Wednesday, December 21, 2011

Winter's Bone


Uzun zamandır bu kadar yalın, duru ama bir o kadar da etkileyici bir film izlememiştim. Böylesine bir sadelikle, böylesine bir duygu yoğunluğu verebilen film gerçekten az bulunur.

Missouri'de, Ozark dağlarında bir kasabada geçen film, (en azından benim) daha önce hiç görmediğim bir Amerika sunuyor bize. İnsanların etlerini kendileri avlayıp pişirip yedikleri, kamyonetlerle gezdikleri, harabe gibi evlerde yaşadıkları, uyuşturucu ticaretinin ve suçun kol gezdiği, tüyler ürpertici bir yer. Çok beylik olacak ama, 'Ne yaşamlar var' dedirtiyor insana film. Başroldeki Jennifer Lawrence'ın oyunculuğu takdire şayan. Hem akli dengesi yeridne olmayan annesine, hem de iki kardeşine bakmak zorunda olan 17 yaşındaki genç kız rolünü uzun zaman unutabileceğimi sanmıyorum.

Asıl acı olan şey ise böyle hikayelerin sandığımızdan çok varolması gerçek hayatta, etrafımızda. Biz farkında olmasak ve kendi izole hayatlarımızın içinde kafamızı kuma gömmüş bir şekilde yaşıyor olsak bile..

Sundance festivalinde ödül alan bu bağımsız yapımı çok beğendim. Bence 2010'un yeteri kadar ilgi görememiş nadir iyi filmlerinden.

Tuesday, December 13, 2011

30 yaşında olmak, ve hayat üzerine



Aralık ayının ilk haftası itibariyle 20li yaşlarıma elveda dedim. Nasıl bir his diye merak ediyordum, hiç bir şey değişmedi aslında!

Şimdi içinde bulunduğum noktadan geriye dönüp bakınca, özellikle 20li yaşların benim için çok öğretici geçtiğini söyleyebilirim.


İnsana, yaşı ilerledikçe, Amerikalıların 'kendi teninin içinde rahat etmek' diye tercüme edebileceğim (feeling comfortable in your own skin) bir güven geliyor.


Kendimi daha çok sevebilmeyi öğrendim 20li yaşlarımda. Ergenlik yıllarının o karanlık, rahatsız ve güvensiz zamanlarının aksine.. Üniversiteyle başlayan, kendimi gittikçe daha iyi keşfettiğim, ruhumu ve vücudumu çok daha iyi dinlediğim, ne istediğimi ve neyi sevdiğimi, nelerin ve kimlerin beni mutlu/mutsuz ettiğini çok daha iyi gördüğüm bir dönem oldu 20li yaşlar.


Bir aile kurdum, kendi çekirdek ailemi. Dünya üzerinde beni en iyi tamamlayan kişi olduğunu düşündüğüm erkekle evlendim. Ben ne kadar romantik, uçarı, aşırı iyimser, hayalperest ve soyut ve 'sosyal bilimci'ysem, o da bir o kadar somut, planlı, düzenli, gerçekçi ve 'mühendis kafalı'! Ben ne kadar Yay burcuysam o da o kadar Oğlak burcu. Ben çok uçtuğumda o beni yeryüzüne çekiyor, o sayıların ve plan-programların dünyasında bunaldığında ben bir şarkı söyleyiveriyorum :) Böylece Yin ve Yang gibi tamamlıyoruz birbirimizi.


Bana gerçek aşkın anlamını öğreten kocaman gözlü, tombiş yanaklı bir kız getirdim dünyaya. Doğduğu günden beri her günümü sihirli bir masal bahçesine çevirdi. Bana verilen en büyük, en güzel, en değerli hediye oldu. Şimdiye kadar aldığım doğumgünü hediyelerimin en güzeli, doğumgünümün sabahında uyandığımda onun gülüşünü görmekti.


20li yaşlar hem kimsenin mükemmel olamayacağını, hem de zaten olmaya çalışmaması gerektiğini öğretti bana. Kendimizi seversek, dünyayı ve diğer insanları sevebileceğimizi. Mutluluğun insana dışarıdan verilen bir şey değil, kendi yarattığı bir şey olduğunu. Kendi içinde olduğunu. Bazı insanların 'mutlu olabilme' yeteneğinin diğerlerine göre çok daha fazla olduğunu.


Saçımın rengini bile sevmeyi öğrendim 20li yaşlarımda. Boyamıyorum artık saçlarımı. Ve işin garibi bana en çok yakışanın aslında kendi saç rengim olduğunu farkettim! Geçen gün ilk defa gümüşi bir tel buldum saçlarımın arasında. Gülümsedim kendi kendime. Uğurum oldu o benim, koparmadım, atmadım.


Eminim, gözlerimin kenarlarında ya da ağzımın etrafında oluştuğu zaman çizgiler, onlardan da utanmayacağım. Çünkü onlar bana ne kadar çok gülümsediğimi, kahkaha attığımı hatırlatacak!


Aynaya bakıyorum. Şimdiki zamanda, bugünde, Aralık 2011'deyim. Çocukluğum ve ilkgençlik yıllarım, bazen bir rüya gibi geliyor. Zaman, korkutucu bir hızla akıp geçiyor. Gelecek ise henüz yazılmamış bir hikaye gibi.

Bense şimdi, burada, şimdiki anda, aynaya bakıyorum. Yüreği her dakika pır pır uçmaya hazır, uçarı bir 'çocuk kadın' bana gülümsüyor.

Monday, November 28, 2011

Mutluluk - huzur






Mutluluk, güzel bir yemekten sonra elinde çay bardağıyla şöminenin alevlerini izlerken dalıp gitmek, huzur içinde sessizliği dinlemek ve o anda dünyada başka hiç bir yerde olmayı istememektir.

Sunday, November 27, 2011

Hugo - Martin Scorsese


Arada bir oluyor böyle filmler, çıkıveriyor karşıma. Tamamen tesadüf eseri giriyorum filme mesela, ama hayran olup çıkıveriyorum. Sanki Martin Scorsese benim kafamın içine bakmış, sevdiğim herşeyi görmüş bir çırpıda: Kitaplar, kütüphaneler, trenler, tren istasyonları, çocukluğun büyüsü, fotoğraf, sinema sanatı, oyuncaklar, saatler ve saat mekanizmaları.... Ve bütün bunları aynı filmin içine koymayı ve beni çok mutlu etmeyi kendine amaç edinmiş!

Fi tarihinde oynadığım enfes Syberia oyunu vardı, bu filmdeki otomaton (automaton) bana onu anımsattı, gülümsetti.

Tek kulağımı tırmalayan şey Paris'te insanların İngilizce konuşuyor olması oldu açıkçası :) Ama Amerika'da tam Şükran günü haftasonu çocuklu aileleri hedef alan bir film, herhalde Fransızca orijinalli ve altyazılı olarak gösterilemezdi.

Bir de,

İyi ki varsın, Ben Kingsley!!

Thursday, November 24, 2011

Bir içe dönme (introspection) vesilesi olarak Şükran günü



Her sene Aralık sonunda hesaplaşır ya insanlar kendileriyle.. Neden tam o zaman yapma zorundayız bunu, anlamam. Bugün ABD'de kutlanan Şükran Günü vesilesiyle ben de 2011'e şöyle bir dönüp bakmak, yılın bir anlamda hesap-kitabını çıkarmak, içe dönüp neler hissediyorum bir bakmak istedim. Kasım sonu da yapabiliriz bence pekala bunu, yılbaşını beklemeye gerek yok :)

2011 yılı gerçekten ilginç bir yıldı benim için, uçlarda yaşadım diyebilirim. Çok büyük mutluluklar ve çok büyük stresleri bir arada yaşadım. Bana göre dünyanın en büyük mutluluklarından biri olan anne olma duygusunu tattım. Ama anne olmanın aynı zamanda ne büyük bir sorumluluk olduğunu da anladım. Özellikle Mayıs ve Ağustos ayları benim için çok zorlayıcı aylar oldu, ama çok şükür feraha erdim.

Mesleksel anlamda doktora diplomamla aramda duran son büyük engel olan Proposal sunumumu Mayıs sonunda gerçekleştirdim. Doktoranın son (ve belki de en zor) safhasına geldim - All But Dissertation (Tez dışında bütün yükümlülükleri bitirmiş doktora adayı - PhD candidate)im artık. Bir yandan ders vermeye devam ederken, bir yandan tezimin araştırma ve yazma safhasıyla uğraşıyorum.

10 gün sonra 30 yaşında olacağım. Hayatımın '20li yaşlar' dönemini kapatırken, 30lara merhaba diyeceğim. Tam bu noktada iç huzuru ile dolu, mutlu bir yerde olduğumu biliyorum. İnsanın dünya üzerinde geçirdiği vakit arttıkça, kendine güveni artıyor, kendini çok daha iyi tanıyor. Hayatın gittikçe güzelleşiyor olmasının ardında yatan sır da bu işte.

Bu Şükran Günü'nde şükretmek için çok fazla nedenim var. Herşeyin en başında, sevgi ile dolu bir yaşamım olduğu için. Yüreğimin, etrafımdakilerin hepsini derin bir sevgiyle sevebilecek kadar büyük olduğunu hissettiğim için.

Saturday, November 19, 2011

'Akademisyen anne' olmak:




- Ünlü bir profesörün konuşmasına gidip konuşmanın ortasında söylenen ilginç bir şeyi not etmek için çantada kalem ararken, çantandan bir emzik çıkardığını dehşetle farketmek, sonra kimsenin görmemiş olduğunu umarak çantaya geri koymaktır.

- Öğrencilerine örnek olarak bir isim söylemek gerektiğinde ilk aklına gelenin kızının ismi olmasıdır.

- Kaç yıldır gittiğin ve ders çalıştığın kütüphanenin kapısından, üzerinde bebek kusmuğu lekeleri olan siyah bir eşofmanla girmektir.

- Az sonra verecek olduğun dersin notlarını gözden geçirirken kendini bir anda kızının Iphone'daki fotoğraflarına bakarken bulmaktır.

- Öğrenci ödevlerini kontrol ederken bir yandan kızına şarkı söyleyebilmektir.

- Kızının en önemli sosyalleşme etkinliklerinden birinin 'kütüphanede hikaye saati' olmasıdır. (Chicago Halk Kütüphanesi sağolsun)

- Kızını kitaplarla ve oyuncaklarla, güzel müzikler, oyunlar ve sevgiyle dolu, sessiz, sakin ve huzurlu, en önemlisi de hiç bir zaman televizyon izlenmeyen bir evde yetiştirebilmenin haklı gurur ve mutluluğudur.

- Kitaplıkta duran İslam tarihi ve siyaset bilimi kitaplarının yanına 'Dr Seuss' ve 'Eric Carle' imzalı kitapların konuşlanmasıdır :)

- Bebeğinizin dünyanın en iyi üniversitelerinden birinin kampüsünde henüz bir kaç aylıkken fink atabilmesi, yaşlı başlı, ciddi, alanında uzman profesörler tarafından sevilip mıncıklanmasıdır :)



Herşeyin ötesinde- kızıyla birlikte kendi öğrenme ve büyüme isteğinin de ateşlendiğini hissetmek, ondan ilham almak, onun için dünyanın en güzel yazılarını yazmak, onunla birlikte dünyanın en güzel şehirlerine gitmek istemektir.











Kitap: Kızım 3 aylıkken okuduğum ve çok ilginç ve güzel bulduğum, akademisyen annelerin deneyimlerini yer yer komik, yer yer acıklı derecede tanıdık bir dille paylaştıkları 'Mama, PhD' kitabı!


Wednesday, November 16, 2011

Canlar

Canların, okyanus ötesinden gelir.

Kavuşmak, çok güzeldir. Ev bir anda şenlenir. Yemekler yenir, çaylar içilir. Hasret giderilir bol bol. Birlikte geçirilememiş olan onca zamanı telafi etmek istercesine.

'Sayılı gün çabuk geçer' lafı her seferinde tekrar kanıtlanır ama. Ayrılık günü gelir çatar. Gözler nemlenir, boğazlarda yumrular, için burulur. 'Sağlık olsun da tekrar kavuşalım'..'Buna da şükür, çok iyi vakit geçirdik' gibi teselliler dökülür dudaklardan.

Giderler sonra, metal bir kuşa binip.
Okyanus ötesine. O 'yalnız, güzel ve uzak' ülkeye.
Evde, boş odalarda sesleri kalır. Kokuları kalır. İzleri kalır.
Yüreğinde bir burukluk kalır. İçinde bir boşluk. İçinde rüzgarlar eser.

Zordur uzak olmak, canlarından. Dünyada en çok özlediğin iki insandan.

İçinde bir sızı kalır.

Sadece çeken bilir.

Wednesday, October 19, 2011

Karanlık



'Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.'


Sait Faik Abasıyanık, 'Haritada bir Nokta'






Toprağa kırmızı bir gül gibi düşen çocuk!

Artık sen, geri dönülemeyecek, sonsuz karanlıktasın.

Birileri nutuklar okur ardından, birileri haykırır.. İçi kof, tekrarlana tekrarlana anlamsızlaşmış 'Vatan sağolsun' sözcükleri dökülür dillerden. Yürüyüşler düzenlenir, sloganlar atılır, öfkeli ağızlar salyalar saçarak kan, kin, nefret, intikam ve şiddet söylemlerine devam eder.

İnternette vatandaşların, facebook profil fotoğrafını değiştirir, yas tutar bir kaç günlüğüne, acı unutulana kadar. Hiç tanımadığımız birinin ölümünün acısı kaç gün sürer? 1 mi, 2 mi, 3 mü? Kaç gün sonra dönebiliriz 'normal'e? Kaç gün sonra çıkar aklımızdan o çocuk?

Dünyanın çeşitli yerlerinde, hiç tanımadığın insanlar, senin ve ailen için 20,30 saniyeliğine 'saygı duruşu'nda bulunur. Görevlerini ifa etmiş olabilmek için. 'Üzerimize düşeni yaptık, elimizden geleni yaptık' diyebilmek için. Vicdanlarını rahatlatabilmek için.

Hiç tanımadığın üniformalı adamlar, evine gelip sırtını sıvazlar gözü yaşlı, yüreği yangınlarda boğulmuş annenin. Yüreği çökmüş, gözlerinin nuru gitmiş babanın. Eline bir madalya tutuştururlar yüzünün rengi kaçmış, hayalete dönmüş karının.


Ama ah güzel çocuk, güzelim çocuk, sen artık, geri dönülemeyecek zifiri karanlıktasın. Sen artık annenin yüreğinin içinde o canını teslim edinceye dek yanan bir kor ateşsin. Sen artık babanın göğsünde ebediyete kadar her gün yeniden kanayacak, derin, onulmaz bir yarasın. Sen artık eşinin gözlerinde, çocuklarının bakışlarında kara bir delik, ellerinde bir anlık titreyiş, yanaklarından süzülen gümüşi ışıltılı bir gözyaşısın.



İsyankar, yorgun yüreği içine sığmayan naciz vücudum, ruhum, acziyeti içinde kelimelere sarıldı. Söz biter, yürek donup kalır, kelimeler yetişir imdada.

Toprağa kırmızı bir gül gibi düşen çocuk!

Susuyorum, ağlıyorum, özür diliyorum senden. Geri dön, güzel çocuk!

Tuesday, October 18, 2011

Gecede sessizlik anı

Yanımda bilgisayarında çalışıyorsun, bense kitap okuyorum. Gecenin sessizliği içinde yatakta uzanıp kitap okumak, öylesine mutluluk verici, huzurlu bir duygu ki. Yanımda senin olduğunu hissetmek ise daha da güzel.

Kitabın dünyasına kendimi kaptırmış, sayfaları çevirir, arada bir de kitap kokusunu koklarken, birden içimden yükselen coşkuya dayanamayıp kitabıma sarılıyorum. 'İyi ki kitap denen şey var, iyi ki okuyabiliyorum!' diye gülüp, kitabımı okşuyorum.

Gecenin sessizliğindeki bu ani çıkıştan sonra hayretle yüzüme bakıp sen de gülüyorsun. Garipsemiyorsun, beni olduğum gibi kabul edip böyle seviyorsun.

Böylesine 'deli' bir 'çocuk-kadın'la evlendiğin için acaba şaşırıyor musun kendine arada? Merak ediyorum :)

Sunday, October 9, 2011

Bazen - sadelik

Bazen insanın canı sadece bir dilim ekmek, biraz beyaz peynir, bir kaç zeytin yemek ve yanında bir bardak açık çay içmek ister.

Friday, October 7, 2011

Beni mutlu eden şeyler

Bir mutluluk listesi yapmıştım daha önce, şimdi de genel olarak beni kendi mesleğim dışında mutlu eden şeyleri bir bir yazayım dedim, yazayım ki her gün bunlardan en azından bazılarını yapıyor olduğuma emin olayım:

- Yazmak (serbest biçimde, akademik olarak değil)
- Okumak
- Yoga
- Fotoğraf çekmek (özellikle siyah-beyaz ve portre)
- Film izlemek
- Kızımla vakit geçirmek, yerlerde yuvarlanmak
- Kızıma kitap okumak
- Yürüyüş yapmak (her gün en az 1 saat)
- Güzel kokulu bir yemek pişirmek

Thursday, October 6, 2011

Elveda Steve


'And in the end, it's not the years in your life that count. It's the life in your years.'

Abraham Lincoln

Monday, September 26, 2011

Okulun ilk günü

Sabahın 2:30unda bebeğimin ağlamasıyla uyanmış, sonra sabaha kadar bin türlü sebepten uyuyamamışım. Zaten 5:45te kalkmak zorunda olacağım için saat 4:30dan sonra uyumaya çalışmaya çalışmayı da kesmiş, yatakta kütük gibi rahatsız bir şekilde yatarak saatin ilerlemesini beklemişim. Zombi gibi, sepet gibi bir kafayla kalkmışım. Kahvaltı edip hala uyuyan bebemi uyandırmamak için parmak uçlarıma basarak giyinip ona havadan öpücükler gönderip evden çıkmışım.

Hava nasıl karanlık, sokak lambaları hala yanıyor. Eylül ayına göre fazla serin, bir de sağanak halinde yağmur yağıyor. Sıcak ve yumuşak yatağımda olmak için neler vermem ki o sırada.

Uyku gözlerimden akıyor, hava berbat, görüş mesafesi sıfıra yakın. Yağmur camları dövüyor. Pat-pat silecekler çalışıyor ama yetişemiyorlar yağmurun hızına.

Kısacası güne pek iyi başlamamışım.

Sessiz sedasız sahil yoluna çıkıyorum. Neredeyse boş yolda giderken CD çaların düğmesine basıyorum. Canım Sezen'imin sesi dolduruyor arabayı. Sanki yanıbaşımda, yolcu koltuğunda oturmuş, o tatlı ve buğulu sesiyle 'canım benim, üzülme, herşey iyi olacak, herşey daha güzel olacak' diye beni teselli ediyor. Bana eşlik ettiği yolculuk boyunca kendimi daha iyi, daha mutlu ve sakin hissediyorum.

Yağmur altında daha bir yeşil parlayan kampüsüme geliyorum. Özlemişim çok. Arabadan inip saçımda yağmur damlalarıyla ağaçların arasından yürüyorum.

Bir anda güneş çıkıyor bulutların arasından. Göz kırpıyor bana. Yüzümü ısıtmak, gönlümü almak ister gibi sanki.

Müzik olmasaydı, benim için hayat böylesine yaşanılası olmazdı.. Söylemiş miydim?

Sunday, September 25, 2011

Savages



Ne zamandır böyle içime dokunan, güzel bir 'indie' film izlememiştim. Çok bilinmeyen ama bence gerçekten hakettiği üne kavuşamamış, hoş bir film. Philip Seymour Hoffman'ı zaten Manolya'dan biliyor tanıyor ve çok seviyorduk. Bu filmde de oyunculuğunu konuşturmuş.

Film, 'kara komedi'nin çok güzel bir örneği. Bir sahnede ağlamaya yaklaşıyorsanız bir sonrakinde kahkahalar atabiliyorsunuz. Yaşlı babaları demans (bunama) ile teşhis edilince gidip onu yaşadığı yerden almak ve bir 'huzurevi' (nursing home)'a koymak zorunda kalan bir abi ve kızkardeşin maceraları. Ne babanın bildik, klasik bir baba, ne de kızı ve oğlunun 'normal' insanlar olduğunu söyleyebiliriz aslında. Hepsi eksantrik, değişik tipler. Filmde de zaten komik ve aynı zamanda düşündürücü diyaloglarla bunu görüyorsunuz.

Herkesin farkında olduğu ama hiç kimsenin aklına getirmek istemediği iki gerçek üzerine düşündürüyor insanı film: Yaşlılık ve ölüm. Bu yüzden biraz depresif bir film diyebiliriz aslında, ama depresifliğin içine bunların hepsinin hayata dair, normal şeyler olduğu, herkesin bu yollardan geçtiği gerçeği de çok güzel yedirilmiş. Çoğumuz, eğer kaderimizde varsa, yaşlanacağız. Hepimiz ölümü tadacağız. İnsandan insana değişen şeyler ise insanların bu zor zamanlarda nasıl davrandığı, kardeşlerin birbiriyle olan ilişkilerinin nasıl değiştiği ve bu zor yükü birlikte nasıl sırtlandıkları.

Yaşlılığımın nasıl geçeceğini bilemesem de, evlatlarıma yük olmak istemem. Allah herkese mutlulukla ve huzurla yaşlanmayı, vicdanı ve içi rahat, onurlu bir yaşam sürmüş olduğunun bilincinde, kimseye muhtaç olmadan, sevdikleri etrafındayken, yüzünde bir gülümseme ile canını teslim edebilmeyi nasip etsin.

Monday, September 19, 2011

Pembe bulut




Koku takıntımı ve güzel kokuların hayatımdaki yerini bilen bilir. Bilmeyenler şuraya göz atabilirler.

Uzun araştırmalarımdan sonra ise bu 2011 sonbaharının ve belki de kışın kokusunu belirledim sonunda:



Pembe bir bulut içinde uçuyor gibiyim, bu güzel kokuya aşık oldum!

Friday, September 16, 2011

Bugün - sakinlik





Philip Glass'in The Hours filmi için yaptığı soundtrack albümünü dinliyorum. Son zamanlarda müptelası olduğum Spotify'dan.

Yanımda 8 buçuk aylık kızım oyuncaklarıyla oynuyor. Kendi kendine bir şeyler söylüyor. O tatlı bebek sesiyle. Kendi dilinde.

Dışarısı durgun, neredeyse tamamen rüzgarsız. Serin. Sakin. Karanlık bir Eylül günü.

Ruhum, inanılmayacak bir sükunet içinde, beklemede, dinlemede. Yüreğimin sükuneti, bütün vücuduma yayılıyor. Hareketsiz, sessiz, duruyorum.

2011'in Eylül ayını ıhlamur kokusuyla anımsayacağım sanırım. Her akşam bir bardak ıhlamur çayı içmeyi adet edindim. İnanılmaz bir sakinlik ve huzur veriyor. İçim ısınıyor, yumuşuyorum adeta.

Ne zamandır öykü okumamıştım. Özlemişim çok. Öyküler Anlatsın adında bir Türk Edebiyatı'ndan öyküler seçkisi okuyorum. Her gece bir öykü. Yatmadan önce. Ruhuma çok iyi geliyor.

Ne geçmişe dönüp baktığım, ne gelecekle ilgilendiğim, şu anda, şimdiki anda durduğum, başka insanların, başka şehirlerin, başka hayatların önemini yitirdiği, kendi hayatımla başbaşa kaldığım bir ay oldu Eylül.

Güzel oldu.

Friday, September 9, 2011

Eylül anları

Sonbahar. Serinlik. Kokusu babaanemin evini anımsatan bir bardak ıhlamur çayı.

Tuesday, August 30, 2011

İlk bayram!





Bu sene benim için bayram sevinci, kızıma ilk (çifte) bayramında cici bir elbise, siyah rugan ayakkabılar ve dantelli çoraplar almak demek.

Çocukluğumun bayramlarını hatırlamak, aldığım cicileri kızımın başucuna koyup sevinçle bayram sabahını beklemek, sabah yataktan 'bugün bayram, erken kalkın çocuklar!' diye fırlamak demek.

Friday, August 19, 2011

L'Automne



Gönlümün mevsimlerinde
Nefes sesleri, iç çekmeler
Geçmişten sedalar işittim
Kurumuş yapraklar kadar nazenindi yaz
Ağustos, ağır ağır sıcaklığını terkederken
Yağmur, havada bir tehdit gibi asılı
Mevsim dönüyor, ben yorgun
İçimin rüzgarları, esintileri durgun
Dönüyor mevsim, sonbahar beklemede
Gün solgun, gök solgun, su solgun.




18/08/2011
4:20

Thursday, August 18, 2011

Benden Selam Söyle Anadolu'ya



Atinalı bir gazeteci olan Dido Sotiriyu'nun çok çarpıcı romanı, 'Benden Selam Söyle Anadolu'ya'yı okudum geçtiğimiz ay.. I. Dünya Savaşı sonucu yerlerinden yurtlarından olan Anadolu Rumlarının trajik hikayesi. Elimden bir an bile bırakamadım. Kitap Ege'de cennet gibi bir köyde yaşayan Rum genci Manoli'nin gözünden bize Osmanlı'nın yıkılışı ve Mustafa Kemal'in Büyük Taarruz'unu anlatıyor. Bir okuduğunuzda yüreğinize işleyecek, bir daha kolay kolay aklınızdan çıkmayacak olan bir kitap. Resmi tarih söylemlerinin dışında gerçek insanların hikayeleri nasıldı, neler yaşandı, merak edenlere tavsiye ederim şiddetle.

Doktora tezimde tarih ve edebiyat ilişkisini yakınen incelediğim ve bu konuya çok ilgi duyduğum için beni çok daha fazla sarstı bu roman. Herşeyden öte, emperyalist devletlerin elinde küçük ulusların nasıl bir piyon gibi kullanıldığının ve sonrasında ortada bırakıldığının çok acıklı ve bilindik bir öyküsü.

Türkler ve Yunanlılar, yani şu anda Ege'nin karşılıklı kıyılarında olsa da özellikle Anadolu'da yanyana yüzlerce yıl barış içinde yaşamış olan iki halk... Emperyalist Batı ülkelerinin hırsları ve çıkarları uğruna nasıl birbirine düşürülür? Kitap bunu anlatıyor. Zaten kitabın son bölümünde Manoli'nin ağzından yazar, işte bu duruma içerliyor:

'Ve sen Kör Mehmet'in damadı! Hele sen! Niye öyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme? Öldürdüm evet seni, ne olmuş! Ve işte ağlıyorum... Sen de öldürdün! Kardeşler, dostlar, hemşehriler... Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendi kendini!.. Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet'in damadı! Benden Selam Söyle Anadolu'ya!.. Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin... Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin!..'



Tuesday, August 2, 2011

Anlar - 7

Yıllar önce, serin bir Ramazan gecesi.. Sanırım 16-17 yaşlarındayım. Ramazan hep kışın olurdu ya ben okula giderken.. Zaten okullu olduğumuzdan oruç tutmaya izin yoktu. Ama yine de annemlerle kalkmayı çok severdim sabahın o erken saatinde.

Kadıköy'deki evimizdeyiz.. Sabaha karşı, bazı evlerin pencerelerinde ışıklar yanıyor. Pencereyi açıp şöyle bir kokluyorum, evet, dışarıda kış kokusu var. Kömür ve simsiyah gecenin karışımı olan o güzel koku. Karanlık sokağa bakarak doyasıya içime çekiyorum.

Pencereyi kapatıyorum. Yumuşacık yastığıma sırtımı dayıyorum. Masa lambamın yumuşak sarı ışığında, annemin yaptığı patatesli böreğin tadı hala damağımda, Sait Faik okuyorum. Galiba 'Semaver' adındaki enfes hikayesini..

Mutluluk bu olmalı, diye düşünüyorum. Mutluluk, rahat yatağında, lambanın ışığında, annenin yaptığı patatesli böreğin tadı hala damağındayken Sait Faik hikayeleri okumaktır.

Wednesday, July 20, 2011

Bunu söyleyeceğim hiç aklıma gelmezdi ama

Kütüphanede 5. katta gece yarılarına kadar ders çalıştığımız zamanları özledim. Kitap raflarının arasında kaybolmayı özledim. Çalışmaktan yorulunca kafeye gidip sıcak bir bardak çay içip kurabiye yemeyi, orada tesadüfen gördüğüm arkadaşlarımla laflamayı özledim.

Ruhumda öğrencilik var. Sonbahar gelse, okul yine başlasa, öğrencilerime kavuşsam, kütüphanemde araştırma yapsam.

En yakın zamanda kampüsüme gidip hasret gidermem lazım!

Monday, July 18, 2011

Harry Potter ve Ölüm Yadigarları - 2



"Ölüler için üzülme Harry. Esas hayatta kalanlara üzül. Hepsinden çok ise sevgisiz bir hayat yaşayanlara üzül."

Albus Dumbledore



Benim için bir efsanenin, ve aynı zamanda 20'li yaşlarımın bitişine denk gelen ve yakışan bir son oldu Harry Potter dizisinin sonu. İlk kitabı sanırım 2002'de okumaya başlamıştım, 20 yaşındayken. Neredeyse 10 sene geçmiş aradan. Serinin her kitabını ayrı bir heyecanla beklemek, sonrasında ise filmler için heyecanlanıp yakın arkadaşım A. ile film çıkar çıkmaz bilet alıp gidip hemen izlemek.. Bir de Museum of Science and Industry'de gittiğimiz Harry Potter sergisi. Bütün bu heyecanlar sona erdi artık. Benim için çok özel olan Harry Potter serisi, 2000'li yılların popüler kültürünün hep çok önemli bir parçası olarak kalacak.

Bu son filmi değerlendirirken edebiyat ve sinemanın birbirinden çok ayrı kulvarlar olduğunu anımsamamızın yeterli olacağını düşünüyorum.

Edebiyat, daha doğrusu kurgu (fiction), bize bir hikayeyi anlatırken ayrıntıya girmeyi sever. Tamamıyla insan beyninin imgesel hayalgücüne güvenir ve dayanır. Bize betimlenen bir sahneyi, bir kişiyi, bir nesneyi gözlerimizin önünde nasıl canlandırdığımız, tamamen bize bağlıdır. Bu açıdan epeyi subjektif (öznel) bir deneyimdir.

Sinema ise, hikayeyi bize herşeyiyle 'sunar'. Bir filmi izlerken bütün seyirciler aynı şeyi görür. Bu açıdan daha objektif (nesnel)dir. Hayalgücünün çok yeri yoktur. Film sanatının asıl amacı bizi 2 saat içinde bambaşka dünyalara götürmek, gerçek hayattan bir nebze 'kaçmamızı' sağlamak, bizi eğlendirmek / hüzünlendirmek / düşündürmektir. Bu kısıtlı süre içinde detaylara çok girilmeyebilir, şayet film bir roman uyarlaması ise bir çok ayrıntı ya da olay atlanabilir, bazı kurgusal öğeler sinema diline çevrilirken tamamıyla değiştirilebilir. Bütün bunların hepsinin normal olduğunu düşünüyorum.

Harry Potter serisinin bütün kitaplarını çok severek okudum. Filmlerini ise (çoğunu) severek izledim. Romanların ve filmlerin birbirinden ayrı olduğunu ve tam olarak karşılaştırılamayacağını hep gözönünde bulundurarak. Şimdiye kadarki favorim tabii ki Alfonso Cuaron'un yönettiği 'Azkaban tutsağı' idi.

David Yates'in yönettiği bu son film ise bence 'kötü bir roman uyarlaması' olarak değil, 'başarılı bir sinema filmi' olarak algılanmalı. IMAX 3D'de izlemenin de etkisiyle sinemanın bana sunduğu bütün nimetlerden bu filmi izlerken bol bol faydalandım. Kahkaha da attım, gözyaşı da döktüm. Özellikle kitapta da en çok sevdiğim ve etkilendiğim 'The Prince's Tale' bölümünde. İçime dokundu o sahneler, beni derinden etkiledi. Ve bütün bu sebeplerden dolayı, bu filmin Harry Potter serisine yakışan bir final olduğunu ve izleyiciyi de kesinlikle tatmin edici bir son olduğunu düşünüyorum.

Benim için gerçekten de çocukluk değil ama belki gençliğimin önemli bir kısmı bitiyor bu serinin bitmesiyle.. Bu filmi izledikten sonra Harry Potter serisinin ve romanlarda yer alan her bir karakterin benim için ne kadar önemli olduğunu tekrar hatırladım. J.K. Rowling'e bize böylesine sevgi dolu, böylesine sihirli bir dünyanın kapılarını açtığı için teşekkür ettim yeniden.

Benim için en mutluluk verici şey ise, kızım anlayacak yaşa geldiğinde onunla birlikte bu seriyi tekrar okumak, birlikte gülmek ve ağlamak olacak!








(Bir sonraki yazının konusu: Bebeklikten çocukluğa geçtiğinde kızıma hangi kitapları okumak isterim? Coming soon... :)

Friday, July 15, 2011

Bazen

Bazen beynim fazla hızlı çalışıyormuş gibi geliyor, başım dönüyor. Yani düşüncelerimin hızına kendim bile yetişemiyorum desem? İşin kötüsü konuşurken de oluyor bu ve aşırı hızla, aşırı bir tutkuyla ve ellerimi kollarımı sallayarak, nefes nefese konuşuyorum. Bazen konuşma hızımın bile düşünme hızıma yetişemediğini bile hissediyorum. Umarım karşımdakilerin de başı dönmüyordur bu durumdan.

Bazen..zaman fazla hızlı akıyor gibi geliyor, başım dönüyor. Dünya üzerinde o kadar çok sevdiğim insan, onca yapılacak şey, kafamda o kadar çok proje, okunacak o kadar çok kitap, yazılacak o kadar çok makale ve yazı var ki.. Düşündükçe heyecanlanıyorum, kalbim güm güm atıyor, heyecanım kalbimden taşacak gibi oluyor.

Bazen.. insanları öylesine yoğun seviyorum ki, elle tutabildiğimi hissediyorum o sevgiyi. Heyecanım gibi sevgim de yüreğime sığmıyor.

Bazen, gece çok karanlık, kabuslar çok korkunç, hayat çok anlamsız geliyor. Bazen ise tam tersi çimen daha bir yeşil, güneş daha bir parlak, gökyüzü daha masmavi geliyor gözüme. Yaşama sevinciyle doluyorum. Hayat da bu iki duygu arasında gidip gelmek değil mi, çoğu zaman?

Bazen, düşünür insan..Kendiyle başbaşa kalıp, kendini dinler. Sessizliği ister.

Bazen de hiç bir şey düşünmeden yazmayı. Sadece yazmayı.

Saturday, July 2, 2011

Geri döndük!



Sıkıntılı ve stresli bir Mayıs ayından (Mayıs sıkıntısı!) sonra, Türkiye tatilimiz iyi geldi bize.

Kızım ilk (ve ilk okyanus aşırı) uçuşunu yaptı. İlk defa deniz otobüsüne, vapura, füniküler'e bindi!

Güzel yemekler yedik, güzel insanları, sevdiklerimizi gördük, uzun sohbetler ettik onlarla. Uzun zamandır görmediğim dostlarımı gördüm. Hasret giderdim bol bol.

İstanbul'u, Moda'yı, gençliğimin geçtiği sokakları arşınladım, gezdim. Canımın çektiği bütün 'lezzet durakları'na uğradım, Kırıntı'da mantarlı etli dürüm de yedim, Ali Usta'da dondurma da, Saray'da kazan dibi de! İçimde ukde kalmamış oldu :)

1999 yılından itibaren çektiğimiz 'Ev videoları'nı izledim, gülmekten gözlerimden yaşlar geldi. Zamanın nasıl ve nasıl acımasız bir hızla geçtiğine hayret ettim tekrar.

Evimizdeki eski kitaplarıma baktım, dokundum, bazılarının bazı bölümlerini yeniden okudum. Yıllar boyunca biriktirdiğim anıları koyduğum 'Anı kutusu'ndan geçmiş günlüklerimi, karaladığım şiirleri, yıllar boyunca annemle birbirimize yazdığımız mektupları, arkadaşlarımdan bana gelen mektupları...hepsini çıkarıp tekrar okudum. Ergenlik ve gençliğim, ve o sırada dert ettiğim çoğu önemsiz onlarca şey gözlerimin önünden geçti.. 15 sene önceki kendime baktım bir pencereden, gülümsedim. Kızım da bana böyle mektuplar yazar mı acaba ileride? Bu ihtimali düşünürken de gülümsedim!

Dünyanın en büyük hazinesi, güzel anılarımızdır herhalde. Kimsenin bizden alamayacağı, beynimize kazınmış olan, yüreğimizin en derin yerinde duran o sihirli 'anlar'.. Türkiye'de böyle anlarımıza bir çok an daha ekledik.

Sonra da kızımızla kırlangıçlar gibi uçarak şehr-i Chicago'ya geri döndük.

Yaz güzel başladı. Böyle devam etsin!

Tuesday, May 31, 2011

Hey!

Dünyanın her yanından benim için dua eden, tanıdığım ya da tanımadığım, beni düşünüp bana iyi dileklerini ve pozitif enerjilerini gönderen onlarca güzel insan var benim etrafımda!!

Mücevher nedir ki, yakut, elmas, altınlar nedir ki?

Asıl hazinem: Beni düşünen, seven, sevdiğim insanlar. Güzel insanlar.

Ne başardıysam sizin dualarınız, iyi dilekleriniz, desteğiniz sayesinde.

Tez sunumumu başarıyla geçtim. Doktorayı almama sadece bir adım kaldı. Teşekkürler! : )

Monday, May 30, 2011

Bunu okuyorsanız

Sevgili okurlarım

Bu yazdıklarımı okuyorsanız, yarın (31 Mayıs Salı günü) Chicago saatiyle sabah 10:00da, İstanbul saatiyle saat akşam 6:00da, benim için dua edebilir misiniz? Tez sunumumda manevi yardımınıza ve desteğinize çok ihtiyacım var.

Çok teşekkürler! : )

Saturday, May 21, 2011

Sahilde


Gölün üzerini kesif bir sis kaplamış. Öyle kesif ki, sanki uzansam dokunabilirim. Her taraf çok huzurlu bir sessizliğe bürünmüş. Sadece arada sırada martıların çığlıkları sessizliği yırtarak yankılanıyor kayalarda.

Kızım bebek arabasında uyuyor. Sahil boyunca yavaşça, acele etmeden yürüyorum. Anne-kız, sahilde tek başımızayız. Kendimi dinliyorum, dünyanın nefes alıp verdiğini hissedebiliyorum adeta.

2 saat kadar yürümüşüm kızımla. Zaman nereye gitti anlamadım.

Akşam eve geldiğimde güneşli bir gün olmamasına rağmen yüzümün güneşten yanmış olduğunu farkettim. Sis güneş ışınlarının etkisini arttırıyor mu acaba? Yine de mutluluk..

Wednesday, May 18, 2011

Bir Mantı hikayesi!

Anneannemiz ve annemiz mantı yaparken ben de belgeledim! :)


Wednesday, May 4, 2011

Eğitimin gücü

Trabzon'da bir ufak köyde doğan, sadece ilkokul mezunu bir kadın.. Minyon, ufak tefek, ama çelik gibi kuvvetli bir azme sahip olan, küçük ama dev bir kadın. İleri eğitimin safhalarından geçmese de kendince dünyayı öğrenmiş, aklı ve zekası çok keskin, çok zeki bir kadın.

Bu kadın, kocası ve çocuklarıyla İstanbul'a göç eder. Evi, dünyasıdır. Evinden çok dışarı çıkmaz. Evinin içinde yemekten çamaşıra, temizlikten dikişe kadar herşey ona bakar.

Bu kadın, çamaşır makinesi, kurutma makinesi, elektrikli ütü ya da bulaşık makinesi olmayan bir devirde, hazır bezlerin, hazır kıyafetlerin alınamadığı bir devirde, merkezi ısıtma olmayan sobalı bir evde, tek başına 4 çocuk yetiştirir. Her birini normal ve ağrı kesicisiz doğumlarla doğurur, hepsini tam 1 sene emzirir, yemeklerini yapar, kıyafetlerini kendi elleriyle diker. Eşi ve misafirleri için günde bir kaç çeşit yemeği eksik etmez. O zamanlar babalar çocuklarıyla da ilgilenmiyor ki! Hiç kimseden yardım almadan, eşinden bile hiç bir yardım görmeden (çocuklarının başını bile okşamaktan korkan eski erkeklerden bahsediyorum burada, onlara dokunmaya bile çekinen) dört çocuk yetiştirir. Azmiyle, çalışkanlığıyla, o dört çocuğu da, o zamanlar Türkiye'nin en büyük ve iyi üniversitelerinden olan İstanbul Üniversitesi'nden mezun eder.

Kadının kızlarından biri, ekmeğini eline alır, o da en az annesi kadar azimlidir. Çalışır, çabalar, kendi işini kurar, kendi eczanesinde yıllarca gıkını çıkarmadan, azimle, sebatla, sabah 8-akşam 8 ve haftada 6 gün gibi korkunç bir tempoyla ve yoğunlukta çalışır. Çalışırken bir de iki çocuk doğurur, önce bir kız, dört sene sonra bir erkek. O da hiç kimseden yardım almadan, gerekirse kızını eczaneye götürerek, çocuklarını nöbetlerdeki uzun geceler boyunca üst katta uyutarak, küçük kuzular gibi nereye gitse peşinden sürükleyerek, şefkatle, azimle, sebatla büyütür.

Kendi biricik kızını da kendi değerleriyle büyütür kadın, ona Türkiye şartları içinde sahip olunabilecek en iyi eğitim imkanlarını sunar.. Kız da büyük bir aşkla sever okumayı, yazmayı, okulunu.. Öylesine çok sever ki, eğitime ve öğrenmeye, kendini geliştirmeye devam etmek, belki bir gün öğrendiklerini sonraki nesillere aktarmak ister üniversiteden sonra bile.. Üniversitede derslerin, ders dışı aktivitelerin, bütün yoğunluğunun ortasında GRE ve TOEFL sınavlarına girer, hocalardan tavsiye mektuplarını toplar, A.B.D'nin en iyi 6 üniversitesinin lisansüstü programlarına başvurur.

Bir Mart sabahı, kocaman, güzel bir zarf gelir bu kıza postadan. We are pleased to inform you..' diye başlayan bir mektup çıkar içinden, bir de broşürler ve kayıt belgeleri.. O üniversitelerin birinden kabul gelmiştir, 'sizi kampüsümüzde görmekten mutluluk duyacağız' diye yazmıştır fakültenin dekanı o kıza. Kız mutluluktan havalara uçar.

Yeni bir maceraya başlamak üzere hayatında ilk defa ailesini ve bütün sevdiklerini, arkadaşlarını, tanıdıklarını geride bırakıp okyanus ötesine uçar kız.

Şimdi bu kız, hani o Trabzon'da küçük bir köyde doğan, ilkokul mezunu kadının torunu, A.B.D'nin en iyi üniversitelerinden birinde tam burslu doktora yapmakta.

Trabzon'da bir ufak köyde doğan, sadece ilkokul mezunu olan, minyon ama çelik gibi kuvvetli bir azme sahip olan, küçük ama dev kadın.. Kendi çocuklarına verdiği eğitimle, torununun kaderine de yön vermiş olan o elleri öpülesi kadın, benim anneannem. Onun Trabzon'da başlayan hikayesi, eğitimin gücü sayesinde benimle birlikte dünyanın öteki ucunda, Chicago'da devam ediyor.

Eğitimin gücü, dünya üzerindeki bütün güçlerin toplamından daha muhteşem, daha etkili, daha büyük.

Kendi çocuklarına azmiyle, çalışkanlığıyla, bu imkanları sunan, kızlarına da en az oğulları kadar iyi eğitim imkanları sağlayan, bu sayede benim hayatımı da şekillendiren güzel yüzlü, mis kokulu, akıllı, tatlı kadın. Canım anneannem. Emeklerinin boyutunu, çabanın büyüklüğünü, şimdi kendi kızımı büyütürken anlıyorum.

Anlıyor ve seni çok seviyorum. Kutlu olsun 'anneler günü'n. Işık dolsun her günün.

Wednesday, April 27, 2011

Aklıma geldi

Ölüm diye bir şey olmasa, ya da ölüm öyle bir şey olsa ki,:

ben sevdiklerimin hepsine birden sarılsam.. hep birlikte Chagall resimlerindeki gibi kucaklaşmış bir sevgi kümesi halinde mutlulukla gökyüzüne doğru uçsak.. aynı anda..

Böylece sevdiğim hiç kimseden ayrılmak zorunda kalmasam.

The King's Speech

Bu enfes filmle ilgili söyleyeceğim 3 şey var:

1) Geoffrey Rush
2) Geoffrey Rush
3) Geoffrey Rush :)


Friday, April 22, 2011

Anlar - 6

Kuzenimin düğününde, 'kabile' diyebileceğim büyüklükte ailemizle birlikteyiz. Herkes coşuyor, eğleniyor. Onlarla çok seyrek bir arada bulunabildiğim zamanlardan biri olduğu için ben de çok mutluyum. Güzel müzikler, güzel yemekler, güzel sohbetler.. İnsan, sevdikleriyle olunca yaşam enerjisi ne kadar da artıyor. Gurbette olmanın en büyük zorluklarından biri de bu.. Küçükken kocaman bir ailenin içinde büyümüş olan ve etrafımda hep çok sayıda kuzen, hala, dayı, amca..vs olmasına alışmış olan beni, Amerika'ya gelince en çok buradaki yaşamın yanlızlığı ve soğukluğu zorlamıştı..

Çok güzel bir müzik çalmaya başlıyor.. Andrea Bocelli'den Besame Mucho..Kadife gibi sesi içimize işlerken, ayağa kalkıyorum. 'Gençler masası'ndan annemle babamın oturduğu masaya gidiyorum. Yüzümde gülücükler, içimde sevinç, canım babacığımı dansa kaldırıyorum :)

Andrea Bocelli söylüyor, biz babamla dansediyoruz, uzun ve bordo renkli elbisemin etekleri uçuşuyor.. Bir rüyada gibiyim. Ne kadar mutluyum, babamı ne kadar çok seviyorum. İçimdeki sevginin büyüklüğü beni korkutuyor. Yüreğimden taşacak gibi oluyor bazen. Biliyorum ki bir hafta sonra yine ondan ayrılıp okyanus ötesine uçacağım. Bunu bilerek, o anı yakalamaya, güzel bir mücevher gibi elimde tutmaya çalışıyorum. O anı, hep hatırlayacağım, hiç unutmayacağım mutluluk anlarının içine katıyorum.

Eminim ki benim kızım da kendi babasını en az benim babamı sevdiğim kadar sevecek. Ama umarım benim olduğum kadar uzakta olmaz babasından...

Thursday, April 7, 2011

Anlar serisi yazılarım

'Anlar' serime devam etmek, hayatımda beni mutlulukla dolduran bütün güzel anları kayda geçirmek istiyorum..

İnsan hayatı hem çok uzun, hem de çok kısa. Bize kalansa sadece mutlu olduğumuz, bizi yaşama sevinciyle dolduran 'anlar'dan ibaret. Öyle ki, hayatı yaşamaya değer kılan bazen sadece bu anlar oluyor: küçük birer mücevher gibi hafızamızın kadife kaplı kutusunda taşıdığımız, ve mutsuz olup keyfimizin kaçtığı zamanlarda yerinden çıkarıp, parlatıp, ışıldamasını izleyerek tekrar keyiflendiğimiz.. Ve tekrar yerine koyduğumuz.. Asla bozulmayan, eskimeyen, bir elmas gibi ışıl ışıl parlayan, mutluluk dolu anlar.

Benim için önemi olan bu anları okuyucularımla paylaşmaya devam edeceğim.

Sunday, March 27, 2011

Anne olmak

Hayatınızın değişmesinden çok, eski hayatınızın bitip, yeni bir hayatın başlamasıymış. Önceden yaptıklarınızın size adeta 'başka bir hayat' gibi gelmesiymiş. O doğduğu günden itibaren yeni bir varoluşta kendini onunla birlikte yeniden doğmuş gibi hissetmekmiş.

Başınıza gelen aynı zamanda hem en korkutucu, hem de en muhteşem şeymiş. En büyük endişeleri de, en büyük mutlulukları da onun sayesinde yaşamakmış.

Kendi canının önüne başka bir can geçmesiymiş. Onun bir gülümseyişiyle içinizin eriyip ona akmasıymış. Onun tek bir gözyaşının yüreğinizi delip sizi kor gibi yakmasıymış.

45 dakika boyunca güzel yüzünü izleyip, sıkılmamakmış. Kollarının arasında gerçek bir melek tuttuğunu bilmek, bu mucize için Allah'a şükretmekmiş. Kurabiye kokulu ellerini koklamak, akça pakça yanaklarına dudaklarını sürmek, mis kokulu gıdısına burnunu gömmek.. ve saatlerce öylece kalmak istemekmiş.

Anne olmak, tahmin edebileceğinizden çok daha fazla sevmek, sevmek, ve daha çok sevmekmiş. O sevginin yüreğinizden taşacak gibi olması, yüreğinizi patlatarak parçalara ayırmasından korkmanızmış.

Anne olmak, hayal edebileceğinizin çok ötesinde bir yoğunlukta yaşamakmış sevinci, acıyı, mutluluğu, korkuyu..

Anne olmak, hiç kimsenin sizi hazırlayamayacağı, ancak yaşanınca anlaşılan, bir garip halmiş, canını yavrusunun canına katan, kendini herşeyden geriye atan, yüreği yavrusu için çarpan..

Annelik itinaymış, emekmiş, özenmiş. Her yeni günün sabahında, bir mucizeye uyanmakmış.

Sevgiymiş annelik, kocaman bir yürekmiş en nihayetinde.

Bilemezdim.

Friday, March 18, 2011

A Single Man


Pek sessiz, sakin, 'kendi halinde', pek güzel bir film..Görsel detaylar enfes, renk kullanımı enfes.. Bir modacının elinden çıkmış olduğu belli.

Çok meşhur olmamasına ve konuşulmamasına rağmen bence çok başarılı bir film. Hakkı olan ilgiyi görememiş, hakettiği değer gösterilmemiş bir film.

Colin Firth'in oyunculuğunu zaten çok beğeniyorum. Julianne Moore'un keza öyle. İkisi bir araya gelince şiir gibi bir film olmuş. İzledikten sonra ağzınızda buruk ama tatlı bir hüzün bırakan. Hayatı, yalnızlığı, ölümü sorgulatan.

2009un en güzel filmlerinden biri, A Single Man. Colin Firth'i bir de he King's Speech'te izlemek için sabırsızlanıyorum.

Monday, March 14, 2011

İki soru



The Bucket List adında, sıradan gibi görünen ama benim içimi ısıtan ve pek sevdiğim şu filmde Morgan Freeman'dan duydum ki:


Eski Mısır'da, öldükten sonra öteki dünyada cennetin kapısında bize sorulacağına inanılan iki soru şuymuş:

- Have you found joy in your life? (Hayatınızda mutluluğu buldunuz mu?)
- Has your life brought joy to others? (Sizin hayatınız, başkalarına mutluluk getirdi mi?)

Bu iki soruyu soralım kendimize.. Düşünün bakalım, ne cevap verirdiniz?

Saturday, February 26, 2011

Black Swan




Uzun zamandır böyle bir film izlemeye hasrettim sanırım.. 'Böyle bir film'den kastım, insanın içine işleyen ve ruhuna dokunan, oyunculuklarıyla hayran bırakan, estetikliğiyle göze, müzikleriyle kulağa hitap eden, sağlam bir drama filmi. 'Siyah kuğu' bütün beklentilerimi fazlasıyla karşıladı. Belki de uzun zamandır sinemaya gitmemiş olduğum içindir, bilemiyorum, ama ben gerçekten beğendim. Darren Arronofsky'nin kendine has tarzını ve Clint Mansell'ın müziklerini özlemişim!





Bir balerinin, ama aslında bence çok başarılı olmak zorunda olan ve sürekli gözönünde olan bütün mükemmeliyetçi ve hırslı insanların üzerindeki korkunç stresi, kendilerini nasıl yiyip bitirdiklerini çok güzel yansıtmış Natalie Portman. Ki kendisi zaten 'Leon' günlerinden beri gözde oyuncularımızdandır. En son 'Paris Je T'aime'de izlemiş ve oradaki rolüne de bayılmıştım. 'V for Vendetta'da da çok başarılı bir oyunculuk sergilemişti bence. Ama bu filmde bence gerçekten hayatının en önemli oyunculuklarından birini sergilemiş. Oyunculuğundan bu role ne kadar hazırlandığı ve ne kadar özümsediği açık seçik belli oluyor. İzlerken, Leon'daki küçük kızın nasıl azimli ve ne istediğini bilen bir genç kadına dönüşmüş olduğunu farkettim. Bence Natalie Portman'ı ileride daha da zor, daha da altından kalkması güç rollerde de göreceğiz. Ve hayran kalacağız yine oyunculuğuna. (Bence Oscar'ı alır ama bilemiyorum tabii, Oscar bu, her şey olabilir!)

Bir de filmde Natalie'nin ne kadar çok zayıflamış olduğu gözlerden kaçmıyor. Resmen kaburgaları sayılıyor yahu! Acıdım kızcağıza. Sanırım 50 kilodan 40 kiloya düşmüş bu role hazırlanmak için. Profesyonel bale eğitimi de almış.

!!!!! Filmi izlemeyenler bundan sonrasını okumasın !!!!!


Benim için filmin en etkileyici kısmı 'catharsis' diyebileceğim son sahnesiydi (Kuğu Gölü balesi'nin sahnelenmesi ve balerinin sonunda Siyah Kuğu'ya dönüşmesi). Çaykovski'nin bestesinin güzelliği ve balenin estetiği birleşip sinema perdesine yansıyınca muhteşem bir sahne çıkmış ortaya. Seyretmeye doyamadım.

Bu senenin en iyi filmlerinden biri 'Black Swan'..En sevdiğim yönetmenlerden birinin filmi olması da cabası. Darren Arronofsky, insan ruhunun en karanlık köşelerini keşfetmeyi ve bize sunmayı çok iyi başarıyor.

Monday, February 21, 2011

Yoga


Vücudumun ve ruhumun yepyeni bir döneme girmesini 'kutlamak' için yeni bir egzersize başlamam gerekiyordu. Oldum olası spor salonlarından, makinelerden nefret ettim. Hamster gibi olduğun yerde koşmak ya da bisiklet çevirip durmak da bir süreden sonra o kadar sıkıcı oluyor ki.. Gözüm koşu bandının saat hanesinde, 5 dakika oldu, 6 dakika oldu, 7 dakika oldu...Geçmek bitmiyor zaman. Sıkıntıdan patlayacak gibi oluyorum. Mutlaka bir noktada artık pes edip egzersizi bırakıyorum. Açık havada yürümek ya da koşmak gibisi yok (hava elverişliyse tabii)



H
er gün yaptığım yarım saat-45 dakikalık yürüyüşler de iyi güzel ama vücudu 'tone' etmeye yani biçimlendirmeye yetmiyor. Ben de iki haftadır Pazar günleri Yoga yapmaya başladım. Evimize çok yakın bir stüdyoya gidiyorum. Hamilelikten sonra iyice zayıflamış olan karın ve sırt kaslarıma, hem bedenime hem ruhuma ilaç gibi geldi.

Açıkçası ben Yoga'yı, kendim başlamadan önce sadece esneme hareketlerinden oluşan, çok 'kolay' bir egzersiz sanır ve aşağılardım (Açıkçası Yoga'daki bazı hareketler, Ommmm diye kendinden geçmeler, nefes egzersizleri ve 'Namaste' selamları filan bana özellikle ilk Yoga dersimde Cem Yılmaz'ın şu videosunu hatırlatıyordu ve içimden kahkahalarla gülmek geldiği halde kendimi tutuyor, yoga hocasına bakıyor ve gülmemek için dudaklarımı ısırıyordum!).



Ama meğerse hiç de öyle göründüğü gibi değilmiş. Gayet boncuk gibi terleten, bazı pozlarda kasların yandığını, bütün kasların ayrı ayrı kullanıldığını hissettiren bir spormuş Yoga. 1 saat egzersizin çoğunu zaten yukarıda görülen 'Downward facing dog' (Ardho Mukha Svanasana) ve 'Plank Position' (Chaturanga) duruşlarında geçiriyorsunuz. Bu duruşları bozmadan dakikalarca tutmak hiç de kolay iş değilmiş. Ama insan gittikçe alışıyor ve vücudunun her bir kasının ayrı ayrı toparlanıp biçimlendiğini hissediyor zamanla. Buna nefes egzersizleri ve rahatlama teknikleri eklenince de 1 saatlik yoga seansının sonunda gerçekten 'pamuk gibi', hem ruhen hem bedenen inanılmaz rahatlamış şekilde evin yolunu tutuyorum.

Yoga'nın ana teması sanırım vücudunun, nefes aldığının, yaşadığının ve vücut uzuvlarının her birinin ayrı ayrı 'bilincinde olmak'. Bu da kendinizi daha iyi tanıyarak stresinizi atmanıza çok yardımcı oluyor. Bütün o 'yaşam enerjisi', 'Kalp çakrası', 'üçüncü göz'...vs muhabbetleri ne kadar doğrudur bilemem ama Yoga'nın en azından nefes ve egzersiz kısmının, bana çok iyi geldiğini söyleyebilirim! Yapmakta olduğunuz spordan bıkıp usandıysanız, yeni bir şey denemek istiyorsanız, hatta hiç egzersiz yapmıyorsanız ve başlamak istiyorsanız bile mutlaka tavsiye ederim. Derste gördüğüm 45-50 yaşındaki 90 kiloluk teyzeler bile Yoga yapabiliyorsa, siz de eminim yapabilirsiniz! :)


Thursday, February 17, 2011

Güzel melek

'Hayatınız değişecek' dediler..

'Bugünleri çok ararsın' dediler..

'Vaktin varken uyu', 'yapabiliyorken keyif yap', 'bu son zamanların kıymetini bil' dediler..

Dediler, bir sürü şey söylediler..

Sonra sen geldin. Bir mucize gibi, beklenmedik bir günde gökyüzünde beliriveren gökkuşağı gibi geldin.

Odadan içeri girdim. Baktım. Dünyanın en güzel meleği, melek uykuları uyuyor.

Nefesi cennet kokuyor. Süt, bal ve kaymak kokuyor.

Sordum meleğime: 'Nereden geldin? Seni hak etmek için ne yaptık biz?'

Gülümsedi, bir melek gülümseyişiyle..Yumuşacık bulutlar gibi, sabah çiy taneleriyle parıldayan yapraklar gibi, hiç unutmak istemediğimiz güzel masallar gibi gülümsedi.

Sensiz nasıl yaşamışız biz, güzel melek..Nasıl varolmuşuz..

Aslında bunca zaman, senin yüzünü görmeden sana hasretmişiz.

Değişti hayatımız.

Azaldı uykularımız.

Altüst oldu dünyamız.

Bilmiyorlar ki, melek..

Bütün uykusuz geceler, bütün yorgunluklar, bütün zorluklar..

Senin güzel gülümseyişinde erir..

Biz, sende varoluruz. Seninle tam oluruz.

Hoşgeldin, melek.

Thursday, February 10, 2011

Çalışan kadınlar ve 'Ev kadınları'



Bu bir itiraf yazısı. Aslında hem itiraf, hem de özür yazısı. Bir insanın fikirlerinin, düşüncelerinin zamanla nasıl değişebileceğine de çok iyi bir örnek bir de.

Haftada 6 gün, günde 10 küsur saat çalışarak 2 çocuk yetiştirmiş bir annenin kızıyım. Kendim de üniversitenin üzerine iki master bitirmiş, şu anda doktorasını alma yolunda ilerleyen, 'entel' tabir edilen tayfadan, 'modern bir genç kadın' tanımına uyuyorum.

Hayatım boyunca çalışmanın bir kadını yücelttiğini, ona onur ve gurur kaynağı olduğunu, kendi ayakları üzerinde durabilmenin ve ekonomik özgürlüğünü kazanmanın her şeyden önemli olduğunu düşündüm. Hala da böyle düşünüyorum tabii ki.

Ama farkediyorum ki aynı zamanda hayatım boyunca 'ev hanımı' diye tanımlanan, evde bütün gün kalıp çocuklarına bakmayı seçen, ömrü 'ev işi' ile geçen kadınları - belki bilincinde olmayarak - aşağıladım ve yargıladım. Çalışan kadınlar elbette onlardan üstündü! 'Ev hanımları' ise kolay olanı seçiyorlar, çalışabilecekleri yerde 'evde oturup' çocuk bakmayı yeğliyorlardı. Bundan kolayı mı vardı! Hatta evde oturup çocuk bakmayı seçen akranlarım için 'işi gücü yok, evde oturup baksın çocuklarına elbette' diye düşünmüşlüğüm bile vardı!

Kendim çocuk sahibi olunca, 3 aylığına okuldan izin alınca ve evde her zamankinden çok zaman geçirmeye başlayınca, çocuk bakımı ve ev işleri (ki bir çok yardım edenim var, çok şükür) sorumluluğu omuzlarıma binince, kafama dank etti a dostlar.

Beynimde bir şimşek çaktı ve kendimden utandım!

Dünyanın en zor işlerinden biriymiş meğer, 'ev hanımlığı' diye aşağıladığım meslek! İnsan bütün gün evde olunca ne iş bitiyormuş, ne uğraş. Bir bebekle (ve çoğu durumda birden çok çocukla) uğraşmak, bakımını üstlenmek, aynı zamanda evin çığırından çıkmasını engellemek, kendi bakımını da bu arada ihmal etmemek...sorumlulukların en büyüğü imiş.

Çalışan kadınlar en azından evden çıkıyorlar her gün, giyinip, makyaj yapıyorlar, bu sayede kendilerini daha iyi hissediyorlar. Başka insanlarla sosyalleşip, 'agu'dan çok daha geniş bir kelime dağarcığı olan bir çok yetişkinle konuşuyor, başka sosyal çevrelere giriyor, toplumla içiçe, iletişim halinde oluyorlar. Çok daha aktif, hareketli, sosyal bir yaşamları oluyor.

'Ev hanımları' (ya da 'ev anneleri') ise (çoğunlukla) dört duvar arasında, kendilerini bekleyen onlarca işin ve sorumluluğun tam ortasında, dertlerini kendi çocuklarından başka paylaşacak kimse yokken, bütün gün tek başlarına uğraşıyor, didiniyorlar. Azimle.

Hiç kimse de onlara bütün bu çabaları için bir maaş, bir izin, bir tatil, bir ikramiye vermiyor üstelik. 'Bedava işçi' olarak çalışıyorlar, her gün 'mesaiye kalıyorlar', çalışma saatlerinin bir sınırı yok. Gündüz saat 2de de, gece sabaha karşı 3te de çalışmaya hazır ve nazırlar.

Bugüne kadar yargıladığım, tepeden baktığım, aşağıladığım bütün 'ev hanımları'ndan özür diliyorum.

Meğerse sizin işiniz ne zormuş. Meğerse bunca zaman size ne kadar haksızlık etmişim! Meğerse insanın çok bilmediği bir konuda atıp tutması, konuşması ne kolaymış!

Ev hanımları, itiraf ediyorum, işiniz en az çalışan kadınlar kadar, hatta belki onlardan daha bile zor.

Affınıza sığınıyorum!

Saturday, February 5, 2011

Sen büyürken

Sen büyürken, her anın, her gülümsemenin, her bakışmanın, her nefesin tadını çıkarmaya çalışıyorum.

Çok iyi biliyorum ve farkındayım ki sen hiç bir zaman bu kadar küçük olmayacaksın. Bu günlerin bir daha asla geri gelmeyecek. Seni göğsüme yatırıp mis kokunu içime çektiğim bu günler tekrarlanmayacak. Büyüyüp de kendini öptürmeyeceğin, pıtır pıtır kaçışacağın günler çok çabuk gelecek :)

O yüzden, şimdi, şu anda, bugün... Hiç beklemeden, senin bebekliğinin keyfini çıkarmak, bugünlerin değerini bilmek istiyorum.

Asla 'Bir an önce büyüse keşke' diye düşünmedim. Bugün, şimdi, şu an, o kadar güzel ki..

Tabii ki sağlıkla büyü sen yeter ki... ama sana sesleniyorum zaman, çok da çabuk geçme sen, olur mu?

Saturday, January 29, 2011

Yeni mahallemiz

Chicago'da uzun zamandır oturduğumuz, şehrin en güney mahallelerinden biri olan Hyde Park'tan taşındık geçen sene. Yaklaşık yarım senedir Rogers Park adındaki, Chicago'nun en kuzey mahallesinde oturuyoruz. Burası gerçekten canlı, şehrin bütün olumlu yanlarından yararlandığımız (toplu taşıma seçeneklerinin gayet fazla olması, yürüyüş mesafesinde kafeler, restoranlar, kitapçılar, kuru temizlemeciler, sinema salonu ve bir çok küçük dükkanın varlığı...vs) ama şehir merkezi kadar pahalı olmayan bir mahalle. Yeni mahallemizi gerçekten çok seviyoruz, en son anket sonuçlarına göre de Chicago'nun en çeşitli milletlerden insanın yaşadığı mahallesi seçilmiş (İngilizce'de 'diverse' deniyor.) Rogers Park'ın, burada olan etkinliklerden, yeni açılan restoran, kafelerden...vs haberdar olmamız için sürekli güncellenen bir web sitesi de var. Rogers Park aynı zamanda Chicago'nun köklü üniversitelerinden olan Loyola Üniversitesi ve kampüsüne de ev sahipliği yapıyor.

Mahallemizden bir kaç fotoğrafla birlikte etrafımızı tanıtmak istedim Gece Yolculuğu okurlarına. Bu fotoğraflar, Chicago'nun çok daha hoş bir şehir haline geldiği yaz mevsiminden!


Bu evimizdeki en büyük şansımız, evimizin biraz ötesinde, (gerçekten bir kaç adım ilerisinde) çok güzel bir plaj olması. Yazın, Michigan Gölü boyunca Chicago'nun her yerinde cıvıl cıvıl dolup taşan bu plajlar, bu şehirde göle yakın yaşamanın en güzel yanı (ve açıkçası yaz mevsimi hayaliyle kışın dondurucu soğuklara dayanabilme sebebi!)


Plajımızdaki iskeleden Chicago şehir merkezi (özellikle açık havalarda) çok güzel görünüyor.


Mahallemizin hınzır sincapları!


Müzik aletleri satan ve müzik aleti çalma dersleri verilen güzel bir dükkan..



Ve çok güzel gitarlarla süsledikleri camekanı..





Mahallemizde çok güzel bir ikinci el kitapçı / sahaf dükkanı da var. 'Armadillo'nun Yastığı' adında! Benim gibi bir kitap kurdu için bulunmaz bir kaynak. Amerikada hep olduğu gibi kullanılmış kitaplar burada da epeyi ucuz, 2-3 dolara epeyi güzel kitaplar bulunabiliyor.

Sahil yolundan ve plajımızdan bir kaç manzara:













Karadenizden 'hallice' büyüklükteki Michigan gölü!






Rogers Park'ta yaşayan ailelerin hep birlikte süsledikleri, herkesin ayrı bir bölümünü boyadığı duvar.

Mahallemizin canlılığını ve kozmopolitliğini çok seviyorum. Büyük bir şehirde yaşamanın en güzel yanı, sürekli aktif olan ve yaşayan, canlı kalan bir yerde oturabilmek. Dışarı çıkıp sahilde temiz hava alabilmek, yürüyerek bir kafeye gidebilmek, bir kaç insan yüzü görebilmek. Bir İstanbullu olarak deniz görme hasretimi de Michigan Gölü ile gideriyorum çok şükür! Tabii ki bizim Boğaz'ımızın güzelliğinin yerini alamaz ama, ne yapalım :)

Tuesday, January 25, 2011

Bir Yolculuk

Değiştim ben, aynı değilim artık.
Bir yolculuğa çıktım Nisan ayı başında. İçimde bir hayatı büyüttüm. Bir can filizlendi candan içeri. Canımın canı oldu, yüreğim onun yüreği oldu, onun için çarptı heyecanla.
Değiştim, kendimi yeniden buldum. Yolculuk boyunca hayatı sorguladım, kendime döndüm, içimdeki canı dinledim, değiştim, çok değiştim.
Anne oldum.

Canımın canı annemle oturmuş konuşuyorken...
İçimdeki o sonsuz endişe ve merhametle karışık sevgiyi kastederek:
'Artık hayatının sonuna kadar bundan kurtulamayacaksın.' dedi. 'Anne oldun.'
Korktum. Ürperdim.

Tahmin bile edemeyeceğim kadar büyük bir sevgi.. Ve endişe. Onun iyi olması için. Onun hep sağlıklı, mutlu, güvende olması için.
Büyüdü yüreğim, kocaman oldu. Beni korkutacak kadar, dünyalar kadar..
Bir kız doldurdu içini, gül yanaklı, gonca dudaklı bir kız bebek.. Bir kız doldurdu dünyamı.

Yine hasret var bana, yine özlem tuttu yollarımı..
Anne oldum, yine kendi annesinden okyanuslar uzakta kalmış bir anne. Acıdı içim, artık bu ayrılıklar, bu özlem biraz fazla geliyor bana.
Acıdı içim, özlem yine yaktı içimi, bu sefer ikiye, üçe katlanarak. Onlar için de bu seferinin en zor ayrılık olduğunu, özlemlerinin ona, yüze katlandığını bilerek. Onların gözyaşlarına karıştı gözyaşlarım.
Acıdı içim, çünkü ben anne oldum, ve aynı insan değilim artık.
Acıdı içim, ve ben en iyi bildiğim şeyi yaptım.
Yazdım.