Sunday, March 30, 2008

Kırtasiye çılgınlığı!!!



1 haftalık Bahar Tatili'm bugün bitiyor. Yarın yine hızlı bir tempoyla yeni derslerime başlayacağım. Tabii ki Moonshine her dönemin başlamasından önce ne yapar? Gidip deliler gibi kırtasiye alışverişi yapar.

İtiraf ediyorum, 20 senelik öğrencilik hayatımın en mutlu olduğum zamanları işte bu kırtasiye alışverişleri zamanları oldu! Zaten Office Depot'ya her gidişimde kurşunkalemler, tükenmez kalemler, boya kalemleri, yapıştırıcılar, zımbalar, ataçlar, silgiler, değişik renkte kağıt ve kartonlar, defterler, çıkartmalar, dosyalar...vs. arasında resmen kendimi kaybediyorum. Sanırım okullu olmak gibi kırtasiye alışverişi yapmaktan da hiç bir zaman bıkmayacağım.

Kırtasiye çılgınlığını en uç boyutuna taşımış bir ırk varsa o da Almanlar bence. Almanya'da kaldığım zamanlarda oradaki kırtasiyecilere girip saatlerce o rengarenk kalemlere, silgilere, kalem kutularına, defterlere, süslü, cicili bicili kalemkutularına hayranlıkla bakakalırdım. Halen kullandığım kalemkutum oradan alınmadır. (Evet, 26 yaşıma geldim ve hala kalem kutusu kullanıyorum, ve bundan utanmıyorum! :-)

Şimdi yeni kalem ve kağıtlarımı deneyeceğim. Gerçek bir kalemle, gerçek kağıt üzerine yazmanın verdiği zevki hiç bir klavye veremiyor bence.



Tuesday, March 25, 2008

Şehirler insan olsa..



Büyük şehirleri çok sevdiğim gibi, onları insanlara benzetmeyi de çok severim. Bence şehirlerin de tıpkı insanlar gibi kendine has özellikleri, sevinçleri, hırçınlıkları, yorgunlukları, acıları vardır. Yaşadığım ve gördüğüm büyük şehirlerden her biri bir insan olsaydı, neye benzerdi? Onu düşündüm ve yazmak istedim.



Chicago: Kesinlikle bir erkek olurdu Chicago. 30larının ortalarında, başarılı bir işadamı olarak hayal ediyorum bu şehri. Hani hayatı gayet düzenli, ama arada bir planlı eğlencelere de zaman bırakan, hırslı plaza insanlarından. Tam bir metropol insanı, ilk tanıştığınızda hafif soğuk gelebilen, ama kendine ve hayatına özen gösteren, her zaman bakımlı ve sağlıklı olan biri olurdu Chicago. Bütün Amerikalılar gibi siz hayatında var olduğunuz ve onun işine yarayabileceğiniz sürece ilgili, ama mesafeli birisi olurdu. Onu gerçekten tanımak için çaba göstermeniz gerekirdi. En sevdiği içecek kahve olurdu.





New York: Chicago kadar düzenli olmayan ve daha doğaçlama bir yapısı olan bu şehir ise, bence 30larında, genç, güzel ve entellektüel bir kadın olurdu. Hani şu uzun tiril tiril etekler giyip, hippi takıları takıp saçını kısacık kestiren, başka kültürler hakkında okumayı ve değişik yerler gezmeyi seven Amerikalı kadınlar gibi. Okumayı olduğu kadar eğlenmeyi, kültür ve sanatı da iyi bilirdi. En çok yeşil çay içmeyi ve bir kafede oturup en sevdiği yazarın son çıkan romanını okumayı severdi. Büyük bir olasılıkla vejeteryan olurdu.




İstanbul: Kesinlikle 40lı yaşların ortalarında, görmüş, geçirmiş, ne sevdalar görmüş, ne yürekler yakmış ama güzelliğinden hala pek bir şey kaybetmemiş bir kadın olurdu güzel İstanbul. Bir baktınız mı içiniz ısınırdı, sanki onu yıllardır tanıyormuş gibi. Size hemencecik açıverirdi yüreğini, onu tanımak için çok çaba harcamanız gerekmezdi. İçini döküverirdi size sigaradan kısılmış ve buğulanmış sesiyle, konuştuğu zaman sesi Edith Piaf gibi çıkardı. Tam bir Akdeniz kadını gibi içten, dobra ve cesur olurdu. İspanyol etekleri giyer, fütursuzca makyaj yapar, süslenir, herkesin kalbini yerinden oynatırdı. Onunla bir kez tanıştığınız zaman, bir daha hiç bir şeyin aynı olamayacağını bilirdiniz. Ve tabii ki en sevdiği içecek rakı olurdu!


Monday, March 24, 2008

Neredesin ilkbahar?



Chicago Nevruz'u lapa lapa kar yağışıyla karşıladı! Yerde neredeyse 10 santim kar birikti. Biz de gözlerimize inanamadık. Son zamanların en karlı, buzlu ve soğuk geçen kışı bizi o kadar sevdi ki hiç terketmeyecek gibi sanki. Mart ayı bitiyor olmasına rağmen, hava sıcaklığı -4lerde geziniyor hala. Sanırım bu şehirde yaşayanlar artık biraz sıcaklık, biraz güneş, biraz yeşillik ve renk görmeyi hakediyor!

Neredesin ilkbahar? Gel artık...


Monday, March 17, 2008

Koridor




Evet, belki yaptığı müzik Türkiye'nin genelinde yapılan müzikten çok farklı. Evet, belki klipleri çok değişik, metafizik öğeler kullanan gerçeküstü imgelerden oluşuyor. Evet, belki ne dış görünüşü ve giyim tarzı, ne de yaşamı açısından ortalama bir Türk'e benzemiyor. Şarkıları, şarkı sözleri, kulağa çok değişik geliyor. Onunla alay edenler, dalga geçenler, onu sevenlerden çok daha fazla. Günümüzün stereotiplerine, normlarına, bize dayatılmaya çalışan hiç bir imaja uymayan bir insan o. Ama ben yine de İlhan İrem'i çok seviyorum.

Onun 90ların başında çıkan kasetlerini dinleyişimiz geliyor aklıma, bu şarkıyı dinleyince. Üzeri turuncu renkli 'Dünden Yarına' kasetini dinleyişim geliyor aklıma.. Yıllar sonra ahşap bir masada oturup, sarı renkli masa lambasının ışığının masanın üzerini aydınlatmasını izlerken, bir koridor açılıyor geçmişime, çocukluğuma.. Neredeyse 18 sene önce, yine bir masanın başında oturmuş, aynı şarkıyı dinleyip masa lambasının sarı ışığına bakarken hatırlıyorum kendimi. Sonra kardeşimle 'arka oda'da, defalarca dinlediğimiz Koridor kaseti ve şarkılarını hatırlıyorum. Çocuk oluşumuza karşın her sözünü çok iyi anladığımız, hüzünle yüklü bakışlarla penceremizden dışarıyı izleyip dinlediğimiz şarkılarını.. Her bir sözünü ezbere bildiğimiz ve yıllar sonra duyduğumuzda, gözlerimizi dolu dolu yapan şarkılarını..

O karanlık koridora bakıyor ve şimdiki zamandan geçmişi izliyorum. İlhan İrem kadife sesiyle beni yine çocukluğuma, o mutlu günlere, zamanın saf ve sessizce durduğu, sonra yavaş yavaş, usulca aktığı çocukluğumun oyun saatlerine götürüyor. Bu ses bana huzur veriyor.

'Işık ve sevgiyle' diyor İlhan İrem bize, zamanın o tozlu ve buğulu camının arkasından, 'koridorun öteki ucu'ndan. Gerçekten de bunlar en çok ihtiyacımız olan şeyler değil mi?

Işık ve sevgiyle kal, şarkılarını ezberlediğim güzel insan..

Tuesday, March 11, 2008

Uzak - Nuri Bilge Ceylan


Karlar altında, siyah-beyaz İstanbul.. Önde tek başına duran bir karaltı, sırtına hayatın yorgunluğu binmiş, düşünceli bir adam.. Şehre büyük hayallerle dolu ışıltılı gözbebekleriyle gelen akrabası. Hayallerin ve umutların bir bir yokolması. İşsizlik sıkıntısı, tuhaf sessizlikler, hayata dair ayrıntılar. Gerçek hayatlardan, gerçek bir kesit Uzak filmi. Herkesin başına gelebilecek, gayet alelalede, sıradan, normal olayların şiirsel anlatımı. Gerçek hayat da böyle değil midir zaten? Gerçek hayatta hiç bir zaman Hollywood filmlerindeki gibi ölümsüz aşklara, büyük maceralara, azılı katillere, devasa hayatlara rastlamadım ben. İnsanların gerçek hayatları, Uzak filminde anlatıldığı gibi geçer. Sakin, sessiz, nadiren neşeli ama çoğu zaman kırık ve buruk..

Sessiz ve düşünceli bir adam, güzel İstanbul'a bakıp, yavaşça sigarasından bir nefes daha çeker. Uzakta martı sesleri, köpek havlamaları, dalga sesleri, kış rüzgarının uğultusu birbirine karışırken, yukarıda, yarı saydam bir bulut perdesinin ardında kış güneşi, hüzünle izler herşeyi..

Uzaktır herşey, sevdiği kadın, istediği iş, amaçladığı hayat.. Hepsi, elinin uzandığı yerin biraz ötesinde, göz kırpar ona. Şehrin kalabalıkları bile yabancıdır, şehir bile uzak..

Böylesine güzel, böylesine şiir gibi bir film yaptığı için Nuri Bilge Ceylan'a çok teşekkürler..

Friday, March 7, 2008

Ünzile




Bir gül gibi al ve narin
Bir su gibi saydam ve sakin
Susar kadın Ünzile..



Ah Ünzile, ah, her dinlediğimde bu şarkıyı, içim burkuluyor. Ah Ünzile, senin yaşamın benimkinden çok farklı. Gözlerindeki o keskin acıyı, ellerindeki çatlakları, sırtındaki kamburu, o kabullenmiş suskunluğunu giderebilir mi benim gözyaşlarım? Kim verebilir hesabını kayıp çocukluğunun, genç kızlığının, kadınlığının? Kim verebilir sana o berrak, umut dolu bakışlarını geri? Kaybolmuş bir çocukluğun, nedir bedeli?

Ah Ünzile, içim acıyor.

Ünzile, kızkardeşim, annem, kızım, ablam.. Neden gözlerimizdeki bu yaşlar? Neden bunca acı? Neden hepimizin dünyası, bitiyor bir yerde, sadece kadın olduğumuz için?

Ama çaremiz yok Ünzile, varolmalıyız. Varolmalı ve yaşamalıyız, herşeye inat. Karları delip güneşe kavuşan kardelenler gibi, ışığa dönük yüzümüz, başımız dik, büyümeliyiz. Acılarımızı katık edip ekmeğimize, yürümeliyiz. Çalışmalıyız ve başarmalıyız. Bir gün, belki yollarımız kesişir Ünzile. O gün birbirimizin gözlerinin içine bakıp farklı olan yaşamlarımıza rağmen gözyaşlarımızın da, acılarımızın da, sevinçlerimizin de ortak olduğunu göreceğiz hayretle. O gün birbirimizi kucaklayacağız, ve 'Herşey daha güzel olacak' diyeceğiz belki de, birlikte.




Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun.





Böylesine inanılmaz şarkı sözleri yazabilen, cesur kadın, güzel insan Aysel Gürel: Huzur içinde yat...

Monday, March 3, 2008

Canım dedem

Biliyorum, burayı okumuyorsun, ama sadece şunu söylemek istedim: Canım dedeciğim, seni çok seviyorum. Beni kucaklayıp hafif tütün kokulu göğsüne bastırmanı, saçlarımı okşamanı, hatta yemeklerden sonra hemen tüttürdüğün sigaranın kokusunu bile özledim. Canım dedem, hepimizin birlikte salondaki masaya oturup yediğimiz yemekleri, yemekten sonra okuduğun gazetenin arkasından yaptığın yorumları, anneanneme şaka yollu yaptığın sataşmaları özledim. Masanın üzerinde sabah erkenden kahvaltı edip çıkmış olduğunu gösteren ekmek kırıntılarını, terzi dükkanına girdiğimizde tezgahın arkasından gözleri parlayarak bize doğru gelmeni, bizi gururla oradakilere göstermeni, 'işte bunlar benim torunlarım' demeni özledim.

Canım dedem, ben seni çok, ama çok özledim.



Sunday, March 2, 2008

Max Weber Beyefendiye

Sehr geehrte Herr Weber

The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism adındaki değerli kitabınızda aşağıdakine benzer paragraflardan oluşan bölümler yazmışsınız. Ben de bunları okuyup anlamak zorundayım. Biz aciz okuyucularınıza hiç acımadınız mı Herr Weber? 'Belki bir gün bu yazdıklarımı okuyup anlamaya çalışanlar çıkar' diye hiç geçmedi mi aklınızdan?

"Such an historical concept, however, since it refers in its content to a phenomenon significant for its unique individuality, cannot be defined according to the formula genus proximum, differentia specifica, but it must be gradually put together out of the individual parts which are taken from historical reality to make it up. Thus the final and definitive concept cannot stand at the beginning of the investigation, but must come at the end. We must, in other words, work out in the course discussion, as its most important result, the best conceptual formulation of what we here understand by the spirit of capitalism, that is the best from the point of view which interests us here. This point of view (the one of which we shall speak later) is, further, by no means the only possible one from which the historical phenomena we are investigating can be analyzed. Other standpoints would, for this as for every historical phenomenon, yield other characteristics as the essential ones."


Max Weber, The Protestant Ethic and the Rise of Capitalism, Sayfa 48