Wednesday, December 21, 2011

Winter's Bone


Uzun zamandır bu kadar yalın, duru ama bir o kadar da etkileyici bir film izlememiştim. Böylesine bir sadelikle, böylesine bir duygu yoğunluğu verebilen film gerçekten az bulunur.

Missouri'de, Ozark dağlarında bir kasabada geçen film, (en azından benim) daha önce hiç görmediğim bir Amerika sunuyor bize. İnsanların etlerini kendileri avlayıp pişirip yedikleri, kamyonetlerle gezdikleri, harabe gibi evlerde yaşadıkları, uyuşturucu ticaretinin ve suçun kol gezdiği, tüyler ürpertici bir yer. Çok beylik olacak ama, 'Ne yaşamlar var' dedirtiyor insana film. Başroldeki Jennifer Lawrence'ın oyunculuğu takdire şayan. Hem akli dengesi yeridne olmayan annesine, hem de iki kardeşine bakmak zorunda olan 17 yaşındaki genç kız rolünü uzun zaman unutabileceğimi sanmıyorum.

Asıl acı olan şey ise böyle hikayelerin sandığımızdan çok varolması gerçek hayatta, etrafımızda. Biz farkında olmasak ve kendi izole hayatlarımızın içinde kafamızı kuma gömmüş bir şekilde yaşıyor olsak bile..

Sundance festivalinde ödül alan bu bağımsız yapımı çok beğendim. Bence 2010'un yeteri kadar ilgi görememiş nadir iyi filmlerinden.

Tuesday, December 13, 2011

30 yaşında olmak, ve hayat üzerine



Aralık ayının ilk haftası itibariyle 20li yaşlarıma elveda dedim. Nasıl bir his diye merak ediyordum, hiç bir şey değişmedi aslında!

Şimdi içinde bulunduğum noktadan geriye dönüp bakınca, özellikle 20li yaşların benim için çok öğretici geçtiğini söyleyebilirim.


İnsana, yaşı ilerledikçe, Amerikalıların 'kendi teninin içinde rahat etmek' diye tercüme edebileceğim (feeling comfortable in your own skin) bir güven geliyor.


Kendimi daha çok sevebilmeyi öğrendim 20li yaşlarımda. Ergenlik yıllarının o karanlık, rahatsız ve güvensiz zamanlarının aksine.. Üniversiteyle başlayan, kendimi gittikçe daha iyi keşfettiğim, ruhumu ve vücudumu çok daha iyi dinlediğim, ne istediğimi ve neyi sevdiğimi, nelerin ve kimlerin beni mutlu/mutsuz ettiğini çok daha iyi gördüğüm bir dönem oldu 20li yaşlar.


Bir aile kurdum, kendi çekirdek ailemi. Dünya üzerinde beni en iyi tamamlayan kişi olduğunu düşündüğüm erkekle evlendim. Ben ne kadar romantik, uçarı, aşırı iyimser, hayalperest ve soyut ve 'sosyal bilimci'ysem, o da bir o kadar somut, planlı, düzenli, gerçekçi ve 'mühendis kafalı'! Ben ne kadar Yay burcuysam o da o kadar Oğlak burcu. Ben çok uçtuğumda o beni yeryüzüne çekiyor, o sayıların ve plan-programların dünyasında bunaldığında ben bir şarkı söyleyiveriyorum :) Böylece Yin ve Yang gibi tamamlıyoruz birbirimizi.


Bana gerçek aşkın anlamını öğreten kocaman gözlü, tombiş yanaklı bir kız getirdim dünyaya. Doğduğu günden beri her günümü sihirli bir masal bahçesine çevirdi. Bana verilen en büyük, en güzel, en değerli hediye oldu. Şimdiye kadar aldığım doğumgünü hediyelerimin en güzeli, doğumgünümün sabahında uyandığımda onun gülüşünü görmekti.


20li yaşlar hem kimsenin mükemmel olamayacağını, hem de zaten olmaya çalışmaması gerektiğini öğretti bana. Kendimizi seversek, dünyayı ve diğer insanları sevebileceğimizi. Mutluluğun insana dışarıdan verilen bir şey değil, kendi yarattığı bir şey olduğunu. Kendi içinde olduğunu. Bazı insanların 'mutlu olabilme' yeteneğinin diğerlerine göre çok daha fazla olduğunu.


Saçımın rengini bile sevmeyi öğrendim 20li yaşlarımda. Boyamıyorum artık saçlarımı. Ve işin garibi bana en çok yakışanın aslında kendi saç rengim olduğunu farkettim! Geçen gün ilk defa gümüşi bir tel buldum saçlarımın arasında. Gülümsedim kendi kendime. Uğurum oldu o benim, koparmadım, atmadım.


Eminim, gözlerimin kenarlarında ya da ağzımın etrafında oluştuğu zaman çizgiler, onlardan da utanmayacağım. Çünkü onlar bana ne kadar çok gülümsediğimi, kahkaha attığımı hatırlatacak!


Aynaya bakıyorum. Şimdiki zamanda, bugünde, Aralık 2011'deyim. Çocukluğum ve ilkgençlik yıllarım, bazen bir rüya gibi geliyor. Zaman, korkutucu bir hızla akıp geçiyor. Gelecek ise henüz yazılmamış bir hikaye gibi.

Bense şimdi, burada, şimdiki anda, aynaya bakıyorum. Yüreği her dakika pır pır uçmaya hazır, uçarı bir 'çocuk kadın' bana gülümsüyor.