Saturday, August 30, 2008

...........



the rain came down
the rain came down
the rain came down on me.

the wind blew strong
the summer song
fades to memory

I knew you when
I loved you then
the summer's young and helpless.

you laid me bare
you marked me there
the promises we made.

I used to think
as birds take wing
they sing through life so why can't we?
if you cling to this
and claim your best
if this is what you're offering
I'll take the rain
I'll take the rain


the nighttime creases
summer schemes
and stretches out to stay.
the sun shines down
you came around
you love easy days.

but now the sun,
the winter's come.
I wanted just to say
that if I hold
I'd hope you'd fold
open up inside, inside of me.

I used to think
as birds take wing
they sing through life so why can't we?
if you cling to this
and claim your best
If this is what you're offering
I'll take the rain
I'll take the rain


this winter song
I'll sing along
I've searched its still refrain
I'll walk alone
I've given this, take wing
celebrate the rain.

I used to think
as birds take wing
they sing through life so why can't we?
if you cling to this
and claim your best
If this is what you're offering
I'll take the rain
I'll take the rain
I'll take the rain.


.........

Monday, August 25, 2008

Bir koku serüveni

Kendimi bildim bileli güzel kokmak çok mutlu etti beni. Güzel kokulara karşı aşırı bir hassasiyetim ve zaafım vardır, güzel kokan insanlara kendimi daha yakın hissedecek kadar.

Patrick Süskind'in daha sonra filmi de çekilen enfes 'Koku' romanını okuduğumda çok etkilenmiştim. Kokuların ayrı ayrı karakterleri olduğunu, bir insan için ne kadar çok şey ifade edebildiğini bu kitapta okumak büyük keyif vermişti bana.

İnsanın en güçlü hafızası koku hafızasıymış, daha önce de bir yaz gününü bana hangi kokuların hatırlattığını yazmıştım eski bir yazımda. Bence kesinlikle kokuların beynimizdeki anıları inanılmaz ölçüde güçlü bir şekilde canlandırma yeteneği var. Kara Kitap romanında 'Hafıza bir bahçedir' diyor sevgili Orhan Pamuk, onun dediği gibi bir bahçeyse eğer hafızamız, anılarımız da güzel kokulu çiçekler ya da kötü kokulu ısırgan otlarıdır belki de?

Kendimi bildim bileli beni etkileyen, anılarımı içine sakladığım kokuların serüveni, işte karşınızda:


Boğaziçi Kolonya: Kendimi bildim bileli beynimde kazılı duran bu kutu, bu koku, bu renkler bana çocukluğumu hatırlatır hep. Annemin eczanesinde duran kocaman yuvarlak kolonya kavanozu, hasta evlerinde başucunda duran demirbaş eşya. Ya da misafirliklerde, bayram sabahlarında avuca serpilen, sonra belki yüze ve saçlara sürülen limon kokulu ferahlık. Kültürümüzün belli başlı parçalarından biri. Başka hiç bir ülkede görmediğim bir fenomen!


Johnson's baby kolonyasının mavisi (Soft): Küçüklüğümden ilkgençliğime dek kullandığım bu saf, masum koku bana çocukluğumu hatırlatıyor. O kadar tanıdık bir kokusu vardır ki şimdi bile koklasam sanki 8 yaşıma geri dönerim o anda, okuldan yeni gelmişimdir eve, yıkanmışımdır belki ve koltuğun üzerinde annemin ütü yapmasını izliyorumdur. Eve dönmek gibi bir kokusu var bu kolonyanın. Çocukluğun o masumiyetine, tasasızlığına, saflığına ve berraklığına dönmek gibi.




Chanson D'eau: Ortaokul boyunca ve sanırım lise 1'de hep Coty'nin bu ucuz parfümünü kullandım, ve çok, ama çok sevdim. İsmi Fransızca'da 'Suyun şarkısı' anlamına geldiğinden mi, yoksa limonumsu, hafif ve çok ferahlatıcı kokusu yüzünden mi bilinmez. Yağmurlu günleri çok sevdiğim, defterlerime umutsuz şiirler yazdığım ve servis camından dışarı bakarken walkman'de Sertab Erener kasetleri dinlediğim yıllardı. Bu koku işte o ilkgençlik yıllarıma geri götürür beni hep. Hala bir yerlerde satılıyor mu acaba? Bilinmez.


Flower by Kenzo: Hediye olarak gelmişti bu parfüm bana, çok kısa bir süre, lise iki ve üçte kullanmıştım sanırım. Çok çiçekli ve bana biraz ağır gelen bir koku olduğu için çok uzun süre kulanmadım. Parfümümüz kişiliğimize de uymalı ya hani bazen, bu parfüm benim kişiliğime uymuyor, beni anlatmıyordu sanki o zamanlar. En sevdiğim parfüme geçerken bir 'ara dönem / geçiş kokusu' olmaktan öteye gidemedi benim için galiba.




Giorgio Armani - Acqua DiGio: Lisenin ve üniversite yıllarının çoğunda kullandığım bu parfüm, en uzun süre kullandığım koku oldu. Bir ara çok klasikleşmiş ve herkes bu kokuyu kullanmaya başlamıştı (Sanırım 90'lı yılların sonu ve 2000'li yılların başına tekabül eder) Buna rağmen bu kokudan çok uzun bir süre bıkmadım, adeta benim bir parçam oldu. En sonunda artık yaşamımın her döneminin ayrı bir kokuyla hatırlanması gerektiğine karar verdim ve ani bir kararla bıraktım onu. Şimdi koklayınca lise son ve üniversite yıllarıma ait mutlu anılar, arkadaşlarım, tiyatro maceralarımız, Almanya ve Avrupa gezilerimiz ve bütün o güzel anlar gelir aklıma. Bu kokuyu unutmadım, unutamam.





Victoria's Secret - Romantic Wish: Çiçekli kokusunu çok sevdiğim bu vücut spreyini Amerika'ya ilk geldiğim bir iki yıl kullandım. Hafif üzüm kokusu karışmış tatlı bir koku, beni buradaki ilk günlerime, arkadaşlarıma, Türkiye'ye döndüğüm yazlara, aldığım derslere, girdiğim sınavlara geri götürür. Yeni bir ülkede olmanın o ilk heyecanını yeniden hissettirir.

Lolita Lempicka: Son iki senedir kullanıyorum bu parfümü. Şu ana kadar kullandığım parfümler arasında kokusu en belirgin ve en çiçekli olanı sanırım. Daha çok kışın kullandığım, bana nedense koyu mor rengi ve sıcak tutan kadife elbiseleri hatırlatan bir parfüm. Sahiden de, kokuların renkleri de var bazen sanki.


Dolce & Gabbana - Light Blue: İki yazdır kullandığım ve çok sevdiğim, tam bir 'yaz parfümü. İnanılmaz hafif ve taze bir kokusu var, bana mavi suları, mavi gökyüzünü, özgürlüğü, tertemiz beyaz çarşafları, yelkenlileri, rüzgarda sallanan mis gibi kokulu çamaşırları hatırlatıyor. Ve beni çok mutlu ediyor!



İşte henüz dün ani bir kararla satın aldığım yeni ve son parfümüm: Marc Jacobs - Daisy. Daha önce tester'dan denemiş ve kokusuna hayran kalmıştım. Tam yaklaşmakta olduğumuz Eylül'e yaraşan, sapsarı bir papatya gibi sıcak, rahat, huzurlu ve mutlu bir koku. Hayatımın bu dönemine, şimdi hissetiklerime çok uygun, hem tanıdık gibi, hem de yeni bir heyecan gibi.



Bakalım bu şişenin içine hangi anılarım saklanacak?





Friday, August 22, 2008

Kısa filmler, güzel filmler


Ne zamandır kısa film izlememiştim. Tesadüf ki Netflix listemde biriken filmlerden geçen hafta ardı ardına gelen iki film de kısa filmlerden oluşan seçkilerdi. Ve ikisi de birbirinden güzeldi. Kısa film izlemenin ne kadar güzel olduğunu unutmuşum!

Kısa filmlerden oluşan bir seçki izlemeyi şuna benzettim: Sanki kocaman bir çikolata parçasını yemek yerine, bir truffle kutusunu açıp değişik trufflelardan her birini teker teker, tadına vara vara, farklılıklarını hissederek yemek gibi. Benim gibi çikolata delisi birine de bu benzetme yakışırdı zaten! :)



'Paris, Je T'aime' 18 farklı hikayeden oluşan, hepsi de Paris'in farklı bir bölgesinde geçen bir kısa filmler bütünü. Ana teması aşk/sevgi bu filmlerin. Hepsi de birbirinden güzel olmuş, hepsi başka türlü bir aşkı anlatmış. Büyük bir şehrin değişik yerlerinde yaşayan insanların hayatlarından kesitler şeklinde hikayeler. Ve çoğu çok gerçekçi, sanki gerçek hayatta tanık olabileceğiniz, sokakta bir parçası olabileceğiniz sahneler gibi. Bu filmleri izledikten sonra Paris'e gerçekten de çok gitmek istedim. Ratatouille'i izleyince de aynı şeyi düşünmüştüm, bu filmde de Paris tüm güzelliğini gözler önüne sermiş. Ayrıca bir senedir boşladığım Fransızcama geri dönmem gerektiğini de hatırladım! Fransızca şu ana kadar öğrendiğim en güzel dil, kesinlikle!

Ama benim filmde en çok beğendiğim, en çok içime işleyen aşağıdaki kısa film oldu. (Türkiyedekilerden özür diliyorum şimdiden, ama belki internette Youtube'dan başka bir yerde de vardır. Bu kısa filmin ismi: Faubourg Saint-Denis) Aşkın doğuşu, gelişmesi ve sonuçları bu kadar güzel anlatılamazdı. İki insanın bir ilişkide hayata dair paylaştıkları bu kadar güzel bir müzikle, bu kadar şiirsel özetlenemezdi, hem de sadece 6 dakikada. İşte karşınızda: Faoubourg Saint-Denis:





İkinci izlediğim kısa filmler bütünü ise Jim Jarmusch'un Coffee and Cigarettes'iydi. Bu film de hepsi kahve ve sigara konusu etrafında dönen 11 hikayeden oluşuyor. Hepsi de inanılmaz keyifliydi. Çoğunu tanıdığımız sanatçıları, oyuncuları kendi isimleriyle, kendi karakterlerini oynarken izlemek çok eğlenceli oldu. Çoğu yerinde yüksek sesle kahkaha attık! Filmle ilgili en çok hoşuma giden şey yine detaylara çok dikkat edilmesiydi. Her sahnede mutlaka bulunan 'siyah-beyaz karelerden oluşan dama dizaynı' mesela. İnsanların kahve ve sigara ikilisine bağımlılığı. Bazen diyalogların absürdlüğü ve saçmalığı. Ya da bütün hikayelerin siyah-beyaz oluşu. Herşeyiyle gerçekten çok sevdim bu filmi!






Bu filmde de en çok sevdiğim hikaye, 'Kuzenler' adındaki hikaye oldu. İkisini de Cate Blanchett'in oynadığı birbirine tamamen zıt iki kuzenin diyaloğu. Rol yeteneği gerçekten çok başarılı, karşımızda adeta iki farklı insan görüyoruz sanki! Soldaki sarı saçlı, tipik 'preppy' dedikleri türden başarılı bir iş kadını. Sağdaki hayatta herşeyi boşvermiş, aldırmaz tavırlı, ağzı bozuk bir hippi. Birbirinden bu kadar farklı iki kadının, bazı yerlerde gerçekten de çok absürdleşen diyaloğu çok güldürdü beni. İşte karşınızda, Kuzenler:





Güzel bir haftasonu diliyorum.

Monday, August 18, 2008

Canım kardeşime


Bu bir 'hayat dersleri bütünü' değil. Bir abla olarak ahkam kesmek de istemiyorum. Senden sadece 4 sene fazla yaşamış birisi olarak 'ahkam kesmek benim neyime' bile diyorum hatta:)

Bu yazı, hayatta gördüklerim ve gözlemlediklerimden çıkardığım bir kaç küçük tavsiye, bir kaç küçük öneri sadece. Okumanı isterim tabii ki, ama kendi hayatına uygulayıp uygulamamak tamamen sana kalmış. Önerilerimin hepsinin doğru olduğunu kesinlikle iddia etmiyorum. Her insan farklıdır, ve hayatı kendi tarzında yaşar. Bunlar benim kendi kişisel görüşlerim, düşüncelerim, gözlemlerim, hepsi bu.

Yeni bir dünyaya adım attın, çok kısa süre önce. Beş sene önce ben de senin gibi yeni içine girdiğim bu dünyayı keşfetmeye çalışıyordum. Gözlerimi kocaman açmış büyük bir hızla öğrenmeye çalışıyordum her şeyi. Evinden ilk defa bu kadar uzaklaşmış, küçük bir kızdım :)

Bu yeni dünyada her türlü insanı tanıdım, tanıyorum. Hala öğrenecek o kadar çok şeyim var ki! İnsanlar beni bazen hala şaşırtmaya devam ediyor. Ama hayat insana artık bazı şeylere şaşırmaması gerektiğini de öğretiyor.

Canımın içi, kardeşim, arkadaşım:

- Kendine, kendi vücuduna, psikolojik ve fiziksel sağlığına herşeyden çok önem ver. Unutma ki sahip olduğun en 'mükemmel makine' vücudun. Ona çok iyi bak, o sana nasıl en mükemmel şekilde hizmet ediyorsa sen de ona aynı şekilde iyi davran.

- Seni rahatsız eden bir davranışını görmediğin herkese karşı eşit derecede sıcak, dürüst ve açık davran. Gülümsemeni, güleryüzünü insanlardan hiç bir zaman esirgeme. Bunun ne kadar çok kapıyı açabileceğini görünce şaşıracaksın.

- Tutamayacağın sözler verme. Sonra hem karşındakine, hem kendine karşı mahcup duruma düşersin. Birisine bir şey vaat etmeden önce iyi düşün.

- Önemli olduğunu düşündğün her şeyi yaz. Bilgisayara değil, gerçek bir kalemle, gerçek bir kağıda. Düşüncelerini, planlarını, aklında tutman gereken numaraları, ders notlarını ya da gereken herşeyi yazabileceğin küçük bir defter taşı yanında. Unutma, söz uçar, yazı kalır. Bu, her zaman geçerlidir.

- Zor ve bunaltıcı zamanların da olacak tabii ki. Ama asla hayallerinden vazgeçme. Hedeflerini hep büyük tut ve
hiç kimsenin hevesini kırmasına ya da gözünü korkutmasına izin verme. Başını dik tut, kendine güvenini hiç kaybetme. Şunu da asla unutma: Zor zamanlar, insanın en çok şeyi öğrendiği, en çabuk olgunlaştığı zamanlardır da aynı zamanda.

- Çok kızgınken, çok mutlu olduğun zaman ya da çok üzgünken bunu başkalarıyla paylaşmadan önce iyice bir düşün. Karşındaki insan beklemediğin bir tepki verebilir.

- Ayrıntılara dikkat et. Mutluluk, özen ve emek ayrıntılarda gizlidir.

- İşini, ya da sana ekmek parası getiren şey her neyse onu her şeyin üstünde tut. Hangi işi seçersen seç, onu çok sev, onda sebat et, emek ver. Yaptığın iş çok basit bile olsa ona sıkı sıkı tutun, o işte yapabileceğinin en iyisi neyse onu yap. Hayatta neyini kaybedersen kaybet, hiç kimsenin elinden alamayacağı tek şey işini yapabilme yeteneğin ve becerindir. Bu yetenek elinde olduğu sürece kendi ayakların üzerinde durabilirsin.

- Ne kadar meşgul olursan ol, zamanının birazını tutkuyla yaptığın bir şeye ayır. Bu bir gitar çalmak olabilir, ya da resim yapmak, yazı yazmak, fotoğraf çekmek, şarkı söylemek, kitap okumak, göl kenarında koşmak... Gereksiz ve zaman öldüren uğraşlar yerine zamanını daha akıllıca kullanarak sevdiğin şeylere de zaman ayırabilirsin.

- Küçük ve önemsiz sıkıntılara gereğinden fazla zaman ayırıp önem verme. İnsanların tek tek davranışları yerine durumun bütününe odaklan. Seni yaralayan, olumsuz ve negatif enerji saçan, kıskanç insanlarla görüşmeyi mümkün olduğunca en aza indirge. Sana değer katan, seni olduğun gibi seven, senin mutluluğunla mutlu olan insanlarla çok daha fazla vakit harcamaya çalış ve onlara çok değer ver, çünkü böyle insanlar çok nadir bulunur.


Eminim ki bütün bu tavsiyelerime rağmen mutlaka hatalar yapacak, ve bunlardan çok şey öğreneceksin. İnsan olmanın en güzel yanı da bu değil mi zaten? Hatalarımız olmasaydı doğruyu nasıl görürdük? Ben sana ne kadar tavsiye versem de bir doğruyu öğrenmenin en etkili yolu, kendi hatalarına bakıp onlardan ders almaktır. Bir bebek, düşmeden nasıl öğrenebilir yürümeyi?

Tabii ki herşeyi hata yaparak öğrenmek zorunda değilsin. Gözlem yeteneğin ve algıların sayesinde bir çok şeyi başkalarının davranışlarından ve hayatlarından da öğrenebilirsin. İnsan hayatı bütün hataları ve sonuçlarını yaşayarak öğrenecek kadar uzun değil. Dikkatli ol, gözlem yap ve 'O insanın yerinde ben de olabilirdim' diye düşünmeyi unutma.


Umarım böyle uzun uzun nasihatlerle başını şişirmemişimdir! Biliyorsun bazen mesleksel deformasyondan dolayı öğretmenliğimin tuttuğu oluyor :)

Şunu unutma ki bu yeni maceranda hayatı ve insanları yeniden keşfederken hep arkandayım, ne zaman bir şeye ihtiyacın olursa yanındayım. Seni çok seviyorum canım kardeşim.




Ablan


Thursday, August 14, 2008

No Country for Old Men (2007)


'But now I have come to believe that the whole world is an enigma, a harmless enigma that is made terrible by our own mad attempt to interpret it as though it had an underlying truth. '

Umberto Eco


Bir rüya gördüm.

2 saat kadar sürdü.
Rüyamda, dünyanın çok da bir anlamı yoktu.
Hayatımız boyunca biz o anlamı arıyor, işaretler bekliyor, bir yerlere doğru ilerlemekte olduğumuzu sanıyorduk.
Yaşamımızın bir önemi olması, bir fark yaratması için o kadar çok çaba harcıyorduk ki, çok basit bir gerçeği unutuyorduk:
Belki de herşey göründüğü gibiydi.
Altında gizli bir anlam, gizli bir plan, gizli bir amaç yoktu.
Psikopat bir katilin buz gibi gözlerine bakarken anlıyordu bunu insan belki.
Belki de bir anlamı olmamasına rağmen insanların öldüğünü, acı çektiğini farkettiği zaman.
Öldürmesi için hiç bir sebep yokken insan öldürenleri gördüğü zaman.

Belki de hiç bir bağlantı yoktu olaylar arasında.
Herşey sadece vardı, öyle olagelmişti, öyle de gidecekti.
Geçmişe bakıp, yaptığı şeylerin bir anlamı olmadığını acıyla hissettiğinde anlıyordu bunu yaşlı bir adam.
Adalet getirmek için uğraştığı dünyada hiç bir şeyin değişmediğinde görüyordu.

Ağzında buruk bir tat, uzun yıllar boyunca sarfettiği çabaları, emeklerini.. Hepsini acıyla yutkunduktan sonra fırlatıp atıveriyordu tarihin tozlu, sarı, silik sayfalarının arasına..

Bir rüya gördüm.

Her şey, ama her şey anlamsızdı.

Ve sonra uyandım.

Saturday, August 9, 2008

Elveda Mahmud Derviş


.....................
Uzanmış suyun karşısına
Küçük ayrıntılar arasında geziniyorum
Derken dağılmaya başlıyorlar
Akşamla birlikte
Yitiyorum
Uzaklardan gelen
Çıngırak seslerinin içinde.
Kanayan yerlerimden
Anlıyorum yaşadığımı.

Ayak bastığım her yol
Kaçınıyor benden
Kaçıyor
Gönül verdiğim her kent
Ceketimi fırlatıyor bana.

Şiirlere sığınıyorum
Düşlere
Anlıyorum çok geçmeden
Düşlerime kadar girmiş bıçaklar.
Bir mum yakıyorum
Kapanmayan yaramdan.
Bu gece
Bütün çakıl taşları soluyor.

...................


Mahmud Derviş, 'Ahmed Zaatar'*


* Beyrut'ta bir Filistin kampı olan Tel Zaatar Lübnan iç savaşı sırasında
iki ay kuşatma altında kalmıştı.
Filistinliler güç koşullar altında kuşatmaya
karşı direnmişlerdi. Arapça'da "kekik dağı" anlamına gelen
Tel Zaatar
Filistin direnişinin bir sembolü haline geldi. Hayali bir kahraman olan
Ahmed Zaatar sürekli
yerinden edilen ve sürgünde yaşayan Filistinlilerin
binlerce adsız kahramanını temsil etmektedir.




Monday, August 4, 2008

Elveda Aleksandr Soljenitsin


Henüz önüme gelen herşeyi, ama herşeyi sular seller gibi yutarak okuduğum ergenlik yıllarımdı.. Çok iyi hatırlıyorum, kütüphanemizin üst raflarında duran 'Kanser Koğuşu'nu keşfedip ilk kez okuduğum sıcak yaz gününü.. Zaman, yaz günlerine özgü o sarı, akışkan yavaşlıkta ilerlerken, saatlerce bu kitaba kilitlenip kaldığımı. O zamanlar, 'Bir insan nasıl bu kadar güzel yazabilir, nasıl bu kadar başarılı psikolojik çözümlemeler yapabilir?' diye sormuştum kendi kendime. Nasıl unuturum Kostoglotov'u, Vera Kornilyevna'yı, Zoya'yı, Doktor Dontsova'yı ve onları o kitabı okuduğum bir kaç gün içinde ne kadar iyi ve yakından tanıdığımı.

Büyük yazarların ölümüne, diğer herkesin ölümünden fazla üzülüyorum sanırım.. Çünkü bu karanlık dünyayı aydınlatan meşaleler gibi onlar. Yazdıklarıyla dünyayı çok daha güzel bir yer haline getiren, pırıl pırıl yanan meşaleler. Aslında ölmedi Soljenitsin. Yarattığı karakterlerin her biriyle, kitaplarında yaşıyor. Dünya üstünde herhangi biri bir kitabını eline alıp okuduğu her anda, yeniden yaşam buluyor.

O zaman belki de 'elveda' demek yanlış.. 'Güzel kitaplarında tekrar görüşmek üzere' diyorum..
Görüşmek üzere, büyük yazar.