Friday, June 29, 2007

Zamanın akışı

Noah adında bir fotoğraf sanatçısı, 6 sene boyunca kendi fotoğrafını çekip hepsini birleştirmiş. Zamanın nasıl geçtiğini, üzerimizde ne gibi izler bıraktığını, yaşamın avuçlarımızdan nasıl kayıp gittiğini bize gösteren, çok vurucu ve başarılı bir proje olmuş. Youtube'da görüp en beğendiğim video bu oldu. Çok yaratıcı. Ve karanlık biraz.. Hüzünlü..

Zaman...nedir?


Friday, June 22, 2007

Suda bir balık gibi..





Kendimi bildim bileli (daha doğrusu 5-6 yaşlarından beri) yapmayı en sevdiğim spor, yaparken kendimi en iyi hissettiğim aktivite yüzmek.. Tenis, basketbol, voleybol gibi takım sporlarından bir türlü hazzetmedim, yapacak zaman bulamadım nedense. Özellikle koşmak bana çok zor gelir, 5. dakikadan sonra tıkanırım, nefes almakta zorlanırım. Yarım saat boyunca koşan insanları hayranlıkla izlerim. Ama nedense yüzmeye gelince iş değişiyor. Yüzerken neredeyse hiç problem yaşamıyor ve zorlanmıyorum, nefes alış verişlerim dahi diğer sporlara oranla çok daha rahat oluyor. Başka hiç bir aktivitede olmadığı kadar tutkuyla veriyorum kendimi yüzmeye, yüzerken çok mutlu oluyorum. Elimde olsa sudan hiç çıkmam, hep orada yaşarım! Küçükken denizde çok uzaklara yüzüp geriye dönmem gecikince annemin endişelenmesine ve beni geri çağırmasına rağmen saatlerce sudan çıkmadığımı hatırlıyorum :)



Sanırım bunda suyun doğasının büyük bir etkisi var. Su bize hayat veren ve vücudumuzun çoğunluğunu oluşturan en temel madde. İçimizdeki o en ilkel dürtü, anne karnının güvenliği ve sessizliğine, yaşamın kaynağının içine geri dönme isteği sanırım suda bana kendimi bu denli güvende hissettiren.. Gerçekten de suyun içinde yüzerken sessiz ve yerçekimsiz, sihirli bir dünyaya girmiş gibi hissediyorum kendimi. Yerçekiminin ağırlığından sadece bir süreliğine de olsa kurtulmak çok iyi geliyor. İnsan yüzerken sanırım uçmaya en yakın duyguyu yaşıyor bu yüzden.



Ayrıca koşma gibi 'high-impact' yani ayakların yere her vuruşunda kas, omurga ve eklemlere darbe şoku veren bir spor değil yüzmek.. Vücudunuz için inanılmaz yumuşak ve rahatlatıcı bir aktivite. Suyun vücuda sürekli masaj yapması ve rahatlatıcı etkisiyle havuzdan/denizden çıktıktan sonra kendinizi inanılmaz rahatlamış hissediyorsunuz. Ayrıca sırt ağrılarınız, sürekli oturmaktan ve yanlış duruşlardan kaynaklanan bel ağrılarınız...vs. varsa doktorlar her şeyin başında yüzmeyi tavsiye ediyor.



Bütün bunların yanısıra, yüzmede diğer sporlarda olan terleme sorunu da yok:) Aslında terliyorsunuz ama doğal olarak terlediğinizi hissetmiyorsunuz. Bu yüzden yüzerken havuzun kenarında (kulvarın başında) su dolu bir termos bulundurmanızı ve her 4-5 kulvar gidiş gelişinden sonra (yani mümkün olduğunca sık) su içmenizi öneririm. Vücudunuz kaybettiği suyu geri almazsa kas krampları ya da ağrılar yaşamanız çok olası.



Kilo kaybetmek ve/veya formunuzu korumak için de çok ideal bir spor yüzme. Vücudunuzun bütün kaslarını eşit derecede ve yüksek tempoda çalıştırdığı için yarım saat yüzme, yarım saat hızlı yürümenin 2 katından fazla kalori yakıyor vücudunuzda. Ayrıca daha önce de bahsettiğim gibi suyun masaj yapıcı ve rahatlatıcı etkisi vücudunuzun daha hızlı ve etkin biçimlenmesini, forma girmesini sağlıyor.



4 senedir üniversitemizin Ratner Spor Merkezi'nde yer alan Myers-McLoraine Havuzu sayesinde haftanın her günü temiz, olimpik boyutlarda, modern ve yepyeni bir havuza gidip yüzme şansım var. Üniversitemizin öğrencilerine böyle bir imkanı ücretsiz sunması gerçekten takdir edilesi bir hareket ve kendimi çok şanslı hissediyorum böyle bir imkana sahip olduğum için. Özellikle yazın bu imkanı elimden geldiğince çok değerlendirmeye çalışıyorum. Keşke Türkiye'deki bütün üniversiteler de spor olanaklarına ve yüzmeye daha çok eğilebilse ve öğrenciler yaşamlarının en hareketli dönemlerinde daha aktif ve sağlıklı yaşam tarzları seçebilselerdi kendilerine.


Sağlıkla kalın!

Saturday, June 16, 2007

Babalar ve kızları




Babalar ve kızları, başka hiç kimsenin anlayamayacağı bir dili bilirler ve konuşurlar kendi aralarında. Kendilerine ait bir dünyaları vardır ve mutlu, huzurlu yaşarlar o dünyada. Babasının kocaman elinin içine kendi minicik elini koyup güvenle yürür yolda küçük kız. Birlikte, başbaşa, tiyatro oyunlarına giderler, sergilere, şiir ve hikaye yarışmalarına, İstanbul'u keşfetmeye, Boğaz'a, edebiyatla ve güzel kelimelerle anlatılan hayatın gerçeklerini keşfetmeye.. Yaşamı birlikte keşfederler babalar ve kızları.. Yıllar sonra yolda babasının elinden tutmuş giden küçük bir kız görürse eğer genç kız, 'eski zamanlar'ı hatırlar, dolar gözleri..


'Bana bir masal anlat baba' der kız babasına, o da her gece yatmadan önce, kendi hayalgücünden çıkıp bütün dünyayı kapsayan, hayatı yansıtan masallar anlatır kızına. Elini tutar, uykunun sihirli ülkesine gitmesini beklerken.. 39 derece ateşle yatarken, sayıklarken küçük kız yatağında, babası gelip ne kadar ateşi olduğunu anlamak için dudaklarını alnına dokundurur.. Küçük kız büyüyünce anlar ki hayatı boyunca bir daha hiç kimse onu aynı şefkatle öpemeyecektir. Bütün küçük kızlar babalarının prensesidir.


Genç kızın yüreği, tanıştığı bütün erkeklerden önce, herkesten en önce, babasına aittir. Babalar ve kızları, daha sonra hiç yakalayamayacaklarını bildikleri bir huzur ve güvenle yaslanırlar birbirlerine hayatta. Baba bir sığınaktır kızı için, yaşamın fırtınalarından, yıpratıcı gerçeklerinden, canını acıtan bütün herşeyden uzaklaşmak istediği zaman sığınabileceği sessiz ve güvenli bir liman gibidir. Kızı hangi yaşta olursa olsun, çaresizlik içinde boğulurken dahi, elini uzatıverirse babasına, babasının elini tutacağını bilir. Asla bırakmayacağını da..


Babalar ve kızları, büyülü masal ülkesinin kralları ve prensesleridir. Bir gün gelip de prenses yuvadan uzaklara uçunca ne baba krallığını yitirir, ne de küçük kız prensesliğini.. Birbirlerinin yüreklerinde, kendi ülkelerinde sürdürürler hükümranlıklarını..



Bu küçük kız babasını çok seviyor. Çok özledi. Ama biliyor ki mesafeleri, uzaklıkları, ayrılıkları bilmez sevgi. Yüreklerde yaşar, kök salar ve büyür. Her gün, her sabah, her dakika can verir bize, bizi yaşatır.

Thursday, June 14, 2007

Bro

Canım kardeşim yanımda bütün yaz, Pazar günü geldi, çok mutluyum! Blog'umu ihmal ettim bu aralar ama daha sık yazacağım yakında inşallah.



Bu arada yaz da geldi, bu da tembellik, bol eğlence, göl kenarında festivaller, piknikler, gezme, konserler, bol güneş ve masmavi gökyüzü günleri demek..

Yakında daha uzun yazacağım!

Thursday, June 7, 2007

Güne güzel başlamak



Güne güzel başlamak ne kadar önemli ve ne kadar çok etkiliyor günümüzü. Genelde sabahım nasıl geçerse bütün günüm de öyle geçiyor. Sabah sabah günümüzü neler güzelleştirebilir?




-İki bardak su içmek (Vücudunuz bütün gece terleyip, ısınıp susuz kaldığından çok ihtiyacı vardır bu suya)

-Taze meyveler yemek (Sabah insanın midesini hem rahatlatıp hem de içinizi ferahlatır meyveler)

- Eğer vaktiniz varsa 20-25 dakika vücudunuzu esnetecek hareketler yapmak. (Ben Gaiam'ın A.M-P.M Stretch'ini kullanmaya başladım. İnanın ayırdığınız vakte değiyor. Kendinizi inanılmaz gevşemiş ve rahatlamış hissediyorsunuz, vücudunuzun duruşu bile değişiyor)

- Sabah kalktıktan sonra evde yalnız olsanız bile sevdiğiniz insanların sesini telefonla kısa süre de olsa duymak. Ben bu sabah anneanne ve babaannemi aradım, dualarını aldım. Duanın pozitif gücü gerçekten de inanılmaz ölçüde iyi hissettiriyor kendinizi:)

- Pencereyi açıp hiç olmazsa bir kaç kez derin nefesler almak. Derin nefes alıp vermenin stresi büyük ölçüde azalttığı kanıtlanmış durumda.

- Herşeyden önemlisi: 'Bugün herşey çok yolunda gidecek ve çok keyifli olacak' diye pozitif düşünmek. Böyle düşünmezseniz, daha sabah sabah güne karamsar başlarsanız bütün gününüzün de öyle geçmesi kaçınılmaz.

İyi ve mutlu günler! :)

Tuesday, June 5, 2007

Lemony Snicket's A Series of Unfortunate Events - 2004



Bilim kurgu filmlere, fantastik edebiyata, ve bu edebiyatın film uyarlamalarına ne kadar düşkün olduğumu ve bayıldığımı daha önce çok kez tekrarlamışımdır. Lemony Snicket serisinin kitaplarına, Harry Potter serisini taklit ediyor ve onun başarısını çalmaya çalışıyor diye düşünüp dudak kıvırmıştım. Genelde hiç bir kitabı 'çocuk kitabı' diye ayırmamam ve önüme gelen herşeyi okumak istememe rağmen bu seriyi çocuklar için diye bırakıp bir kenara atmıştım. Ancak ilk filminden izlediğim kadarıyla gerçekten eğlenceli bir seriymiş. Özellikle Jim Carrey ve Meryl Streep'in oyunculukları filmi gerçekten izlemeye değer kılıyor. Çok güzel çekilmiş, renkleri, müzikleri, arkaplanları ve setleri çok başarılı yaratılmış bir film bence. Her ne kadar felaketlerle dolu gibi görünse de film kesinlikle içinizi ısıtıyor ve güzel bir 2 saat geçirmenizi sağlıyor :)

Dune - 1984



Dune'un filmini izlemek benim için çok önemli ve iple çektiğim bir şeydi. Sebepleri ise hem en sevdiğim ve hayran kaldığım bilim kurgu kitabının filmi olması, hem de en sevdiğim yönetmenlerden olan David Lynch tarafından çekilmiş olmasıydı. Ancak unutulmaması gereken bir gerçeği unutmuştum tabii: Hiç bir zaman bir film, uyarlandığı kitaptan daha güzel olamaz. Bu gerçeğe istisna olabilecek hiç bir film izlemedim şimdiye kadar. Dune filmi de belki kitabı okumamış olsam bana çok değişik ve güzel gelebilirdi. Özellikle kötü bir karakter olan Feyd-Rautha rolünde Sting'i izlemek, bir Sting hayranı olan benim için güzel bir sürprizdi. Ancak Dune kitabında yaratılan sihirli evren, o dünya, masalsı ve efsanevi karakterler ve kitabın o tarif edilemez havasının yanına bile yaklaşamıyordu film. Ancak sanırım böyle kitapların filmi yapıldığında yönetmenler de çok zor bir görevle karşı karşıya kalıyor: Okuyucuların her birinin beyninde farklı şekillenen ve imgelenen o dünyayı filmde yaratabilmek. Ki bu da imkansız bir görev bence. Yine de David Lynch'in hakkını yememek lazım, o zamanın teknolojilerine ve imkanlarına göre izlemesi keyifli, ilgnç bir film yapmış. Ancak bu filmi izleyip de kitabı okumamış olan herkesin bir an önce okuması gerektiği de kesin.

Borat - 2006



Yine medya tarafından (özellikle Amerikan medyası) çok şişirilen ve sonrasında izleyince hayalkırıklığı yaratan bir film daha. Amerikalıların bu filmde bu kadar çok gülünecek ne bulduklarını anlayamıyorum. (Ve Napoleon Dynamite'ta da aynı şeyi düşünmüştüm) Sanırım Amerikalılar kendilerine gülmeyi ve kendileriyle alay eden filmleri izlemeyi çok seviyor. Bu filmde de komik sahneler yok değil, ancak kesinlikle abartıldığı kadar insanı gülmekten öldüren ya da hayran kalınacak bir yanı olmadığı kesin. Ayrıca Kazakistan ve bütün Kazaklar'a karşı aşırı derecede hakaret içeren sahneleri var. (Tabii bunun yanında Amerikalılara, Yahudilere, aşırı dinci Hristiyanlara..vs. gibi bir çok kesime de hakaret içeriyor) Yani filmin bütünü, önüne gelen herkesle alay eden Sasha Baron Cohen'in mimikleri ve hareketlerinden oluşuyor. Vasatın ötesine geçemiyor bence.

Y tu mama tambien - 2001



Bu filmin ya adını çok duymuştum, ya da adını duyduğum zaman (doğal olarak) farklılığıyla ve kulağa bir küfür gibi gelmesiyle aklıma yerleşmişti. Yıllar sonra bir arkadaşım tavsiye edince izlemek istedim, genelde Alfonso Cuaron'un filmlerini sevdiğim için. Ancak abartıldığı kadar güzel, anlamlı ya da derin bulmadım bu filmi kesinlikle. Zaten fazlasıyla grafik (filmi izleyince anlaşılıyor) sahneler içeriyor. İnsan ilişkilerinin de çok derinine inilememiş gibi geldi bana. Karakterler tek boyutlu gibi daha çok, ve yönetmenin bize anlatmak istediği şey nedir, ya da anlatmak istediği herhangi bir şey var mıdır, hiç belli değil. Vasat bir film bence ve abartıldığı kadar ilgiyi haketmiyor.

Delicatessen - 1991




Bu filmde de diğer tüm Jeunet filmlerinde olduğu gibi masalsı bir hava var. Karakterlerin farklı oluşu, klasik Hollywood filmlerinden çok daha farklı işlenişleri ve ayrıntılara gösterilen önem gibi.. Ancak bana bu film Jeunet'nin en iyilerinden değil de daha vasat olan filmlerinden biri gibi geldi. 'Kayıp Çocuklar Şehri' ya da 'Amelie'yi izlediğim zamanki gibi bir hayranlık ve mutluluk içinde bulmadım kendimi bu filmden sonra. Jeunet'nin daha sonra gelecek olan filmlerinin izleri ve işaretleri kesinlikle farkediliyor bu filmde, ancak evrim tam tamamlanmamış gibi. Yine de tanıdık oyuncuları tekrar görmek ve izlemek çok keyifli oldu. Bir ara 'İyi yönetmenler neden bütün filmlerinde aynı oyuncuları kullanıyor?' konulu bir yazı da yazmalıyım:) Yine de Delicatessen, ya da Türkçe adıyla Şarküteri, değişik ve eğlenceli bir film denebilir.

Willy Wonka and the Chocolate Factory - 1971




Johnny Depp'li yeni versiyonunu izlemiş olmama ve çok keyif almış olmama rağmen bu filmin orijinalini çok merak ediyordum. Zaten içinde çikolata geçen, özellikle çikolata fabrikası gibi bir yerde geçen bir filmi sevmemem mümkün değil, bunu biliyordum! 1971 yapımı orijinal Willy Wonka ve Çikolata Fabrikası da gerçekten çok şirin ve eğlenceliymiş. Her ne kadar Tim Burton'ın yararlandığı pek çok görsel efekt ve bilgisayar efekti bu filmde kullanılamamış olsa da yine de filmin insanın içini ısıtan, sihirli bir atmosferi var. Gene Wilder bence Willy Wonka rolünde Johnny Depp'in olduğundan çok daha gizemli ve egzantrik bir oyunculuk çıkarmış. Bu filmi izleyince: 'Evet, gerçek Willy Wonka bu!' diyorsunuz. Ayrıca oompa loompa'lar, çikolata fabrikasının içindeki gizemler ve küçük çocukların başına gelen şeylerin hepsi çok güzel işlenmiş. Yeni filmi görenlerin bunu da kaçırmaması gerekiyor bence.

The Doors - 1984



Bu filmin çok methini duymuştum, ancak Val Kilmer'ın mükemmel oyunculuğu bir yana çok da beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Belki The Doors hayranları bu filme çok daha farklı bir gözle bakıyordur, bütün şarkıları bilince ve filmde dinlerken tanıyınca film çok daha keyifli izleniyor olabilir. Benim de bildiğim ve severek dinlediğim pek çok Doors şarkısı var, ve bu şarkıların Jim Morrison'ın hayatında ne gibi evrelerde oluştuklarını görmek ilginçti filmde. Ancak bir alkolik/uyuşturucu bağımlısının kendini gittikçe yok etmesini izlemenin çok da hayran kalınacak ya da keyif alınacak bir yanı yoktu. Oliver Stone'un gerçekten sevdiğim çok az filmi var sanırım.

Sinema sinema!

Geçtiğimiz 1 ay içinde pek çok film izledim ve hiçbiriyle ilgili düşündüklerimi yazamadım blog'uma henüz, bu yüzden şimdi her film için ayrı bir post yazarak bir 'film eleştirisi' silsilesi oluşturmaya karar verdim. Hazır olun, işte başlıyor! :)

Friday, June 1, 2007

Eğlenelim biraz

'Chicago Türk Festivali' gibi festivallere ve etkinliklere neden çok ihtiyacımız var? Cevabı:



Amerika'da yaşayan Türk doktora öğrencisi bir kızın maruz kaldığı sorular:


- Türkiye'de başörtü takmazsanız hapse atılır mısınız? (Yorumsuz)


- Midnight Express (Geceyarısı Ekspresi) filmi beni çok korkuttu. Türkiye'ye gidersem hapse atılır mıyım? (Bir 'kötü örnek' binlerce iyi örnekten ne kadar daha etkili, işte kanıtı. Yazıklar olsun Oliver Stone diyorum)


- Ne olacak bu Ortadoğu'nun hali? (Bu soru da doktor olduğunu söyleyen birine 'Nedir kanserin devası?' filan gibi bir soru sormaya eşdeğer)


- Türkiye'de hangi dil konuşuluyor? Ortadoğu'da Arapça'dan başka dil konuşuluyor mu? (Evet, bizim de kendimize ait bir dilimiz var, sizin için şaşırtıcı olsa da:)


- Türklerin Müslüman olmayan herkesten nefret ettikleri doğru mu? (Yorumsuz)


- Sen hiç Türk'e benzemiyorsun. Bütün Türkler esmer/koyu tenli değil mi? (Bu da ayrı bir ırkçı yaklaşım. Ne diyeceğimi bilemiyorum)


- Türkler Arap alfabesini kullanmıyor mu? Bizim yazılarımızı nasıl okuyorsunuz? (Bunu da yorumsuz bırakıyorum)


- Türkiye'de deveyle mi seyahat ediliyor? (Evet bu soru da bana soruldu, esefle hatırlatıorum ki böyle düşünen Amerikalı sayısı azımsanamayacak kadar çok)


Ve daha niceleri... Komik ama aynı zamanda da trajik.