömülerek okursunuz. İşte benim için David Mitchell böyle yazarlardan biri. Son romanı The Bone Clocks da beni okurken inanılmaz mutlu etti. 1980li yıllarda başlayıp 2045 yılı civarlarında biten inanılmaz bir macera. Okurken, koltukta oturup okuyor olduğumu unutturan cinsten. Irak Savaşı'ndan çevre kirliliğinin yol açabileceği korkunç bir gelecek distopyasına, ergenlik psikolojilerinden kültler arasında geçen gerçeküstü savaşlara, zaman içine dağılmış onca hikaye hem insanı derinden etkiliyor, hem de birbirine çok güzel bağlanıyor, tıpkı Cloud Atlas kitabında olduğu gibi. Özellikle Holly'nin hikayesinin zamana dağılışı, kurgusu o kadar güzel örülmüş ki bir kez daha bu İngiliz yazara hayran kaldım. Bone Clocks bu kış okuduğum en güzel ve unutulmaz romanlar arasına girdi bile. Uzun süre etkisinden çıkamadım, günlerce özellikle çevre ve dünyanın geleceği üzerine söyledikleri üzerine düşündüm durdum. Bu da iyi bir roman olduğunun en büyük kanıtı bence.


Remains of the Day - Kazuo Ishiguro



“Indeed — why should I not admit it? — in that moment, my heart was breaking.” 

Kazuo Ishiguro - The Remains of the Day



Türkçe'ye 'Günden Kalanlar' diye çevrilebilir başlığı sanırım.. Bu romanı pek sevdim. Kazuo Ishiguro'nun okuduğum ilk romanı oldu ama kesinlikle sonuncusu olmayacak. İngiltere'de İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir İngiliz lorduna hizmetkarlık eden Stevens'ın ağzından anlattığı anıları, pişmanlıkları, hissettikleri, yaşadığı hayal kırıklıkları ve geçmişe duyduğu özlem bizi bir su gibi akarak o yıllara götürüyor. Ishiguro'nun yalın ama derinden etkileyici tarzını çok sevdim. İnsanın ağzında buruk bir tat bırakan, İngilizce'yi çok güzel kullanan, yaşadıklarımız kadar yaşamadıklarımız, söylediklerimiz kadar söylemediklerimiz üzerinde de düşündüren, çok hoş bir roman. Okuduktan kısa süre sonra da Chicago Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşmada yazarı Kazuo Ishiguro ile tanışma şerefine erişmem, onun ağzından kendi günlük yaşamını, yaza macerasını, sevdiği kitapları..vs dinleyebilmem çok güzel oldu.


Kitabın üzerinde, 'Esra'ya...Yazmaya devam et' yazıyor :)

Romanı okuduktan sonra methini duyduğum filmini de oturup izledim. Anthony Hopkins'i de, Emma Thompson'ı da çok sevdiğimden, filme de bayıldım. Tabii ki romanda duyduğumuz, bize olayları anlatan ana karakterin iç sesi filmde yok, ama romanın genel havasını, o hüznü, geçmişe duyulan özlemi ve İngiltere'nin genel atmosferini çok iyi yansıttığını düşünüyorum. Yaşanmamış bir aşkın yarattığı kalp kırıklığı da Anthony Hopkins'in hüzünlü bakışlarında çok güzel yansımış. Tadı damağımda kaldı, hem romanın, hem bu güzel filmin..







Çehov - Kısa romanlar


Okurken çok sevdiğim The Steppe (Bozkır), The Story of an Unknown Man (Bilinmeyen bir adamın öyküsü) ve My Life (Benim Hayatım) romanlarını içeren bu seçkiye bayıldım. Çehov okumayı çok seviyorum. Yaşamı bir meyve gibi kesip, dilimlerini önümüze sunuyor. Özellikle Bilinmeyen Adamın Öyküsü'nde, Nuri Bilge Ceylan'ın 'Kış Uykusu' filminde esinlendiği diyalogların, sahnelerin kaynağını bulmak çok güzeldi. Yaşamı böylesine sade ve yalın, ama böylesine incelikle dokuyan, anlatan başka az yazar vardır herhalde. Eğer Çehov'u sadece öyküleriyle tanıdıysanız bu kısa romanları da kaçırmayın derim.

Friday, April 3, 2015

Elveda Kayahan...




Bugünlerde bir hüzünlüyüm zaten, Türkiye'deki olaylardan mıdır, kendi hayatımda bir ara dönemden geçiyor olmaktan mıdır nedir, ruh halim sürekli gitgelli, sürekli tedirgin.. Bugün de bu haberi alınca çok acıdı içim.. Çocukluğumun bütün büyük parçaları kocaman bir duvarın sıvaları gibi teker teker dökülüyor demiştim ya.. Kayahan'ın bende yeri ayrıdır. Öylesine çok anım var ki onun şarkılarıyla.. Ortaokulda soğuk kış günü akşamları kasetini koyup dinlediğimiz 'Odalarda Işıksızım' albümü.. Annem, babam ve kardeşimle Antalya'ya, Kemer'e giderken arabayla, sabaha kadar aynı şarkıları dinlerdik o kasetten.. Kardeşimle Antalya'da Bey Dağları'nın yanından geçerken gün ışımaya, tanyeri ağarmaya başladığında 'Sabahlar Uzak' şarkısını hüzünle dinlediğimizi, Kayahan'ın o dağlarda gitarıyla şarkı söylediğini hayal ettiğimizi hatırlarım. Öyle garip, duygusal çocuklardık işte biz de..

İçimize işleyen 'Yemin Ettim' şarkısını, canım babamla ortaokuldayken gittiğim bir şiir okuma yarışmasında, sahnede üşümekten içim titreyerek okumuştum. 'Asırlardır yalnızım, pişmanım alınyazım'...İnsanın içini dağlayan şarkıların başında gelir.

Sonra ilkbaharda tatile gittiğimiz Uludağ'da babamla telesiyeje binerken biz, ve ben havada uçtuğumu hayal ederken, yanından geçtiğimiz her bir direkten yine Kayahan'ın sesi geliyordu.. 'Bir aslan miyav dedi, minik fare kükredi' diye neşeyle söylüyordu Kayahan'ın sesi.. Çok mutlu olmuştum. O sihirli mutluluk anlarındandı. Hayatımda ilk defa havada uçuyor gibiydim ve buna Kayahan'ın sesi eşlik ediyordu.

Yıllar sonra kendi kızım olduğunda 'E bebeğim e' şarkısını dinlerken neler hissettiğini, ne demek istediğini anladım Kayahan'ın.. Gözlerimden bir kaç damla yaş aktı.

2 sene önce bugün de sevgili hocam Faruk Mustafa'yı kaybetmiştik aniden, o da Kayahan'ın bizden ayrıldığı yaştan bir kaç yaş büyüktü sadece.. Nisan ayı, neden böyle zalim olmak zorunda?

Ve bir Nisan yağmuru gibi bastıran, bütün ruhumu saran, melankoli...



Wednesday, April 1, 2015

Annelik

Nazım'ın dizeleri var ya: 'Yarısı burdaysa kalbimin, yarısı Çin'dedir doktor' diyor hani, annelik işte kalbinin yarısının sürekli bedeninin dışında, çocuklarında olması. Dünyanın en büyük sevgisi, ama aynı zamanda en büyük kalp ağrısı. Öyle işte.