Wednesday, April 28, 2010

Süt - Semih Kaplanoğlu



Semih Kaplanoğlu'nun sade, minimalist tarzıyla Yumurta filmiyle tanışıp, çok sevmiştim. Süt de yine aynı çevrede ve arkaplanda geçen, 'Yusuf Üçlemesi'nin ikinci filmi. Bu filmde Yusuf'un annesi henüz hayatta ve önceki filmden biraz daha geride bir zamana gidiyoruz. (Aslında yönetmen, bu konuda biraz esnek bırakmış ve filmi her türlü detayıyla yine şimdiki zamanda çekerek bir devamlılık hissi yaratmış gibi) Yani hem eskiye dönüş, hem şimdiki zamanda kalış gibi. Eski bir anıyı şimdi hatırlar gibi ya da.

Yusuf'un annesiyle olan sade yaşamı, yine durağan ve sade bir şekilde aktarılmış izleyiciye. Ama ben bu filmde, 'Yumurta' filmini bir arada tutan o yoğun duyguyu pek bulamadım. Daha kopuk kopuk gibiydi sanki sahneler birbirinden, geçişler ve çekimler biraz daha spontan olmuştu. 'Yumurta'da içimi ısıtan, beni gülümseten detaylar vardı (Belki Saadet Işıl Aksoy ve Nejat İşler'in başarılı oyunculuklarının da etkisi vardır bunda). Bu filmi daha dışarıdan izledim sanki, filmin içine çok giremedim ve karakterlerle özdeşleşemedim. Bu belki filmin bir 'ara film' ya da 'geçiş filmi' olmasından kaynaklanıyor da olabilir. Malum, üçlemelerde ilk ve son film her zaman daha çok hatırlanır. (Godfather hariç! :)

Yine de Yusuf Üçlemesi'nin üçüncü filmi olan ve Altın Ayı ödülünü kazanan 'Bal'dan çok umutluyum ve çok merak ediyorum onu da.




Sunday, April 25, 2010

Mutluluk, insanın yaptığı işe aşık olmasıdır

Yağmurlu ve sisli bir Chicago Pazarı.. Dışarıda Nisan bulutları, serin bir esinti, sokakta su birikintileri.

Evde, sarı lambamın ışığının altında, elimde bir bardak çay, öğrencilerin ödevlerini okuyup not veriyorum. Huzur dolu ve sakinim.

Bundan 20 sene öncesini hatırlıyorum. Pazar sabahlarını, babamın öğrenci ödevlerini okuduğu, annemin önce evi temizleyip, sonra bizi banyoya sokup sonra ütü yaptığı Pazar öğleden sonralarını.. Zaman, anlamını yitiriyor. Sanki sürekli devam eden bir gün içinde, zamansız bir mekandayım.

20 sene sonra başka bir kıtada, başka bir ülkede, bambaşka bir şehirdeki evimde, yine bir Pazar öğleden sonrasında, zaman ve hayat üzerine düşünmek güzel. Yaptığım işin içinde kaybolmak güzel.. Her anlamda babamın kızı olduğumu bilmek ve bununla gurur duymak güzel..


Friday, April 23, 2010

Neden Apple kullanıyorum?



Bana bu soru özellikle Türkiye'de çok soruluyor. Cevabı da çok basit aslında. Apple markasına zincirlerle bağlı değilim. Yalnızca Apple'ın bilgisayarlarının fiyat / performans oranından inanılmaz memnunum. (Ipad için bir şey söyleyemiyorum çünkü daha yeni çıktı ve hiç denemedim)

Neden?

- Çünkü şimdi kullandığım Macbook'umu 2006'da almış olmama ve 4 yıldır kullanmama rağmen hala tam kapasite çalışıyor. (Ondan önce sadece 1 buçuk yıl kullandığım Toshiba dizüstü bilgisayarım bana kafayı yedirtmek üzereydi, o kadar çok sorun çıkardı ki en sonunda neredeyse pencereden aşağı fırlatacaktım sinirden)

- Bilgisayarım 4 yılda bir çok ülke gezdi, pili bir kere değişti, gece pencere pervazında dururken üzerine kedi zıpladığı için (!) 1 metreden yere çakıldı. yan tarafından minicik plastik bir parça kopmasından başka hiç bir sorun çıkarmadı, bana mısın demedi.

(Bilgisayarının pencere pervazında ne işi vardı diye sormayın lütfen! :)

- Bu arada Apple'ın en büyük dahilik ürünü olduğunu düşündüğüm Magsafe (mıknatıslı adaptör) sayesinde bilgisayarım onlarca kez evde ve kütüphanede masanın üstünden aşağıya uçmaktan kurtuldu. (Bilmeyenler için kısaca şöyle açıklayayım: Güç kablosunun bilgisayara bağlandığı yer bir mıknatıs. Kazara kablonun üzerine basarsanız eğer, kablo bilgisayarı kendiyle çekip düşürmeden, kendi kendine pıt diye yuvasından çıkıveriyor) Benim gibi sakar bir insan için hayat kurtaran bir buluş!

- Bu 4 yıl içinde bilgisayarım neredeyse hiç donmadı, hata ekranı vermedi, hiç bir değerli dosyamı kaybetmeme sebep olmadı.

- Bilgisayarımın piline Mısır'a gittiğimde oranın değişken elektrik sisteminde bir haller olunca ABD'ye döndükten sonra Apple'ı aradım. (AppleCare sigortası almıştım önceden) Bir gün öğleden sonra müşteri hizmetlerini arayıp derdimi anlattım, ertesi sabah yepyeni pil kutunun içinde kapıma geldi! Nasıl bu kadar hızlı hareket edebildiklerine şaştım ve hayran kaldım doğrusu.

- Mac OSX Tiger işletim sisteminden inanılmaz memnun kaldım. Bu haftasonu Snow Leopard sistemine geçiyorum. O daha da mükemmel. Bilgisayarın açılması yaklaşık 5-10 saniye, kapanması 3 saniye kadar sürüyor.

- Mac işletim sistemlerinde virüs sorunu yok. Antivirüs programlarıyla uğraşmanıza gerek kalmıyor.

- Benim en çok kullandığım program Microsoft Office ve Firefox. İkisinin de Mac sürümleri var ve sorunsuz çalışıyor.

- Macbook'un minimalist, sade ve şık tasarımına hayranım. Beyaz en sevdiğim renklerden biridir (tabii renk sayılmaz ama neyse:)

- Netbook'lardan nefret ediyorum, dünyanın en kullanışsız makineleri bence. Çok yavaşlar, klavyeleri fazla küçük, CD ve DVD okuyucuları yok ve ekranları bit kadar. Macbook'um onlar kadar hafif olmasa da yine de epeyi küçük ve hafif, her yere taşınabiliyor. En çok kütüphane ve okul arasında gidip geliyorum. Bir de okulda ders vermeye gittiğim zaman makaleleri yazıcıda basıp boşuna kağıt israfı yapmak yerine bilgisayarımı yanımda götürüp oradan bakıyorum makalelere.

- Apple'ın kampanyası sayesinde Macbook'umu aldığım zaman yanında aldığım Ipod bedavaya geldi. (Açıklamak gerekirse: ABD'de 'rebate' dedikleri bir sistem sayesinde parasını ödemiş olduğunuz bir ürünün fiyatının bir kısmını ya da tamamını daha sonra geri alabiliyorsunuz. Bir nevi 'gecikmeli indirim' gibi yani.)

Apple bana bilgisayarla birlikte satın aldığım Ipod için 200 dolarlık bir çek göndermiş. Bu çeki ben ya kaybetmişim, ya da bana ulaşmamış. Yani bir şekilde bozdurmamışım çeki. Aradan da aylar geçmiş, o kadar meşgulüm ki aklımdan tamamen çıkmış bu olay.

Apple'dan bir gün bana ne deseler beğenirsiniz? Beni telefondan arayan Apple temsilcisi: 'Moonie Hanım, bizden 200 dolarlık çekiniz vardı, hala bozdurmamışsınız. İstiyorsanız tekrar gönderelim postayla?' diyerek beni dumurlara gark etti. 'Tabii, çok sevinirim' diye cevap verdim. Çeki bana (böyle bir mecburiyetleri olmadığı halde) tekrar gönderdiler, ben de bankaya gidip bozdurarak 200 dolarıma kavuştum!

Söyleyin bana şimdi, hangi şirket yapar bunu? :)

Thursday, April 22, 2010

Yaşamaya dair - III



Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmek için...


Nazım Hikmet Ran
Şubat 1948






Dünya Günü'müz kutlu olsun!!!!

Monday, April 19, 2010

Sertab gibi


Tarih 3 Nisan. Yer Chicago. Sertab ve Demir, akşam büyük bir konser verecekler Chicago'daki Türklere. Türk Amerikan Kültürel Derneği (TACA)nın organize ettiği bu konseri, ne zamandır sabırsızlıkla bekliyorduk biz.

O gün geldi çattı, Bart'ım organize edenler arasında yer aldığı için ben de konserden çok önce oraya gidip çalışacak olan gönüllüler arasındayım. Konserin olacağı Copernicus'a varıyoruz, saat 4 civarı.. Konser akşam 8de başlayacak ama o zamana kadar olacak bütün hazırlıklardan ve bilet işlemlerinden biz sorumluyuz.

Ben kapıdaki bilet masasında yer alacağım. Henüz vakit çok erken olduğu için tabii bilet almak isteyenlerin hiç biri yok ortada. Ne yapsam diye düşünürken içeriden Sertab'ın sesi geliyor birden. Karanlık, kocaman salona giriyorum.

Salonda konserin provası ve 'sound check' (ses denemeleri) yapılıyor. Benden başka hiç kimse yok. Sahnede Sertab ve Demir. Günlük kıyafetleri içinde şarkı söylüyorlar.

Kalbim güm güm atıyor. Öyle ya ben Sertab'ın şarkılarıyla 'büyüdüm'. En çok da 'Lal' ve 'Sertab Gibi' albümlerini, evde kasetten, okula giderken walkman'imde defalarca dinledim. O şarkılarla uyudum, uyandım, içim titredi, sarsıldım....

En ön sıralardan birine gidip usulca yerleşiyorum. Aman Tanrım! Koca salonda benden başka kimse yok. Ve ben tek başıma oturmuş, iki metre ötemde şarkı söyleyen Sertab'ı izliyorum. Mutluluk dedikleri bu olmalı. Tek kişilik bir konser!!!

Bir kaç şarkı söyledikten sonra en ama en çok sevdiğim, yüreğimde apayrı bir yeri olan 'Lal'in ilk notaları duyuluyor usuldan.. Piyanist ilk bir kaç notaya basınca, içimde bir yer titriyor.

Zaman duruyor o anda.. Mekan genişliyor.. Sertab'ın sesi, bir pınardan çağlayan berrak bir su gibi.. Geniş mekanı dolduran, binlerce küçük kelebek gibi.. Yüreğimi yıkayıp ferahlatan, içime işleyen bir büyü gibi. Sertab, 'Lal'i söylüyor.

O anda bu şarkıyı dinlediğim çocukluk ve ilkgençlik günlerime dönüyorum. İlk defa 17 yaşında gittiğim Almanya'da, memleketimin ve ailemin hasretiyle titrerken, soğuk bir trende dinlediğim güne.. Ağlamıştım usul usul.. Kimse farketmeden silivermiştim gözyaşlarımı, ceketimin yeniyle.

Şimdi yine doluyor gözlerim.. Müziğin güzelliğine, zamansız ve mekansızlığına, evrenselliğine, beni çocukluğuma ve geçmişime böylesine çabucak götürebilmesine ağlıyorum.. Ağlıyorum ve Sertab'la birlikte fısıldayarak söylüyorum:

Bir bulut olsam, yüklenip yağsam
Dökülsem damla damla toprağına
Bir deli nehir, bir asi rüzgar
Olup kavuşsam üzüm bağlarına

Bir çiğ tanesi, bülbülün çilesi
Annemin sesiyle güne uyansam
Radyoda yanık içli bir keman
Ağlasa nihavend acem aşiran

Bir turna olsam, yollara vursam
Uçabilsem kendi semalarıma
Bir seher vakti sılaya varsam
Selam versem ah sıradağlarına

Komsunun kızı, çoban yıldızı
Yaz bahçeleri, yeşil, mor, kırmızı
Ah şişede lâl, hem de ay hilal
Bir daha da görmedim ben öyle yazı...


Konser provası bitince Sertab, elini gözüne koyup spot ışıklarının ötesinde kimin oturduğunu anlamaya çalışıyor.. Beni görünce gülümseyip, 'Sen bütün konseri izledin, farkında mısın?' diyor.. Kafamı sallayıp 'evet' anlamında, bir yürek dolusu gülümsüyorum ben de.. O anda akşamki konseri izlemesem bile umrumda değil.. O anda çok güzel bir rüyadan yeni uyanmış gibi sarhoş ve mutluyum.

İyi ki var müzik, ve iyi ki varsın Sertab..



Wednesday, April 14, 2010

İki masal

Alice in Wonderland - Tim Burton


Alis Harikalar Diyarı'nda, ilk defa ortaokulda İngilizce dersinde okuduğum ve aşık olduğum bir kitap. Fantasik edebiyatın çıkış noktası diyebiliriz herhalde onun için! Lewis Carroll'ın hayalgücüne nasıl hayran kaldığımı ve kitaptaki çoğu sahnenin gözümde inanılmaz bir gerçekçilikle canlandığını hatırlıyorum. Kitapta en çok sevdiğim sahne, Deli Şapkacı ile Mart tavşanı'nın çay sofrası sahnesiydi.

En çok sevdiğim karakter ise Cheshire kedisiydi (hala da öyle) Düşünsenize, gülümseyen, gülümsedikçe kaybolan, havada asılı bir gülümsemesi kalan bir kedi!

Tim Burton'ın filmi, bizi biraz olsun çocukluğumuzun o enfes hayal dünyasına götürmeyi başarıyor. Cheshire kedisi yine inanılmaz! Johnny Depp de zaten hafif çatlak rolleri çok iyi kotarıyor, bunu sabıkasından biliyoruz (Edward Scissorhands, Willy Wonka, Jack Sparrow....vb) Ama bu iki karakter dışında film, genel olarak bilgisayar efektlerinden oluştuğu için eski Tim Burton filmlerinin tadını kesinlikle alamadım bu filmden. Hani o insanın hayalgücünü genişleten, dahice yazılmış replikleriyle güldüren klasik Burton karakterleri yoktu bu filmde. (Nightmare before Christmas'taki Oogie Boogie man gibi, ya da Big Fishteki Cadı gibi)


Filmin sonunda da bir ders verme, bir olanları açıklama ihtiyacı... Tim Burton'a Hollywood bulaşmış sanki biraz..Yoksa bana mı öyle geldi?


Ponyo - Hayao Miyazaki




Bu kısa boylu, güler yüzlü Japon adamın filmleri beni nasıl bu kadar mutlu ediyor, birisi bana söyleyebiilir mi acaba? :)

Kendimi hüzünlü / yorgun / bıkkın hissettiğim zamanlarda Miyazaki filmi izlemek, damardan mutluluk enjekte etmek gibi kendime.. Ne kadar içten, şirin, güzel filmler yapıyor bu adam..


Küçük kırmızı bir balık iken bir kız çocuğu olma hayali kuran Ponyo'nun öyküsü bu güzel masal.. Deniz ve denizaltı yaşamına bu filminde büyük bir ağırlık vermiş Miyazaki. Denizin içindeki yaşayan bütün canlıları o kadar renkli ve güzel betimlemiş ki, hayran kalmamak elde değil.. Ve tabii ki yine çevreci mesajlar vermeyi, insanoğlunun doğayı nasıl katlettiğini bize hatırlatmayı da unutmamış Miyazaki usta.

Çok keyifli ve huzurlu bir akşam geçirmek isteyen herkese tavsiye ederim.

İyi ki bize böyle masallar anlatan birileri var.. Gerçek hayatın karmaşasından ve yorgunluğundan 2 saatliğine de olsa kaçabilmek ne kadar güzel.




Saturday, April 10, 2010

Bilmem nerede, ne zaman

Büyük randevu........Bilsem,nerede, saat kaçta?

Tabutumun tahtası, bilsem, hangi ağaçta?

Necip Fazıl Kısakürek


Sürekli unutmaya, unutturmaya çalışsak da oradasın, ölüm meleği. Ne zaman geleceğini bilmiyorum, ne zaman gözlerinin içine bakacağımı. Tesadüfi yaşıyoruz aslında, bir pamuk ipliğine bağlı hayatımız, ve biz farkında bile değiliz bunun.. Kendimizi bu dünyaya bağlı sanıyoruz. Uğraşlarımızdan, mal ve mülkümüzden, sevdiklerimizden ve bizi sevenlerden sıkı sıkıya bağlandık sanıyoruz bu aleme.

Oysa bu beden bir mabet, içinde bir can saklı. O canı ödünç aldık Tanrı'dan, zamanı gelince geri vereceğiz. Ödeyeceğiz borcumuzu. 'Vücud-u şehrimde misafirim' demişti Ömer Faruk Tekbilek, 'Manhem' şarkısında. Ne kadar doğru. Misafiriz kendi bedenimizde, bu geçici kabukta.


'Ten fanidir can ölmez, ölenler geri gelmez.
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil...'

Yunus Emre


Fani bedenim iflas edince, canımı teslim almaya ne zaman geleceksin bilmiyorum.

Geldiğinde gözlerinin içine bakacağım, melek.
Ve bir bir anlatacağım sana.
Masmavi gökyüzünün parlayışını, uçsuz bucaksız sabahlarda.
Tenin tene değmesinin mutluluğunu, insanın içini titreten aşkı,
Aniden bastıran akşamlarda, kesif bir duman gibi çöken hüznü,
Gülen gözlerin ışıltısını, gözyaşlarının yakan tuzunu anlatacağım.
Kırılan kalplerin şarkılarını, buz kesmiş ruhların ağıtlarını
İnsanın içini yakan özlemi, tek başına yanan mumun alevini
O alevde gizli yalnızlıkları, korkuları, sancıları
Korkuyla büyüyen gözbebeklerini
Güm güm atan binlerce, milyonlarca yüreği
Gecenin kara dantelini, gündüzün beyaz örtüsünü
Esen meltemi, köpüklü dalgaları
Her gün yeniden doğan güneşi,
Uçsuz bucaksız çöllerde dolanan kum tanelerini
Rüzgarı, bitmek bilmeyen hikayesini, sesini
Sesimi, nefesimi, hikayemi..



Sonra susacağım.
Gözlerimin içine bakıp, gülümseyeceksin.
Sımsıkı tutup elimden, çekip beni, götüreceksin.


Wednesday, April 7, 2010

İstanbul Modern






İstanbul'a her gittiğimde mutlaka uğradığım, hem yeri ve manzarası, hem de iç mekanının ferahlığı ve modernliği ile çok sevdiğim bir müze, Karaköy'deki İstanbul Modern. Daha önceki İstanbul ziyaretleri yazılarımda da bahsetmiştim orada görme fırsatını bulduğum sergilerden. Her gittiğimde beni çok mutlu eden, bambaşka dünyalara götüren bir yer. Hiç bir zaman çok kalabalık olmadığı için de sanat eserlerini, resim ve fotoğrafları rahat rahat izleyip incelemek için çok ideal bir mekan.

Bu sefer de annem ve babamı alıp bir Pazar günü güzel bir Pazar kahvaltısından sonra uçurdum İstanbul Modern'e. Yine tenha, yine sessiz ve sakindi. Çok güzel bir gün geçirdik orada, önce klasik Türk resminin ustalarının eserlerini hayranlıkla inceledik, Türkiye'nin yakın tarihini siyah-beyaz fotoğraflar ve piyano müziği eşliğinde anlatan bir video instalasyonu izledik.



Bedri Rahmi ustanın resimlerine tekrar hayranlıkla baktım, Anadolu'yu bir kilim gibi bütün renkleri ve desenleriyle nasıl işlediğine, o enfes resimlerinde..




Nuri İyem'in hüzün gözlü kadınlarının gözlerinin içine baktık. Sanatın insanın ruhunun derinliklerine dokunan o eşsiz güzelliğiyle büyülendik.



Daha sonra da benim müzeye asıl gitmek isteme nedenim olan,
Türkiye, Rusya ve Yunanistan'dan fotoğrafçıların yapıtlarından oluşan 'İçimizdeki Zaman' adındaki fotoğraf sergisini gezdik. Sergideki fotoğrafların her birine hayran kaldım, 'Ben ne zaman böyle fotoğraf çekebileceğim acaba?' diye de düşünmedim değil :)

Bu güzel sergiyi 16 Mayıs'a kadar gezebilirsiniz. Eğer İstanbul'daysanız kaçırmayın derim.




İstanbul Modern'in çok sevdiğim 'zincirli merdiven'i.




Ve son olarak, müze'nin en sevdiğim yeri olan kütüphanesinin, havaya asılı kitaplarla kaplı tavanı!



Saturday, April 3, 2010

Bulutların üzerinde sinema



Bilenler bilir, uzun uçak yolculuklarında (hele de tek başınaysanız) zaman geçmek bilmez. Hele de İstanbul-Chicago arası gibi aktarmasız, tek seferde 12 saat aynı koltukta oturmak zorunda olduğunuz bir uçuşta, sizi eğlendirecek/zaman geçirtecek bir şeyler olmazsa gerçekten çok sıkılırsınız. Gece uçuşunda uyuyabilsem de gündüz uçuşlarında 15-20 dk.dan fazla uyuyamadığım için zaman da geçmek bilmez zaten.

Allah'tan THYnin uçaklarında artık tam önünüzdeki ekrandan istediğiniz filmi, CD albümünü, TV programını, radyoyu ya da oyunu seçebiliyor ve onlarla zaman geçirebiliyorsunuz. THY sürekli bizi beslediği için (Amerikan uçaklarındaki gibi sizi aç bırakmıyorlar, her iki-üç saatte bir mutlaka yiyecek bir şeyler geliyor, yaşasın yurdumun havayolu şirketi!) ya yemek yiyor, ya bir şeyler okuyor ya da bir şeyler izliyor oluyorum.

Bu sefer de uçakta izlediğim filmi paylaşmak istedim.


Where the Wild Things Are (Spike Jonze):


Maurice Sendak'ın aynı isimli çocuk kitabından uyarlanan bu film gerçekten çok değişik. (Bu arada kitap dediğime bakmayın, çocuk kitabı olduğu için bir kaç cümleden oluşuyor sadece, kitabın orijinalinin youtube'da okunduğu kısa bir video var, izlemek isterseniz şurada) Karanlık, çocuksu ve naif, hüzünlü.. Müzikleri de ayrı güzel, hatta soundtrackini satın almayı bile düşündüm.

Sanki çocukluğun o loş koridorlarında yeniden dolaşmak gibi, çocukluğa geri dönmek gibi bu film. 1.5-2 saatliğine de olsa kendimi gerçekten Max'in yaşında bir çocuk gibi hissettim, onunla birlikte 'vahşi şeylerin yaşadığı' o adaya gittim, onunla birlikte dostluklar kurdum, hüzünlendim, çocukluğun o sınırsız hayalgücünün büyüsünü hissettim. Çocukluğumun bir daha asla geri gelmeyecek olduğunu bildiğim için belki de, film buruk bir tat bıraktı içimde. Max'in asla bir daha o adaya geri dönemeyecek olması gibi, ben de içimde çocukluğu kaybetmenin acısını hissettim.


Not: Şu videoda da aynı kitabı ABD başkanı Barack Obama'nın sesinden dinleyebilirsiniz :)