Monday, March 30, 2009

Rüstem Batum



Benim gibi 80 kuşağı olanlar hatırlar ancak: Çoook eskiden, sanırım Kanal 6 denen bir kanalda, 'BEYNİNİZİ TOKATLAYAN PROGRAM!' sloganıyla reklam yapan bir program vardı. Adı da Rüstem Batum Show'du. Adamcağız ne hikmetse önündeki bir beyni şap şap tokatlar dururdu.

Şu anda kendimi aynen o tokatlanan beyin gibi hissediyorum. 622-1979 yılları arasındaki bütün İslam tarihi beynime sıkışmış durumda. Biliyorum çok az kaldı ama isyanlardayım, napayım. İmdaaaaaat!!!


Sunday, March 29, 2009

Bugün günlerden Pazar


Fotoğraf: Per Ola Wiberg


Ama İngilizce'de 'Sunday' olan, yani 'Güneş günü' anlamına gelen bugün Chicago'da pek de güneşli değil. Hatta şu anda lapa lapa kar yağıyor! İlkbahar yine çok nazlı bu sene, gelmek bilmiyor.

Dışarda yağan karları izliyor ve sözlü sınavım için notlarımı gözden geçiriyorum. Artık Cuma'ya gün sayıyor ve sınavımın biteceği akşamı iple çekiyorum.

Arada sırada cama 'şlop!' diye kocaman kar kütleleri yapışıyor - yukarıdaki pencerenin pervazından eriyip bizimkine düşüyor olmalı. Dışarısı bembeyaz. Daha bir ışıklı gibi sanki.

Bir bardak çayla okumalarıma geri dönmenin tam zamanıdır.

İyi Pazarlar!



Friday, March 27, 2009

Kitap mimi oyunu

Son zamanlardaki yeni keşiflerimden olan ve kaliteli blog'unu çok beğendiğim Sera beni mim'lemiş, ben de fırsat bu fırsat cevap yazayım dedim.

En sevdiğim / etkilendiğim kitap:

Şu yazımda Türk Edebiyatı'nda beni en çok etkileyen kitaplardan bahsetmiş ve alıntılar yapmıştım. O yüzden şimdi de yabancı bir yazardan bahsedeyim.



Böyle bir seçim yapmak inanılmaz zor ama beni en çok etkileyen bilim kurgu kitabını söyleyebilirim en azından. Sadece bir bilim-kurgu değil siyaset, felsefe, politika...vs gibi bir çok alanda bir şaheser olduğunu düşündüğüm Frank Herbert'ın Dune'u. Ortadoğu tarihi ve Arapça'yla çok yakından ilgilendiğim için benim için ayrı bir keyif olmuştu bu kitabı okumak. Kitabın o büyülü dünyasına girip Bedevi Araplarına benzeyen 'Fremen'lerle uzun süre haşır neşir olup o dünyadan çıkamadığımı bilirim. ayrıca hayatımın düsturu haline gelmiş 'korku duası'nın da geçtiği kitaptır Dune. Hemen tekrarlayalım, nedir korku duası:

I must not fear.
Fear is the mind-killer. Fear is the little-death that brings total obliteration. I will face my fear. I will permit it to pass over me and through me. And when it has gone past I will turn the inner eye to see its path. Where the fear has gone there will be nothing. Only I will remain.


Yani:
Korkmamalıyım...
Korku akıl katilidir. Korku toptan yok oluşu getiren küçük ölümdür. Korkumla yüzleşeceğim. Üzerimden ve içimden geçmesine izin vereceğim. Ve geçip gittiği zaman geçtiği yolu görmek için içimdeki göze döneceğim. Korkunun gittiği yerde hiç bir şey olmayacak. Yalnızca ben kalacağım.


Frank Herbert


Sizi korkutan herhangi bir şeye, yeni bir duruma, bir sınava, ya da bir dişçi ziyaretine bile karşı okunabilecek küçük bir 'dua' bu aslında. İçinizden sürekli aynı dizeleri tekrarlamak çok iyi geliyor ve bir süreden sonra uyuşup artık kesinlikle korkmadığınızı anlıyorsunuz!

Kitap yazmak isteseydin ne yazmak isterdin?

Kitap yazmak istiyorum kesinlikle! Ve umarım bir gün yazacağım. Benim yazmak istediğim kitap, bir yaşamöyküsü kitabı olurdu. Tarihteki ilginç kişilerin yaşamlarını güzel bir anlatımla bize aktaran kitapların hayranıyım. Bu yüzden önce gidip o insanla uzun uzun konuşmak, birlikte karşılıklı kahve içip günlerce hayatı hakkında notlar almak ve sonra o notları yazıya dökmek isterdim. Tabii ki hayranı olduğum yazarlar, hayatlarını yazmak isteyeceğim ilk insanlar olurlardı. Mesela Yaşar Kemal, ya da İhsan Oktay Anar, ya da Paul Auster, ya da Toni Morrison.. Harika olurdu onların hayatlarını yazabilmek! Umarım bir gün...

Ölmeden önce okumayı istediğim kitaplar:

Bu liste doğal olarak yüzlerce kitaptan oluşuyor, ama en başta gelen on beş tanesini sayacak olursam:

1 - Don Kişot - Miguel Cervantes
2 - Atlas Silkindi - Ayn Rand
3 - Saatleri Ayarlama Enstitüsü - Ahmet Hamdi Tanpınar
4 - Moby Dick - Herman Melville
5 - Cinler - Fyodr Dostoyevski
6 - Anna Karenina - Leo Tolstoy
7 - İnce Memet - Yaşar Kemal
8 - Mrs Dalloway - Virginia Woolf
9 - Yaban - Yakup Kadri Karaosmanoğlu
10 - Yabancı - Albert Camus
11 - Otomatik Portakal - Anthony Burgess
12 - Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez
13 - Bir Kış gecesi eğer bir yolcu - Italo Calvino
14 - Şeytan ayetleri - Salman Rushdie
15 - Siddharta - Hermann Hesse


Bu liste uzar da uzar.. Okumak istediğim o kadar çok kitap var ki. Ve ben okuma-yazma üzerine kurulu bir meslek seçmiş olmama rağmen ve hayatımı bir kitap kurdu olarak geçirmeme rağmen hala ne kadar daha fazla okumam gerektiğini farkedip duruyorum her geçen gün.

Ben de Nurvenur'u, Arcoiris'i ve Haydins'i mimliyorum :-)

Wednesday, March 25, 2009

Sinema, yine sinema

Bugün sözlüme çalışma ve okuduklarımı tekrar gözden geçirme konusunda motivasyonum yerlerde.. Bu yüzden bari geçtiğimiz ay içinde izlediğim bir kaç filmle ilgili bir şeyler yazayım dedim. Belki yazı yazmak iyi gelir ve ders çalışma konusundaki motivasyonumu tekrar bulurum çıkarırım saklandığı yerden :)

1 - Black Orpheus:



1959 yapımı bu filmin adını ilk defa geçtiğimiz yaz Millenium Park'ta gittiğimiz Bossa Nova konserinde duymuştum. O konserde çalınan bazı şarkıların Antonio Carlos Jobim bestesi olduğu ve bu filmde kullanıldığı söylenmişti. Yunan mitolojisinden Orpheus ve Eurydice'in hikayesini Brezilya'da geçen bir aşk hikayesi şeklinde uyarlamışlar. Rio Karnavalı sırasındaki havayı, o yaşam tarzını merak edenlere çok ilginç gelebilir film. Epeyi eski olduğu için bazı oyunculuklar yapay ve abartılı kaçabilir, uyarmadı demeyin. Film o sene Cannes'da Altın Palmiye ödülü'nü ve A.B.D'de ise En İyi Yabancı Film Oskar'ını almış. Benim filmde en çok sevdiğim şey çocuk oyuncuların diyalogları ve müzikleri oldu. Bir de (burayı filmi izlemediyseniz okumayın) filmin sonunda gitar çalarak güneşin doğmasına 'yardım ettikleri' sahne de çok etkileyiciydi. Filmin müzikleri içinde en enfesi ise tabii ki Manha de Carnaval. Dinlerseniz siz de bana hak vereceksiniz. Bu şarkı beni başka dünyalara götürüyor..

Bu film ayrıca A.B.D başkanı Barack Obama'nın annesinin en sevdiği filmmiş, böyle gerekli (!) bir bilgiyi de eklemeden geçmeyelim :)

2 - Swimming Pool


Fransız yönetmen François Ozon'un bu filmini en iyi özetleyecek kelimeler 'Psikolojik gerilim' olurdu herhalde. Film biraz ağır bir tempoda ilerlemesine rağmen izleyiciyi hiç sıkmıyor, özellikle Fransa'da yazın geçen sahneler çok ilginç.. İnsana yazın o sıcak, gevşek ve tembel havasını çok iyi hissettiriyor film. Orta yaşlı, klasik 'İngiliz leydisi' denebilecek bir kadın yazar, kaybettiği ilham persini bulmak için bir arkadaşının güney Fransa'daki evine gider kısa bir süreliğine. Önce evde tek başına huzur içinde cinayet romanını yazarken, daha sonraları arkadaşının bir kızı olduğunu o kızın bir gece aniden eve gelmesiyle anlar. Aynı evin yüzme havuzunun yüzeyinin sakin olması gibi kadının da sakin olan hayatı bir anda kızın gelişiyle ve hayat tarzıyla sarsılır, dalgalanır. Bundan sonrasında ise film gerçekten çok sürükleyici bence, izleyin görün derim. İlginç ve kesinlikle alıştığımız tarzlardan çok uzak bir film. Filmi sevdim mi sevmedim mi diye kendime sordum bir süre, en sonunda sevdiğime karar verdim.

Ayrıca filmdeki gibi bir ev istiyorum ben de! Şöyle Güney Fransa'da, mis gibi yaz mevsiminin kucağında, pencerelerinden efil efil rüzgarlar esen, geniş ve ferah balkonları olan bir evimiz olsa fena mı olurdu?

3- Fear and Loathing in Las Vegas:


Terry Gilliam'ın daha önce izlediğim tek filmi Brazildi ve hayran kalmıştım bu yönetmenin tarzına. Fear and Loathing in Las Vegas da sürreallikte ve gerçeklikten kopuklukta o filmi aratmadı diyebilirim! Johnny Depp tabii ki harika bir oyunculuk sergiliyor, her zamanki gibi. Zaten ben bu adamın nasıl bukalemun gibi böyle birbirinden farklı rolleri inanılmaz bir hünerle sergileyebildiğine her seferinde şaşırıyorum. Resmen o rolü oynamıyor, o roldeki insan oluveriyor. 'Fear and Loathing in Las Vegas'ta ise beni en çok zorlayan şey o gerçeküstü dünyanın içine tam girememek oldu. Filmin çoğu uyuşturucu 'trip'lerini anlatıyor ve gösteriyor. (Johnny Depp ve Benicio del Toro film boyunca insanın aklına gelebilecek her türlü uyuşturucuyu deniyorlar!!) Tabii benim gibi böyle bir deneyimi olmayan insanlar anlatılanları kavramakta zorlanıyor. Sanki herkesin sarhoş olduğu bir masada tek içmeyen insan olmak gibi bir şeydi benim için bu filmi izlemek, insan eğer o kültüre ait değilse sıkılıyor bayağı. Ama her türlü efekt, renkler ve sinematografi çok başarılıydı. Las Vegas'ın o gerçeküstü ve kötü bir sirke benzeyen havasını çok güzel yansıtmış Terry Gilliam. Daha yeni Ocak'ta ziyaret etmiş olduğumuz bu şehri bir de bir uyuşturucu bağımlısının gözünden o şekilde izlemek bayağı ilginç oldu benim için.



Bugünlük bu kadar, yeni ve güzel filmlerde buluşmak dileğiyle!







Monday, March 23, 2009

Pembe karanfilim


Karanfiller açıyordu o zamanlar gözlerinde
Bir baksam kül olurdum yüzüne
Başın alıp gittiğinde yağmurlar küstü bana
Bir daha yağmadılar coşkuyla...

Bir karanfil ,yağsa yağmur
Büyülense yeniden dünya

Gün olup da geleceksen, usul usul gün yağarken
Gözlerinde karanfiller açacaklar tutuşup yine..



Yeni Türkü


Fotoğraf: Moonshine ©

Friday, March 20, 2009

5. gün raporu ve SIMIT!

Bugün itibariyle 3 yazılı sınavımı da bitirmiş bulunuyorum. Şimdi sadece 3 Nisan'daki sözlü var. O da bittiğinde kuşlar gibi özgür ve hafif hissedeceğim herhalde :) Çok şükür Modern Arap Edebiyatı Sınavım ve Osmanlıca makale okuma sınavlarım da iyi geçti. Artık sonuçlarını bekliyorum büyük bir sabırsızlıkla. İnşallah sınavlarımı geçerim de bu emeklerimin sonucunu görüp rahatlarım!

Gerçekten omuzlarımın üzerindeki ağır yükün büyük bir kısmı kalkmış durumda şu anda. Bayağı rahatladım, en azından şimdi sadece bir tek sınava odaklanabileceğim. Desteğiniz ve dualarınız için çok teşekkürler blog dostlarım.

Cuma akşamı, sınavlarım (en azından yazılılar) bitmiş, ve sanırım bir haftada üç sınav alarak en azından bu haftasonu biraz dinlenmeyi hakettim ben artık..



Ayrıca bugün Türkiye'den bavulun içinde simit geldi bize! Yarın sabah çayımdan bir yudum alıp çıtır çıtır simidi ısıracak olmanın mutluluğu var üzerimde. Amerika'da bulunamayan başlıca Türk tadlarından biri, hatta benim en çok özlediğim şey simit çünkü.

O simidi ısırınca ve Rize çayımdan bir yudum alınca sanki İstanbul'u bir nebze içimde hissedeceğim. Burnumun direği sızlayacak belki ama mutlu da olacağım.

Sadece bir simitin beni nasıl bu kadar mutlu edebildiğini de ancak benim gibi gurbette olanlar anlar ;)





Fotoğraf

Monday, March 16, 2009

1. gün raporu


Akşam erkenden yattım. Sanırım 10 buçukta girdim yatağa, 11 gibi uyumuşum (çok şükür). Bunda gündüz yaptığımız 1 saatlik göl kenarı yürüyüşünün ve dün hiç kafein almamamın etkisi vardı. Göl kenarında yürümek, uzun zamandan sonra (aylardan sonra) engin bir mavilik görmek ve temiz havayı doyasıya ciğerlerime çekmek içimi o kadar açtı ve o kadar iyi geldi ki bana..Anlatamam.

Çok şükür, rüyasız ve deliksiz bir uyku uyudum. Sabah 6:20 gibi uyandım ama tekrar yatıp 7:30a kadar iyice uykumu alayım dedim :)

Kahvaltımda iyi yedim. Yumurta, ekmek, peynir, zeytin, reçel.. İki bardak şekerli çay içtim. (Normalde şekersiz içiyorum ama bu sabah öyle geldi içimden)

Sadece okula giderken arabada içimde öyle karıncalanma gibi hisler oluştu. Kesinlikle panik olmadım, heyecanlanmadım. Allah'a çok şükür!!

Bizim departmanın binasına girip yukarı çıktım, bizim departmanın ofisinin önünde 3 arkadaşım ellerinde sınav kağıtları bekliyordu. Bir iki kişi kağıda bakıp 'cıks cıks' yapıyordu, bana soruların bayağı zor olduğu anlamında bir kaç yüz ifadesiyle baktılar. 'Bu ne biçim sınav ya?' der gibiydi hepsi. Yüzlerine baktım, o anda çok panik de yapabilirdim, çok şükür yapmadım. Derin bir nefes aldım, bana 'bunu nası yapıcaz ya?' diye soran arkadaşıma gülümseyerek 'Bir şekilde yapacağız herhalde' diye cevap verdim.

Sonra sınavın cevaplarını yazacağım laptop'ı aldım ofisten, sınav sorularını aldım, sınavı alacağım yere yani danışmanımın ofisine gittim, benim için kapıyı açtılar (danışmanım şehir dışında). Onun masası çok doluydu, başka bir ahşap masanın üstünü açıp oraya yerleştim, bilgisayarı fişe taktım. Sorulara baktım, gerçekten tahmin etmediğimiz sorular sormuş hoca. Olsun dedim, derin bir nefes alıp başladım. Önce müsvedde kağıtlarıma notlar aldım kafamdakileri, sonra bilgisayara makale olarak yazdım. Sınav boyunca bir kaç kez dışarı çıktım, esneme hareketleri yaptım, sandvicimi yedim, iki bardak çay içtim. Yazdıkça beynim açıldı ve aklıma daha çok şey gelmeye başladı. 7 saatin sonunda toplam 10 sayfa (single-space yani aslında 20 sayfa) yazı yazmıştım. Saat 9'da başladığım sınavı 3 gibi bitirdim, sonraki 1 saat de derin nefes alıp yazdıklarımın hepsini bir kez daha okuyup düzelttim. Bitirdikten sonra eşyalarımı topladım, 4te ofisten çıktım. Laptop'ı ofisten gelmiş olan Marshall'a geri verdim, elimdeki soru kağıdını da. Sarhoş gibi bir halde dışarı çıkıp otobüsle eve geldim.

Böylece hayatımda girdiğim en uzun sınavı alnımın akıyla bitirdim. Şükürler olsun! Darısı kalan sınavlarımın başına.

Biri gitti, kaldı üç....




Friday, March 13, 2009

Sınavlarım başlıyor!

Fotoğraf: Purplepick


Pazartesi günü doktora yeterlilik sınavlarım başlıyor. Üç tane yazılı sınavımı hafta boyunca alacağım, ilki Pazartesi (16 Mart) ikincisi Çarşamba (18 Mart) ve üçüncüsü Cuma (20 Mart). Sınavlarımın her biri 8er saat sürüyor. (Evet, yanlış duymadınız!)

İlk sınavımda Modern Ortadoğu tarihi ile ilgili 4 soru cevaplayacağım (her biri 4 sayfadan). ikincisinde Modern Arap Edebiyatı konusunda bir kaç soruyu 6-8 sayfa gibi bir makaleyle cevaplayacağım. Son yazılıda ise Osmanlıca bir metin okuyup İngilizce'ye çevireceğim, ayrıca bu metnin önemi ve bir kaynak olarak nasıl kullanılacağına ilişkin küçük bir makale yazacağım.

3 Nisan'da ise son (sözlü) sınavım var, üç hocadan oluşan kurulun karşısına çıkacağım. Sanırım o sınav en stresli olanı olacak, sorguya çekilmek çok hoş bir duygu olmasa gerek :)

Şu anda çok aşırı heyecanlı ya da stresli değilim. Zaten çok şükür şu ana kadar girdiğim sınavlarda hiç bir zaman aşırı heyecanlanmış değilim (Maaşallah diyelim:) ÖSS'den önceki gece saat 10 buçukta uyumuş ve bütün gece deliksiz bir uyku çekmiş bir insanım ben :) Ne TOEFL'da, ne GRE'de, ne de üniversitede finallerimde panik olmadım çok şükür. Genelde sınav sabahı tabii ki biraz heyecanlı uyanıyorum. O klasik 'midede kelebekler uçuşması' hissi. Ama stresli ya da panik olmuyorum. Sonra da sınav başlayana kadar içimde olan o heyecan, sınav başlar başlamaz (soruları görür görmez) bir anda uçup gidiyor ve sakinleşiyorum. Kendimi sınavın içinde kaybediyorum, stres yapmaya fırsat olmuyor! Şimdiye kadar hep böyle oldu, umarım bu sınavlarımda da böyle olur.

Çalışma konusunda elimden geleni yaptığıma inanıyorum. 3-4 aydır düzenli bir şekilde çalışıyorum, ayrıca 5 senedir de zaten bu konularla ilgili dersler alıyordum. Altyapımın ve çalışmamın sonuçlarını sınavlarda görebilmeyi umuyorum.

Bu sınavlardan umarım alnımın akıyla çıkabilir ve gelecekte dönüp 'o da stresli bir zamandı, geçti gitti işte' diyebilirim. Önümüzdeki hafta boyunca ve 3 Nisan'a kadar benim için edeceğiniz her türlü dua, bana doğru göndereceğiniz her türlü pozitif enerji çok makbule geçecek :)



Bana şans dileyin sevgili okuyucular!

Sevgiler,


Moonie






Tuesday, March 10, 2009

Misafir Yazar - 2

Blog'uma daha önce şu yazısıyla konuk olan Bart Bey yeni yazısıyla karşınızda! Bu sefer kendisi derin konulara el atıyor. 'Ermeni sorunu' hakkında neler düşünüyor, bir de ondan dinleyelim:


'
Ben ilkokuldayken Ermeni sorunu yoktu. Lisedeyken de yoktu. Üniversite yıllarında ufaktan konuşulmaya başlanmıştı. Fransa'da Amerika'da parlementolarda Ermeni tasarıları geçiriliyor, Türkiye'nin ve Osmanlı'nın milyonlarca Ermeni'yi programlı şekilde imha ettiği ve soykırım yaptığı yasalaşıyordu. Bu 2000li yıllarda bir anda ortaya çıkan bir şeydi bizim için. Konu hakkında hiç bir bilgimiz yoktu. Elbette bize öğretilen resmi tarihte böyle bir konuya yer verilemezdi. Biz de şanlı tarihimize bırakın böyle bir lekeyi, en ufak bir tozu konduramazdık. İnternet yeniydi. Konuyla ilgili resimler, yazılar dolaşıyordu. Bilgi kirliliği hat safhadaydı. Bir tarafta 1.5 milyon Ermeniyi öldüren Osmanlı Türkleri, diğer tarafta Türk köylerini yakıp yıkan Ermeni çeteleri. Doğru neredeydi? 1915'ten sonraki 85 sene biz neredeydik? Ermenilerin şimdi mi aklına gelmişti?

Sonra Amerika'ya geldik. Burada gördük ki Ermeni Soykırımı herkes tarafından kabul edilen bir "gerçek". 2000lerden çok önce konuşulmuş, Ermeni diasporası tarafından kitaplara, yasalara, müfredatlara işlenmiş, tarih onların anlattığı şekilde yazılmış. Bu sıralarda Türkiye'de olaylar kızıştı. İnsanlar 301'den yargılanıp hedef haline getirildi. Hrant Dink bir kendini bilmez "vatansever" tarafından vuruldu. Ertesi gün onbinler ellerinde "hepimiz Ermeniyiz" dövizleriyle sokağa döküldüler. Hrant Dink'in katili arkada Türk bayraklarıyla pozlar verdi. Sonrasında bir grup "aydın" özür dileme kampanyası başlattılar.

Peki doğru neredeydi?

Geçen hafta içinde Prof. Türkkaya Ataöv Chicago'da bir konuşma yaptı. Yaptığı konuşma Amerika ve Kanada'da yaptığı konuşma serisinin bir ayağı. Salonda büyük çoğunluğu Türk 45e yakın kişi vardı. Konuşma sırasında Ataöv duygularından bahsetmedi. Osmanlı kaynaklarından (ki bu kaynakları çalışmalarında kullanmış) bahsetmedi. Gösterdiği kaynaklar Ermeni, İngiliz ve Fransız kaynaklarıydı. Bu kaynaklarda Ermenilerin 200 bin kişilik ordu kurduğu; Osmanlı ordusu mobilize olurken lojistik hatlarının kesildiği, daha savaşın hemen başında 120 bin sivil Türk'ün Ermeni güçleri tarafından öldürüldüğü, Ermenilerin 1. Dünya Savaşı'nın İngiliz ve Fransız galibiyetiyle sonuçlanmasinda büyük payının olduğu yazıyordu. Ermeniler kendi kaynaklarına göre Osmanlı'ya karşı savaşarak savaşın sonucunu belirlemişlerdi. Elbette 3 saate yakın suren bu konusma çok daha fazla belgeyi ve tezi bizlere gösterdi.

Ben 27 yaşındayım. Hayatımın 23 senesi Türkiye'de, 4 senesi Amerika'da geçti. Üsküdar Amerikan Lisesi ve İTÜ mezunuyum. Güncel konuları ve tarihi ortalama bir insandan daha iyi takip ettiğimi düşünüyorum.

Ben Ataöv'un konuşmasında bahsettiği konuların HİÇBİRİNİ bilmiyordum. Amerika'daki 300 binin üzerindeki Türk de bu konuda yeterli donanıma sahip değil. Türkiye'de müfredatta bu konular kapsanmıyor. Ermeniler tarihi keyfi bir şekilde yazarken biz armut topluyoruz. Her 24 Nisan yaklaşırken sağa sola kızıp, Amerikalılara, Fransızlara ve Ermeni diasporasına küfrediyoruz. Peki onlar ne yapıyorlar? Sürekli milletvekillerini ve senatörleri kendi tezleri ve parasal yardımlarıyla dolduruyorlar. Biz daha kendimiz ne olup bittiğini bilmiyoruz, onlar yerel okul ve kütüphane yönetim kurullarında kendi tezlerini savunan kitapları müfredata sokup bizim tezlerimizi savunan kitaplari yasaklıyorlar. Prof. Ataöv'ün verdiği örnekte olduğu gibi, George Orwell'in 1984'undeki "Doğruluk Bakanlığı" (Ministry of Truth) Ermeni tezlerini doğru kılıp, bizim tezlerimizi ağzımıza tıkıyor.

Eğer Amerika'ya kızacaksanız bir daha düşünün. 1915ten beri burada sadece Ermeni'ler konuşmuş. Türkler cevap vermemiş. Artık Ermeni tezleri o kadar kanıksanmış ki, tez değil "gerçek" olmuşlar. İnsanların bu konudaki genel düşüncesi "soykırım elbette olmuş, artık Türk'ler bunu kabul etsin" şeklinde. Bu sene Obama muhtemelen sözde Ermeni soykırımı tasarısını kabul etmeyecek - çünkü Türkiye Amerika'nın müttefiği. Ancak durum böyle olmamalı. Obama soykırım tasarısını elinin tersiyle reddetmeli, ve bunun sebebi politik çıkarlar veya ince hesaplar olmamalı. Tasarı, bir Ermeni soykırımı olmadığı için reddedilmeli.

Eger özür dileyecekseniz ne için özür dilediğinizi bilin. Ermeni soykırımı olmadı demek faşistlik, Ogün veya Yasin olmak değildir. Ermeni soykırımı olmadı demek Hrant Dink'i vurmak, hoşgörüsüz olmak, geçmişini reddetmek değildir. Ermeni soykırımı oldu veya olmadı demek bizim veya başkalarının duygularına, milli gururuna kalmış bir şey değildir. Ermenilerin bütün kaynakları savaş sırasında yapılan propagandalarken ve bizim tezimizi destekleyen bir sürü ciddi kaynak varken, "soykırım yaptık, özür diliyoruz" demek yanlıştır. Tarihinizi araştırın. Tarihi her zaman kazanan taraf yazar; 1. Dünya Savaşı sonrasında da bu İngiliz ve Fransızlar olmuştur. Başkalarının bize dayattığı tarihi suçlarıyla olduğu gibi kabul edip özür dilemeden önce gerçekleri arayın.

Eğer "bu konuda neden hiç bir şey yapılmıyor" diyecekseniz aynaya bakın. Bu konuda bir şey yapacak kişi sizsiniz. Bu konuyu önce kendiniz araştırın, sonra çevrenizdekileri eğitin. Eğer Amerika'da veya Avrupa'da iseniz, ve bu ülkelerin vatandaşı iseniz sizi temsil edenlerle konuşun. O ülkelerde vergi veriyorsanız sizi dinlemek zorundalar. Ermeni tezlerinin karşısında sizin tezinizi duyurun. Sizi temsil edenlere para desteğinde bulunun - çünkü oyunun kuralı bu.

1990larda sonunda oynadığım ve sevdiğim bir savaş strateji oyununun başında George Orwell'in bir sözü vardı: "He who controls the present, controls the past. He who controls the past, controls the future." Şu ana hükmeden tarihe hükmeder. Tarihe hükmeden, geleceğe hükmeder. Tarihin yanlış yazılmasına izin vermeyin - sonuçta sadece biraz gururunuz kırılacak sanıyorsanız bir daha düşünün. Geleceğinizi kaybetmeyin.'



Saturday, March 7, 2009

Bana ilham veren kadınlar

Bu dünyada kadın olmak zor. Her şeye baştan bir-sıfır yenik başlamak gibi biraz. Kadın olduğumuz için önümüze konulan engeller, dünyanın her yerinde aynı. Maalesef dünyanın en gelişmiş kabul edilen ülkelerinde bile, aynı işte çalışan bir kadın ile bir erkeğe verilen maaşlar farklı. Kadınların yükselmeleri, terfi etmeleri erkeklere oranla daha zor. Aynı şekilde iş bulmaları da. Modern kadın, hem bakımlı, güzel, hem de becerikli ve hamarat olmak zorunda. Bunca zorluğun üstüne kadınların bir de biyolojik gerekliliklerden ötürü anne olup çocuklarını yetiştirmeleri, evlerinin düzenini korumaları, her şeye aynı anda yetişebilmeleri gerekiyor.

Ama ben seviyorum kadın olmayı. Bütün bu zorluklar ve çektiğimiz acılar bizi çok daha güçlü yapıyor çünkü. Bir şey istediğimizde onu tırnaklarımızla sökerek de olsa almayı öğreniyoruz. Çabalamayı, çalışmayı, içimizde çelik gibi bir iradeyle hedefe doğru yol almayı, hayata bütün gücümüzle asılmayı.. Acıya (her türlüsüne) erkeklerden çok daha dayanıklıyız. Kolay vazgeçmiyor, zorluklara göğüs geriyor, bize karşı olan herkese ve herşeye rağmen kendi ayaklarımızın üzerinde durabiliyoruz.

Bence güzel şey kadın olmak. Çok daha derin, eğlenceli, sofistike.

Bu yazımda, her biri bana ayrı bir ilham veren ve başarılarıyla beni motive eden kadınlardan bahsetmek istedim.

Bu yazıyı okuyan bütün kadınların, dünyanın her köşesindeki akıllı, güzel ve güçlü kızkardeşlerimin 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun.




Bana ilham veren kadınlar:



1- Herkesten önce benim için dünyanın en güzel, cesur, zeki ve çalışkan iki kadını olan annem ve anneannem. Sizi çok seviyorum, iyi ki varsınız. İyi ki varsınız ve ben de varım sizin sayenizde.



2- Elif Şafak:

Türk yazar, akademisyen. 1971 Strazburg doğumlu. Ortaokulu Madrid'de okudu, ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümünü bitirdi. Yüksek lisansını aynı üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümünde yaptı. ODTÜ Siyaset Bilimi bölümünde "Türk Modernleşmesinin Kadın Prototipleri ve Marjinaliteye Tahammül Sınırları" üzerine doktorasını tamamladı. Elif Şafak'ın İslamiyet, kadın ve mistisizm hakkındaki yüksek lisans tezi Sosyal Bilimler Derneği tarafından ödüllendirildi.

Elif Şafak, İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde "Türkiye ve Kültürel Kimlikler", "Kadın ve Edebiyat" konularında dersler vermiştir. 2003-2004 akademik yılı boyunca Michigan Üniversitesi'nde yardımcı doçent olarak bulundu ve ders verdi. Halen, Arizona Üniversitesi Yakın Doğu Araştırmaları bölümünde yardımcı doçent olarak görev yapmaktadır. "Edebiyat ve Sürgün", "Bellek ve Politika", "Müslüman Dünya'da Cinsellik ve Toplumsal Cinsiyet" konulu dersler vermektedir. Türkiye'de çeşitli günlük ve aylık yayınlarda yazmaya devam etmektedir. Referans Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can Sağlık ile evli olan Elif Şafak'ın Şehrazat Zelda (2006) adlı bir kızı ve Emir Zahir adında bir oğlu vardır. Şu an Zaman gazetesinde ve aynı gazetenin "Pazar" isimli ekinde makaleleri yayımlanmaktadır.

(Kaynak: http://www.turkceciler.com/yazarlar/elif_safak.html)

3- Şirin Ebadi:

İranlı avukat, yazar, insan hakları savunucusu. Özellikle kadın ve çocuk hakları alanındaki çalışmalarıyla, 10 Aralık 2003'te Nobel Barış Ödülü'nü aldı. Ebâdî bu ödülle Nobel alan ilk İranlı ve ilk Müslüman kadın oldu.

Hemedan'da ticaret hukuku profesörü bir babanın kızı olarak 1947'de doğan Ebadi, 1965'te Tahran Universitesi hukuk bölümüne girdi, 1969'da okulu bitirdikten sonra hakimlik sınavını kazanarak 1970'de stajyer hakim olarak göreve başladı. Bu arada Tahran Üniversitesi'nde yüksek lisans eğitimine devam etti ve 1971'de diplomasını aldı. 1975'de İran'da yasama organının başına geçen ilk kadın olduysa da 1979 İran Devrimi'nden sonra rütbe-i tenzil edildi.

(Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/%C5%9Eirin_Ebadi)

4- Güler Sabancı:

Türk işkadını. Sabancı Holding'in şu andaki yönetim kurulu başkanıdır. Sakıp Sabancı'nın yeğeni, İhsan Sabancı'nın kızıdır. Adana'da 1955 yılında doğmuş ve yüksek tahsilini Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü'nde tamamlamıştır. Güler Sabancı, Lastik ve Takviye Grubu Şirketleri'nde çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve bu şirketlerin kuruluş ve işletme çalışmalarında görev almıştır. Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı ve Murahhas Üyesi olarak görev yapan Güler Sabancı, kuruluşundan itibaren üst düzeyde sorumluluklar aldığı Sabancı Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı'dır. 2004 yılında Financial Times tarafından "Avrupa'nın en güçlü 30 Kadını" arasında gösterilmiştir.

(Kaynak: http://www.guncel-haber.com/2832808/haber_sabanc%C4%B1_d%C3%BCnyan%C4%B1n_en_g%C3%BC%C3%A7l%C3%BC_10_kad%C4%B1n%C4%B1/)

5- Ayşe Kadıoğlu:

Türk akademisyen. Lisans derecesini Siyaset Bilimi dalında 1982 yılında ODTÜ'den, yüksek lisans derecesini Uluslararası İlişkiler dalında 1984 yılında Chicago Üniversitesi'nden, doktora derecesini de Siyaset Bilimi dalında 1990 yılında Boston Üniversitesi'nden aldı. Boston Üniversitesi, Tufts Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi'nde araştırma görevlisi ve öğretim üyesi olarak çalıştı. 1992 yılında Stanford Üniversitesi Avrupa Çalışmaları Merkezi'nde araştırmacı olarak bulundu. 1989 ve 1990 yıllarında Ford Vakfi araştırma bursu aldı. 1989 yılında Boston Üniversitesi'nde araştırma görevlisiyken 'Üniversite Eğitimciliğinde Mükemmeliyet Ödülü"nü aldı. Araştırma alanları milliyetçilik, uluslararası işçi göçü, kadın ve İslam, vatandaşlık, kimlik, faşizm, liberalizm olarak sıralanabilir. Middle East Studies Association of North America üyesidir.

(Kaynak: http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=1336)

6- Neval al-Saadavi:

Mısırlı yazar ve feminist, 1931 yılında Kahire'nin kuzeyinde Kafr Tahla adlı küçük bir köyde doğdu. Kahire'de psikiyatri öğrenimi gördü. Mısır'ın çeşitli şehirleri ve kırsal bölgelerinde doktorluk yaptı. Mısır'da sağlık eğitiminin yönlendirilmesine büyük katkılarda bulunan yazar, siyasal yazıları nedeniyle işinden uzaklaştırılarak, yıllarca hapiste kaldı ve ölüm cezasına karşı mücadele etti. Arap dünyasındaki kadınlar hakkında yazdığı incelemelerinin birçoğu, birçok dile çevrildi. El Saadavi, Kahire'nin kuzeybatısında, ağırlıkla işçi sınıfının yaşadığı Shubra'da eşiyle birlikte yaşamını sürdürmekte.

(Kaynak: http://www.edebik.com/yazar.php?sayfa=ayrinti&yazar_id=1312)

7- Toni Morrison:


Amerikalı yazar. Amerika'da yaşayan siyahların tarihsel kökenleri ve yaşadıkları dönem içindeki rollerini anlatan romanlarıyla tanınan Toni Morrison, Kölelik Öyküleri adlı kitabında kölelikle ilgili suçları tüm çıplaklığıyla anlatır. Bu öykülerde beyazları korumak amacıyla yapılan hiçbir kusuru hoşgörmeyerek, siyahların arkaplana atılmış tarihini açığa çıkarır.

1989'da edebiyat bilimleri Profesörü olarak Princeton Üniversitesi'ne geçen yazar üç yıl sonra yayınlanan Jazz adlı romanında 20'li ve 30'lu yıllarda Harlem'de yaşanan siyahların panoramasını çizdi.

Siyah halkın dili olan Toni Morrison, 1993 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan ilk Afro-Amerikalı yazar oldu.

(Kaynak:http://www.msxlabs.org/forum/edebiyat-ww/100849-toni-morrison-toni-morrison-kimdir-toni-morrison-hakkinda.html)

8- Maya Angelou:

Maya Angelou, Amerikalı şair, aktris ve Amerikan İnsan Hakları Hareketi’nde yer alan sembol isimlerden biri. Şiir kitaplarından “Just Give Me a Cool Drink of Water ‘Fore I Die” ile Pulitzer Ödülü’ne aday gösterilmiştir.

1928'de St. Louis, Missouri, ABD'de dünyaya geldi. Maya üç, kardeşi Bailey Jr ise henüz dört yaşındayken ayrılan anne ve babaları onları, Arkansas'ta yaşayan büyükanneleri Annie Henderson'un yanına gönderdi. Maya ilk kitabı olan "I Know Why the Caged Bird Sings" i henüz 17 yaşındayken yazdı.

Büyük annelerinin yanına gönderildikten 4 yıl sonra babaları Arkansas'a gelerek, onları tekrar annelerinin gözetimine vermeye karar verdi. Maya sekiz yaşına geldiğinde annesinin erkek arkadaşı tarafından cinsel tacize maruz kalmaya başladı. Tacizi gerçekleştiren Mr. Freeman bir gün hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı ancak, salıverilmesinden dört gün sonra ölü bulundu. Bu olayın üzerine Maya yaklaşık 5 yıl boyunca hiç konuşmadı.

Gana'da yaşadığı yıllarda Malcolm X ile yakın arkadaşlık kuran Maya Angelou, 1964 yılında Amerika'ya dönerek, Malcolm X'in insan hakları çalışmalarında önemli görevler üstlendi.

1990 sonrası kariyerine konferanslar vererek ve fikirlerini genç insanlarla paylaşarak devam eden Maya'nın hayatı, 2008 yılında "African American Lives" adlı bir televizyon dizisine konu oldu.

(Kaynak: http://www.biyografi.info/kisi/maya-angelou)


Tuesday, March 3, 2009

Anlar - 1


Sanırım 9-10 yaşlarındayım. Canım babamla yine baba-kız tiyatro seanslarımızdan birine gitmişiz. Hangi sahneydi hatırlamıyorum. Kalabalık.. Sahne tozunun parfüm kokularıyla karışımına benzeyen o eşsiz 'tiyatro kokusu' var havada. Mutluyum, heyecanlıyım. Babişimin elini tutuyorum, kocaman salonda yerimizi buluyor, oturuyoruz.

Sahnede Müşfik Kenter. O tanıdık ve her duyduğumda bana müthiş güven veren sesi çınlıyor sahnede. Orhan Veli'yi oynuyor. Ama Müşfik Kenter, Orhan Veli olmuş adeta. Sahnede devleşiyor. Tek başına, o şair oluveriyor. 'İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı' diyor, içim titriyor. 'Harbe giden sarı saçlı çocuk, yine böyle güzel dön' diye yalvarıyor yanıp sönen ışıkların arasında, ağlamak istiyorum. Orhan Veli'yi o kadar güzel anlatıyor ki o, öylesine şair olmuş, sanatını öyle konuşturuyor ki, o oyun hiç bitmesin istiyorum.

Oyun çok çabuk bitiyor, güzel bir rüya gibi, mutluluk verici her şey gibi. Herkes ayakta, salon alkışlarla inliyor. Babacığımın yanında ben de herkes gibi ayağa kalkıyorum. Minicik çocuk yüreğim pıt pıt atıyor heyecandan, mutluluktan. Orhan Veli aşkım o gün başlıyor. Tiyatro aşkım da.

Bir insan bu kadar sade, bu kadar süssüz, abartısız bir dille insana ait bütün duyguları nasıl böyle güzel anlatır?
Minicik bir kızken, yüreğim işte öyle mutlulukla atarken, o zaman, ileride bu oyunun tümünün kaydedildiği şiir kasetini satın alacağımı, neredeyse bütün ergenliğimin ve gençliğimin o kaseti dinlemekle geçeceğini henüz bilmiyorum. O şiirlerin her birinin hayatıma damgasını vuracağını, daha sonra Müşfik Kenter'le tanışıp sohbet etme şansına erişeceğimi, o oyunun etkisiyle üniversite yıllarımın çoğunda tiyatro ile ilgileneceğimi, sahne tozu yutacağımı, bir çok farklı oyunda rol alacağımı da.

Bunların hiç birini bilmiyorum o zaman. Sadece gözümde bir kaç minik yaşla, ellerim acıyana kadar büyük üstadı alkışlıyorum.


Monday, March 2, 2009

İki Jim Jarmusch filmi

Permanent Vacation:



İzleyeli bayağı oluyor bu filmi. Ne zamandır hakkında bir şeyler yazmak istiyordum, bu akşam Jarmusch'un diğer bir filmini de (Show Tv haber tonlamasıyla: Az sonra!) izleyince ikisini bir araya koyup öyle yazayım dedim. (İlk defa Coffee and Cigarettes filmiyle tanıştığım bu yönetmenin tarzını çok sevmiş, beğenmiştim)

Nasıl anlatsam bilemiyorum bu filmi. Kesinlikle bildiğiniz anlamda giriş, gelişme ve sonuçlu bir film değil. Çok kolay sıkılabilirsiniz izlerken, uyarmadı demeyin. Tam bir 'kesit' filmi. Değişik hayatların tesadüfi noktalarının aynı zaman diliminde buluşması. Arka planda New York. İlginç müzikler. Akıl hastası insanlar. Hayatın dışında, marjinal, kopuk konuşmalar. Zaten konuşma da neredeyse hiç yok film boyunca. Jarmusch'un tarzını kesinlikle hissettirdiği bir film olmuş ama bence. Kısacık bir şiir gibi sanki. Bir anda sokakta yanınızdan geçen iki kişinin konuşmasının bir kaç cümlesine tanık oluvermişsiniz, sonra yürüyüp gitmişsiniz gibi. Zaten film Jarmusch'un üniversite bitirme projesiymiş sanırım!

Yukarıda gördüğünüz sahne (filmin ilk sahnesi) en sevdiğim sahnesi oldu. Bu arada sonu da çok etkileyiciydi. Burada yazmayacağım, o sahneyi filmi izleyenler hatırlar. Görsel olarak çok güzel bir bitiş.



Broken Flowers:


İzlediğim en keyifli ve rahat Jarmusch filmiydi diyebilirim. Filmden çok bir beklentim yoktu açıkçası, çünkü konu itibariyle gayet 'Chick-flick' tabir edilebilecek bir filme benzettim fragmanını izleyince. Bill Murray müzmin bekar, yaşı artık ilerlemiş, zengin ama yalnız bir adamı oynuyor. ('Lost in Translation'dan hatırlarsanız eğer, bu adam böyle mutsuz ve yalnız, çevresinden kopuk karakterleri gerçekten iyi oynuyor. Bu filmi o filmden çok daha doğal ve başarılı buldum, o ayrı.) Bir gün kapısına postayla pembe, esrarengiz bir zarf geliyor. Yaklaşık 20 senedir görmediği eski sevgilisinden ona kısa bir not bu. Zarfın üzerinde adres yok, ancak mektupta kadının adamdan 19 yaşında bir oğlu olduğu, oğlunun bir kaç gün önce evden kaçtığı ve babasını bulmak üzere yollara düştüğü yazıyor. Adamcağız zengin ve yalnız ama halinden çok da şikayetçi değil. Mektubun bir şaka olduğunu düşünüyor ve olayı geçiştirmek niyetinde, ancak dedektiflik hikayelerine ve bu tür gizemleri çözmeye meraklı olan komşusu olaya el atıyor (bu arada komşu da herhangi bir filmde gördüğüm en komik karakterlerden biri, Bill Murray'in ona olan soğuk tepkileri ve melül melül bakışları ise ayrı bir alem, filmi tek başına izliyor olmama rağmen kahkahalarla güldüm bazı yerlerde!) Neyse efendim işte bu egzantrik komşu Bill Murray'i eski sevgililerini bir bir görmeye ikna etmeye çalışıyor. Ona bunun için uçak biletleri, otel odası rezervasyonları ve haritalar dahil herşeyiyle planlı programlı bir paket hazırlıyor. Adamcağız ise mırın kırın etse de (bence) bu hikayenin gerçeklik paynı merak ettiğinden yollara düşüyor.

Filmin geri kalanı ise adamın 20 sene önce hayatına girmiş olan bütün kadınları tek tek bulup onlarla yüzleşmesi. Detayları vermeyeyim ama bu kısım gerçekten çok güzel, insanların nasıl değiştiği, ne kadar farklı tarzlarda yaşamlar sürebildikleri çok güzel anlatılmış. Zaten kadın oyuncuların her biri çok ünlü ve başarılı, tanıdık oyuncular: Sharon Stone, Julie Delpy, Chloe Sevigny, Jessica Lange...vs...vs. Adeta bir yıldızlar geçidi. Hepsi de gerçekten çok iyi oynamış.

Filmin sonu ise çok klasik bir Jarmusch sonu (anlatmayacağım tabii ki:) Çok güzel bitmiş bence film.

Kısacası çok büyük beklentilerle izlememiş olsam da epeyi beğendiğim, keyif aldığım, çok doğal, pembe gül kokulu bir film olmuş 'Kırık Çiçekler'. Müziklerine de bayıldım. Tavsiye ederim.





Dipnot: Filmi internetten izlemek isterseniz Hulu'da var, zaten ben de oradan izledim.



Sunday, March 1, 2009

Bıkkınlık

Okuma yapmadığım (yani uyuduğum, yemek yediğim, ders verdiğim ve minimal sosyal aktivitelerde bulunduğum) bütün zamanlarda sürekli vicdan azabı çekmekten,

Beni sokakta eve doğru yürürken gören arkadaşlarımın bile 'Neden sınavlar için okuma yapmıyorsun? Neden kütüphanede değilsin eheh' şeklinde yaptıkları şakalardan,

Herkesin sürekli sınavlarıma ne kadar kaldığını sormasından, 'Doktoran o zaman bitiyor ama, değil mi?' gibi sorulara maruz kalmaktan,

Hocaların kaşları kalkık bir şekilde bana yönelttikleri sorulara kafamda cevap aramaktan,

Tarih ezberlemekten, beynimin içine aynı anda 700 bin ayrıntılı bilgiyi sokmaya çalışmaktan,

Kütüphanenin beyaz duvarlarından, floresan ışığından, sürekli fısır fısır konuşan lisans öğrencilerinden,

Kendimi sanki gerçek dünyada değil de alternatif bir 'gerçeklik'te hissetmekten


BIKTIM!!!!!!!

Yeter artık, bitsin şu sınav stresi.