Sunday, December 4, 2005

Doğumgünü

Bir garip hissederim kendimi hep doğumgünlerimde, sanki bu dünyaya gelmiş olmamın üzerinden çok da geçmemiş gibi hep, ne garip, doğumgünü çok fazladır bizim için ama bir tek ölüm günü var.

Annemi arayıp, beni bu dünyaya getirmeye karar verdiği için teşekkür ettim. Yaşamak çok güzel. Bütün bunları, bu güzel ağaçları, mevsimleri, sokakları, insanları görebilmek çok güzel. Yaşadığının farkında olarak, hayatının çeşitli anlarının içine dalarak orada keyif sürebilmek güzel.

İyi ki yaşıyorum:)


Herkese sevgiler,

Wednesday, November 23, 2005

Brie peyniri

Fransizlarin icat olmus oldugu en iyi seylerden biri...Evet!!

Ayrica le vin rouge... Gecenin icinde bu ikili cok guzel gidiyor:)

Thursday, November 10, 2005

Bilgisayarim bozuldu!

1 haftadir bilgisayarsizim, bu yaziyi da arkadasim Anisa'nin Mac bilgisayarindan yaziyorum. Bilgisayarim kendi kendine kapandigi icin yaptirmaya gonderdim, bilgisayari sogutmaya yarayan fanlar bozulmus, degismesi gerekiyormus. Anlasilan bir kac gun daha bilgisayarsiz kalmak zorundayim.

Itiraf ediyorum, bilgisayara ve internete bagimli yasayan bir insan olarak biberonu elinden alinmis bebek gibi hissediyorum kendimi. Sanki evinden atilmis, baska insanlarin evlerinde yasamaya zorunlu olan biri gibi hissediyorum baskalarinin bilgisayarlarini kullaninca. Nasil icime ve hayatima islemis dizustu bilgisayarim ve internetim, hayret gercekten.

Bilgisayarim donunce yazilarima devam edebilecegim.

Saturday, October 22, 2005

Waking Life - Dream is destiny


Gerçekle düşlerin, yaşamla ölümün birbirine karıştığı bir film Waking Life. Bu filmle karşılaşmam çok ilginç bir şekilde, Gramercy adındaki bir barda, sabaha karşı 2 civarlarında, beynimde dumanlar uçuşurken duvara yansıtılan görüntülere gözlerimin takılmasıyla oldu. Aman Allahım, o da ne? Bu bir animasyon muydu? Eğer animasyonsa neden ve nasıl bu kadar gerçekçiydi? Eğer gerçek oyuncularsa etraftaki rüya etkisi veren öğeler nereden gelmişti? İnatla ve ısrarla duvara yansıtılan ve aslında kimsenin bangır bangır müzikten ve dumanaltı ortamdan dolayı dikkat bile etmediği filmin bitmesini bekledim. Bitince DVD ana menüsü çıktı ortaya bir güneş gibi, 'Waking Life' başlığını görür görmez hemen aklımın bir köşesine kaydettim.

Geçen gün internette Netflix denen güzel servis sayesinde binlerce film arasında dolaşır ve hangisini seyredeceğime karar veremezken birden aklımın bir köşesinden çıkıverdi işte bu isim aniden. Heyecanla hemen sitede arayıp izlenecekler listemin en başına yerleştiriverdim, ve geçtiğimiz Çarşamba akşamı eve yorgunluktan ölür bir halde döndüğümde *lo and behold!* posta kutumda kuzu kuzu duruyordu kırmızı güzel zarf. Hemen paketi yırtıp merakımı daha fazla bastıramayarak kendimi yatağa atıp bir solukta izledim filmi.

Şimdi bu film için, klasik Hollywood filmlerine ve bir filmi izlerken düşünmemeye alışmış olan herkesin 'sıkıcı film' gibi bir nitelendirme yapmakta gecikmeyeceğinden eminim. Ancak benim uzun zamandır izlediğim ve izlerken beynimin gerçekten çalıştığını hissettiğim tek filmdi. Film gerçek ve rüya arasında dönüp dolaşır, felsefenin yorucu ancak bir o kadar da sarhoş edici diyalogları ve monologlarıyla bizi bombardımana tutarken yaşamı ve ölümü sorgulatıyor bize. İzlerken gerçekten de iyi uyumuş olmak, her bir cümlesi ayrı bir tartışmaya giriş cümlesi olabilecek güzellikte ve derinlikte dialogları izlerken dikkati dağıtmamak gerek. Ama bunca çabaya değiyor bence film ve izleyiciyi son derece büyülü bir yolculukla ödüllendiriyor, sanki üniversitede felsefe okuyan bir çok kişiyle saatlerce bir odada kapalı kalıp hararetli tartışmaların ortasında kendinizden geçiyor gibi oluyorsunuz.

Film, daha önceden de tahmin ettiğim gibi, önce gerçek oyuncularla dijital bir kamerayla çekilmiş ve daha sonra üzerine 'Rotoscoping' denen özel bir yöntemle, animasyon öğeleri eklenmiş. Ortaya çıkan sonuç o kadar başarılı ki, ben daha önce gerçekten hiç böyle bir animasyon izlememiştim. Felsefik tartışmalar ve toplum düzeni eleştirileri filmin içerisine bol bol serpiştirilerek adeta bir felsefe patchworkiu oluşturulmuş. Benim gibi felsefeden hiç anlamayan ve oturup doğru düzgün felsefe kitabı okumamış olan bir insan dahi bu filmden bu denli zevk alabildiyse, filmin jargonlarla doldurulmuş olmadığını ve gerçekten çok geniş bir kesime hitap ettiğini söyleyebiliriz.

İnanılmaz güzellikteki tango sahnesi, müziğin ve dansın büyüsü, ve nereden çıktığı belli olmayan gizemli kadının şu monologu, filmin beni en çok etkileyen bölümüydü:

Soap Opera Woman: Hey. Could we do that again? I know we haven't met, but I don't want to be an ant. You know? I mean, it's like we go through life with our antennas bouncing off one another, continously on ant autopilot, with nothing really human required of us. Stop. Go. Walk here. Drive there. All action basically for survival. All communication simply to keep this ant colony buzzing along in an efficient, polite manner. "Here's your change." "Paper or plastic?' "Credit or debit?" "You want ketchup with that?" I don't want a straw. I want real human moments. I want to see you. I want you to see me. I don't want to give that up. I don't want to be ant, you know?



Kısacası, şöyle bir silkelenip, yaşamınıza ve yaşamın anlamına daha derin bir bakış atmak istiyorsanız, bir yerlerden bulun, izleyin. Ne de olsa düşler bizim kaderimizdir ve köprünün üzerindeki adamın da dediği gibi: 'On really romantic evenings of self, I go salsa dancing with my confusion.'


http://www.wakinglifemovie.com

Canimin internet adresi

Yine Çalıcan'ın sitesini görünce aklıma geldi, sanatsal faaliyetlerle ilgilnen ve hoşlananlar için, biricik canımın hazırladığı ve eserlerini koyduğu sayfayı paylaşmak istedim:

http://popartist.deviantart.com/


Keşke bende de böylesine bir görsel zeka ve yaratıcılık olsaydı, ancak ailedeki bütün yetenek kime gitmiş çok belli :)

Sanatla kalın.

Tuesday, October 18, 2005

Born into brothels, Sinema, Hayat


(Bu yazı Çalıcan'ıma adanmıştır:)




Tamamen tesadüfen elime geçen bu filmi, şaşkınlık, hüzün, kızgınlık, hayret karışımı duygularla izledim. Kalkütta'daki 'Kırmızı Işık bölgesi'ni ele alan belgesel niteliğindeki film, oraya gidip uzun bir süre orada, bu hayatların tam ortasında yaşamış Batılı bir kadının gözünden bu yaşamları her yönüyle aktarıyor bize. Bu filmin en çarpıcı özelliği bence bize şu soruyu sordurabilmesi: "Ben, böyle bir hayatın ortasında doğmuş bir çocuk olsaydım, nasıl bir gerçekliğin içinde yaşardım?" Bu filmin bizlere sunduğu iyimser çocuklar kadar hayata bağlı olabilir miydim, gözlerimden aynı onlarınki gibi bir yaşam enerjisi fışkırır mıydı diye düşündüm... Cevabını veremedim kendime, her yıl bu şekilde doğan ve önceden belirlenmiş sınırlar içinde, onlara biçilmiş, öngörülmüş hayat rollerini oynamak zorunda kalan binlerce kız çocuğu geldi aklıma, ürperdim.....

Filmde başrolde bu çocuklara fotoğrafçılık yapmayı öğreten kadını, Çalıcan'ın da söylemiş olduğu gibi, çocuklarla her ne kadar yakın temas kurmuş da olsa, onların dillerini bilememekten ötürü çocuklardan bir hayli ayıran bir duvar vardı sanki..Dilin ne kadar önemli bir iletişim aracı olduğunu, 'Bir dil, bir insan' sözünün ne kadar doğru, hatta aslında gerçeğin azımsanması dahi demek olduğunu öğrendim. Dil, bir insandan çok, bir dünya açıyor insanın önüne. Öğrendiğim diller oranında ne kadar şanslı olduğumu düşündüm.

İnsanın gözünü var olan bir çok gerçeğe açan filmler izlemeyi seviyorum. Aynı zamanda, var olan gerçeklikten kaçabildiğim, kendimi 2 saatliğine de olsa bambaşka bir dünyaya atabildiğim filmler izlemeyi de seviyorum. İlk kategoridekiler, bana 'Bunlar şu anda oluyor, hepsi gerçek bunların, bazı insanlar böyle yaşıyor' gerçeğini hatırlatıp ürpertiyor, ikinci kategoridekiler ise 'Belki bir gün gerçek olur bunlar, neden olmasın?' gibi keyifli sorular sorduruyor bana, bir çocuk gibi gülümsetiyor beni.

Sinema, önümüzdeki yüzyıla damgasını vuracak gibi duruyor. Hatta macerası daha yeni başladı bence, çünkü edebiyat, resim, müzik, heykel, drama gibi bir çok öğeyi içinde bu denli birleştirebilen ve her kesimin meraklılarını aynı ölçüde tatmin edebilmeyi başarabilen başka bir sanat dalı yok şu anda.

Biz de arkamıza yaslanıp, sinemanın hükümranlığını seyredebiliriz böylece keyifle, kocaman beyaz perdede...

Wednesday, October 12, 2005

Elveda Attila İlhan

Genç kızlığımın şairi, şiirlerini dergilerden kesip defterlere yapıştırdığım, insan duygularını en güzel anlatanlardandın sen.

Elveda...



Ben Sana Mecburum Bilemezsin

Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.
Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun.

Ölmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

Fatih'te yoksul bir gramafon çalıyor
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun.

Belki haziranda mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor

Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin.


A. Ilhan

Friday, October 7, 2005

Gecenin içinde

Gecenin içinde, kendimin biraz dışında, ne yaptığımı bilmeden yazan beynim, parmaklarım, ben, kendim.. Birden, aniden durup hayatın güzelliğine bakakalır olmanın verdiği sarhoşlukla geldim kapına.

Tuesday, October 4, 2005

Kitap ve film eleştirileri

Okuduğum kitaplar ve izlediğim filmler hakkında düşündüklerimi yazmaya çalışacağım buraya bundan sonra. Bakalım bu projemi hayata geçirebilecek miyim:)

Monday, October 3, 2005

Hayat

Bildiğimiz ve yaşadığımız her şey, bir rüyadan ibaret aslında. 'Yaşam' adını verdiğimiz şey yüzeysel ve geçici, ama aynı zamanda içine girilince monotonluğuna kapılmak bir o kadar da kolay... İnsanlar ölümü yaşamlarının o denli gerisine itiyorlar ve o yokmuş gibi davranıyorlar ki, son derece doğal ve hayatın bir parçası olan bu gerçeklikle yüzleşince bir şok içine giriyor, ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Halbuki gece olmadan gündüz olmadığı ve kış olmadan yaz olmadığı gibi, ölüm olmasaydı hayat da olmazdı bu dünyada. Varlığımız, bir gün yok olacağımız gerçeğiyle perçinleniyor her an. Yaşlanmaktan son derece korkulu, bu yaşlanma sürecini geciktirmek için elinden gelen her şeyi yapabilecek insanlarla karşılaşıyoruz sonunda. Halbuki yaşamı ve ölümü, doğada her şeyin dengesinin de gösterdiği gibi her şeyin bir sonu olacağı gerçeğini biraz kabul edebilmeye başlasa insanoğlu, yaşamın her safhasından aynı tadı alabilmeyi başarabilse, çok daha keyifli bir yaşam sürebilir bu dünya üzerinde. Gençlik ve güzellik gibi değerlere tapınmayı bırakarak, her yaşı kendisi ile birlikte getirdiği güzellikler ile yaşayabilsek, yaşamın her anını lezzetli ve güzel kokulu bir kahve gibi, yudum yudum tadabilsek...Sürekli geçmişimizden utanıp, geleceğimiz hakkında endişelenmeyi bıraksak ve bu iki kavramın aslında tamamen kafamızda var olduğunu, birinin yaşanıp bitmiş, diğerinin de aslında daha oluşmamış olduğunu anlayabilsek...Her şey daha kolay, daha sorunsuz yaşanmaz mıydı? Yaşamın içinden, güzel bir bahçeden geçerken attığı her adımda durup bahçenin her ayrıntısının güzelliklerinin farkına varabilmek ve bunu patikanın başında da, sonunda da aynı zerafet ve çocuksu hayretle yapabilmek değil midir en güzeli? Yaşam, içimizden bir hayalet gibi geçip giderken, onu avucumuzda yakalayabilmek ve bir anın içinde tüm hayatı baştan yaşayabilmek değil midir herşeyin sırrı?

Tuesday, September 13, 2005

Gitmek

Havaalanının gecenin içinde yanıp sönen sarı ışıkları, ıslak asfalttan göğe yansıyor. Dışarısı hala karanlık bir Ocak sabahının o uykulu halini taşıyor. Hareket halinde, hiç uyumayan yerlerden biri burası dünya üzerindeki. Havaalanlarında yaşamaya alıştım artık, gidip gelmeye, sürekli hareket halinde olmaya, sürekli sevdiğim birilerine hoşbulduk ya da elveda demeye... İki ucu birbirine kaçınılmaz biçimde bağlı bir tahteravalli gibidir gidip gelişler...Bir tarafta birilerinden ayrılıyorsam, diğer tarafta bekleyen, yolumu gözleyen birileri oluyor hep...Acı ve tatlıyı bir arada yemek gibi bir duygu bu.. Hoşuma mı gidiyor, acı mı çekiyorum anlayamıyorum. Birbirinin zıttı duygular içimde birbirine karışıyor. 22 saat süren yolculuklar, dünyanın bir ucundan öbür ucuna giderken onlarca ülke katetmek, yepyeni kıtalar keşfetmek... Bunlar değil beni korkutan, aksine yaşamımın bir parçası haline geldiler artık. Ben içimdeki bu zıt duygulardan korkuyorum, iki yöne aynı anda çekildiğimi hisseder gibi geriliyorum. Bir yanda gözü yaşlı bırakmak sevdiklerimi, diğer yanda gelişimi bekler halde bırakmak... Buna belki de hakkımın olmadığını düşünüyorum. Biraz da bu yüzden mümkün olduğu kadar kısa tutuyorum artık veda sahnelerini, bir ‘görüşmek üzere’den uzun tutmuyorum ayrılık başlangıçlarını... İçimdeki depremleri gittikçe büyümeden susturmanın en kısa yolu bu aslında. ‘Görüşmek üzere’ diyor ve arkamı dönüp gidiyorum. Görüşmek üzere... Bu kadar....

Moonshine

02/01/2005

06:35

Gitme telaşı

Gitme telaşı içinde yazmak istediğim kadar yazamadım hiç. Gece üzerime geliyor. Yazmalıyım. Yazacağım çok yakında. İnsanlar hakkında yazılarımla devam edeceğim.

Sunday, August 28, 2005

Aklıma geldi

Çocukluğun dolambaçlı koridorlarında tek başıma koştururken hiç düşünmezdim geleceğini bu günlerin. Tek başıma, tek ve yalnız, zamanın sonsuza dek uzadığı o günlerde. Bir ben vardım, bir sen, bir de gökyüzü. Tek başınaydık, sen, ben ve gökyüzü.

Neden?

Yine tek başınayım. Yine gökyüzüne uzattığım ellerime, bana ait değillermiş gibi bakıyorum. Yine simsiyah denize, denizden parçalanmış bir kan kırmızılığıyla çıkan aya, yine kulelere, şehre bakıyorum. Simsiyah dalgaların bana suçlayan gözlerle bakan derinliklerinde kendimi görüyorum.

Yazmak kadar tekil, aynı zamanda okuyanlarla çoğalan bir edim. Garip, kendini çok kalabalık bir meydanda bir hayalet, bir ruh gibi hissetmek. İnsanların içimden geçip gitmesi varlığımı farketmeden. İnsanların garip, bilinçli olarak seçilmiş, bir yaşam tarzı haline getirilmiş cehaletleri. Yaşamın, benim orada olduğumu farketmeden içimden geçip gitmesi.


Street Spirit.

Thursday, August 25, 2005

İnsanlar

İnsanlar hakkında yazmayı çok seviyorum. Hayatıma bir şekilde girmiş olan ve şu anda aramızda olmayan insanlardan bahsedeceğim arada sırada burada. Belki de sadece budur ölümsüz olmanın yolu. kendinden sonraki birilerinin kişi hakkında yazması, konuşması, onu hep bir yerlerde tutmaları.

Monday, August 22, 2005

Bu şehir


HARMAN DALI

Ellerimi uzatsam dokunabilir miyim?

Dumanına, bulutlarına, göklerine, sisine, güneşine

Güneşine, dumanına, yağmuruna, bulutlarına..

Dokunabilir miyim, uzatsam yüreğimi, dantel örtülerine?

Semaver dolusu çayına, akide şekerlerine?

Mis gibi kokularına, seslerine, mavine, yeşiline?

Bir çocuğun gözlerinde duyduğum yosun kokusuna,

Yüreğimin çarptığı yere, sardunyalarına, yeni asılmış çamaşırlara?

Issız ara sokaklara, gölgelerine, güneş ışığına,

Çakıl taşlarına, hüzün bakışlı insanlarına,

Kaderime, yolumun başladığı ve bittiği yere,

uzansam dokunabilir miyim okyanuslar ötesinde yüreğimin çarptığı

Tuzlu denizinin dibindeki midyeye, tekir kedinin gözlerine,

Dokunabilir miyim uzansam, sevdiğim ve yitirdiğim her şeyi

Bir bakışta birbiriyle çarpıştıran buruk gülümsemesine

Sokaktan geçen yaşlı adamın

Uzanabilir miyim aklında biriktirdiği tüm günlere, gecelere, mevsimlere

Dokunabilir miyim yaşanmış ne varsa bir çırpıda kesip

Sessiz bir çığlıkla geceye salan kemanın sesine

Yakamozların her sırrı saklayan pırıltılarına, binbir gece masallarının

Bir kuyumcu dükkanında yansıyan büyüsüne, pırıltılara

Masallar ve efsaneler görmüş, geçirmiş taşların, duvarların,

Çok bilmişliğine, mağrur duruşlarına,

Geçmişi yüzündeki kırışıklıklarda saklayan yaşlı kadının

Solmuş, yeşil hırkasına

Küçük bir çocuğun avucundaki buruşmuş, ıslak

Kağıt gemiye

Uzansam dokunabilir miyim kıpkırmızı bayraklı, bulut beyazı yelkenli

Okyanuslara

Seksek oynayan anılarımın yanlış çizgilere bastığı

Tepetaklak düşüp sereserpe çimlere yattığı

Kelebeklerle bir uçurtmanın kuyruğunun ucunda buluşup

Dünyanın diğer ucuna bir göz attığı

Uçurum kıyılarına?

Uzansam dokunabilir miyim

Uzak dağların ötesinden gelen güneşin aydınlattığı

Uçsuz bucaksız tepelere, ovalara, acılara, anılara?

Her yeni günün gelişiyle parçalanarak yırtılan,

Kıpkırmızı kanını dağların

Ve ovaların üzerine akıtan geceye

Siyah, sessiz, tanık, esrarlı geceye

Uzansam dokunabilir miyim, gül kokulu ceviz sandığının

İçindeki o son bilmeceye?

Uzansam dokunabilir miyim paylaşılan dostluğun

kahvesinin bütün köpüklerine

Eski aynalarda unutulan yüzlere, elmas ve zümrütlere,

Bir sır olup kalan, karlar altında, donmuş günlere, anlara,

kristal bardaklarda bekletilen likör tadında umutlara, eski çerçevelerde birden

yeniden konuşacakmış gibi duran bütün yüzlere

Gözlere, bakışlara, siyah-beyaz bir anda donmuş bütün hayatlara

Bir kumrunun vakur duruşunda, ya da bir martının simsiyah gözlerinde

Yansıyan bütün göklere

Kehribar renginde bir tesbih tanesindeki kainata

Ya da kainatın içindeki yaşamın

Yanan, yandıkça geceyi aydınlatan

Sesine, bir nefeste sönecekmiş gibi duran

Mumun kendini bitirmesine

Yollara, uzayıp giden, sonu ufka varan, asfalt, toprak, çakıl taşı

Yollara,

Uzanabilir miyim,

Dokunsam

Sevmenin en güzel,

En "sen" haline..

daldan koparıp yediğim şeftaliye

Böğürtlene, bütün kırmızılara

şafakla birlikte solumaya başlayan o şehre,

yüreğimin çarptığı o şehre..

uzak ve uçsuz bucaksız bir nefesi

İçinde saklayan,

O şehre..

Uzanabilir miyim dokunsam,

Mezar taşlarında bütün bir tarihin yazılı olduğu

Gölgelerinde sessiz tanıkları saklayan,

Mavi şehre..

Uzansam dokunabilir miyim

Yüreğimin çarptığı

Yüreğimin çarptığı

Yüreğimin çarptığı şehre?

Gözlerimde son bulan ıssız rüzgarların

bana kokusunu getirdiği..

Tüm yaşananların yeniden yazıldığı,

Yüreğimin orta yerinde duran,

Kaderim, kaderim, alınyazım, geçmişim, geleceğim..

istanbulum..

istanbul'um..





Moonshine

01.11.2003

Chicago, A.B.D

Thursday, August 18, 2005

Akşam

Akşam serinliğinde, yemekten sonra ellerimizde birer bardak sıcacık çay ile otururken karşı evin ardından, çam ağacının ardından yükselen beyaz yuvarlağı görünce aklıma geldi. Ne kadar güzel söylemiş o. O, 'Ne söylerse güzel söyler' dediklerimden. O, Orhan Veli.


'Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul'u dinliyorum.'

Orhan Veli Kanık

Baktım

4 sene önce yazdığım, bizim okulun dergisinde de yayınlanmış olan bir yazım. 4 sene, zaman gitgide artan bir ivmeyle geçiyor bedenimin içinden. 4 sene, neredeyse bir ana denk olmuş. Yaşamımın bundan sonraki zamanlarını düşünüp, ürperiyorum.


Baktım

Gece, kopkoyu, simsiyah dikiliyordu karşımda.Aldım, yırttım, iki parçaya ayırdım onu, bir parça ister misin? Gözlerime bakarken gözlerinden, göz pınarlarından hiç ayrılmayacakmış gibi asılı duran iki elmas pırıltısı kamaştırdı yüreğimi yeniden…Buruk zeytin tadında bir sızı yerleşti vücudumun tam ortasına.Gözlerine bakmak, gözlerine bakıyordum, dünyaları yansıtan ve kendini bende tanımlayan parlak gözbebeklerine.Baktım, varoldum, öğrendiğim ve öğreneceğim her şeyin içinde yokoldum, ölümün yüzüne baktım, usulca “merhaba” dedim ona, beni sevdi, biliyor musun? Ona sana baktığım gibi bakamadım, ona bir yıldırımın bir ağaca düşmesini seyreder gibi, fırtına bulutlarının toplanmasına tanık olur gibi bakamadım, ona eski bir dostmuş gibi sevgiyle, “sevgi”yle baktım.Neler yaşadım derken “neler öldüm” demez insan hiç.Ben de demedim, sadece baktım, korkunç, kocaman, simsiyah suların derinliklerinde yaşayan hissiz, duygusuz balıklar gibiydi, kendine akar gibi bakıyordu bana, kendine ve kendinden dışarı akar gibi, sonsuz, sarı hüzün sellerinde…”Neler öldüm”, nelerde öldüm, yaşanılası mevsimlerde yalınayak, çakıl taşlarına basarak turuncu halkalı güneşe yürüdüm.Güneşe, gözlerine yürüdüm, baktım, hiç var olmamış, sonsuzluk renginde pırıltılara baktım, baktım, sen oradaydın, neler oluyor dedin, sonunda, gerçekten oluyor mu yoksa, şaşırmıştın, ürkek ürkek, mavi mavi baktın bana.Baktım, midem bulanıyor, sanırım bir yaşam çıkarmak üzereyim, deli gibiyim, kendimi bölen, ikiye bölen bu soğuk da neyin nesi, bir parça ister misin? Baktım, yıldızlı gecelerde, sarı saman kağıdı sayfalara işlenmiş yüzüne baktım, siyah-beyaz bir film şeridinde kaybolmuş benliğine, buz gibi şelalelerden taşan sana baktım.Bildiklerim, öğrendiklerim bir yaşam yarattı, bakıyorum, baktım, orada, çok uzakta küçücük bir ışık var, elimi tutar mısın? Neredeyse oradayız, ölüm titredi, yaşam aktı gökyüzünden, kaybolmak üzereydim, baktım…Kayıp kayıp, siyah siyah aradım seni, ıpıslak, her yanım ıpıslaktı, derinliklerde kayıp, sonsuz yalnız küçücük bir taştım, yokolduk, okyanus neler yaptı bize, yokolduk, sen, ben, yokoluşa baktım…Ağzımı açtım, hiçlikten başka bir şey girmedi içeriye biliyor musun? Baktım, gözbebeklerim küçük kum tepelerinin ardında kaybolana dek, içimden zaman akana, ölümün “ben”ine bakana dek…Baktım, zaman bendeydi, yüreğim çok dışımda, ikiye bölünerek kırıldım.Zaman kırıldı, ölüm dışarıya aktı, baktım…Hala burada mısın? Anlatacak çok şeyim vardı, hafif bir dudak bükümü uzaklığında, akacak çok ırmağım vardı, deniz ölümün gözlerindeydi.Baktım, kendime bakana kadar, bir tarih boyutu olana, küçücük bedenimi ilk defa görene kadar….Baktım…

06.04.2001

Wednesday, August 17, 2005

Deprem


17 Ağustos depreminin üzerinden 6 sene geçmiş ve bugün 6. yıldönümüymüş. Peki, acaba yeni bir depremi karşılamak ya da olan depremin yaralarını sarmak adına ne yapıldı bu geçen süre içinde? Gölcük'te, herhangi bir depremde 2 kat riskli olduğu belirtilen alana 8 katlı binalar yapılmaya devam ediyormuş. Bu, neler yapıldığı, yapılabildiği hakkında bize bir fikir veriyor sanırım.

Ben o geceyi çok iyi hatırlıyorum, daha dünmüş gibi. Biraz da kendi günlüğümden yararlanarak o geceye bugün tekrar geri döndüm, ve bazı şeylerin nasıl unutulamayacağını, unutulmaması da gerektiğini aslında, gördüm.

17 Ağustos 1999 gecesinde ben, henüz hangi üniversiteye gideceği belli olmayan bir üniversite adayı olarak yatmıştım uykuya. Bugün, 2005 yazında yine inanılmaz sıcak olan bu 17 Ağustos günü gibi, o gün de dayanılmaz bir sıcak vardı.

Evde bulduğum günlüğümden, 18 Ağustos 1999 tarihli sayfalardan doğrudan alıntılıyorum:

17 yaşındaki Moonshine:

'Gece saat 03.00 gibi (daha doğrusu sabaha karşı) yatağımın müthiş bir şekilde sarsılmasıyla uyandım içimde iğrenç bir hisle. Koridorda mavi bir ışık yanıyordu ve babam: 'Allahım ne oluyor?' diyerek bağırıyordu. Ev müthiş bir şekilde sallanıyordu ve bir an tüm evin başımıza yıkılacağını sandım. Önüme duvarlardan çerçeveler ve kitaplar düşüyordu. Büyük bir panik ve şok içinde annem bizi önüne kattı ve merdivenlerden inmeye başladık. Evden tuğla gıcırdamaları ve dolap kapağı sesleri geliyordu, ama aklımda 'deprem' sözcüğü yoktu hiç. Aşağıya indik, o telaş içinde annem hepimize birer palto verdi ve dışarı çıktık. Annem beyaz kapıya anahtarı elleri titrediği için bir türlü uyduramıyordu. Neyse dışarı çıkabildik ve alt bahçeye indik. Bu arada sarsılma sonunda bitti ve tüm şehrin elektriği aynı anda kesildi, o anda gökyüzündeki tüm yıldızlar sanki elimizle tutabileceğimiz kadar yakınlaştı bize ve gökyüzü sanki yere indi. Hayatımda hiç görmediğim kadar çok, binlerce yıldız muhteşem bir şekilde ortaya çıktı ve nefesimiz kesildi adeta. Biri kırmızı bir işaret fişeği attı ve gökyüzü o anda biraz olsun aydınlandı.

S. Hanım'lar (Ek bilgi: Komşularımız) da dışarı çıkmışlardı ve onlar da şok halindeydiler. Annem S. Hanım'la konuşarak ağlamaya başladı. Burak ve benimse dizlerimiz titriyordu, midemiz kasılmıştı ve şok olmuştuk. Bu gördüğümüz en feci ve en sarsıcı depremdi. Sonradan yukarıya çıktık ve arabanın radyosundan bilgi almaya çalıştık ama tüm istasyonlar otomatiğe bağlamışlardı ve müzik çalıyordu her yerde. Sonunda 'Marmara FM' diye bir radyo bulduk, onda da bir DJ 'İstanbul için dua edin' diye bağırıyordu sürekli. Çok sinir bozucu bir durumdu.

Çaresizce aşağıya indik ve S. Hanımlarla konuşarak beklemeye başladık. Annemler hemen eve girip sandalye, el feneri ve çorap aldılar. S. Hanım'ın radyosundan duyabildiğimiz kadarıyla bu deprem çok çok şiddetliydi, binlerce ev yıkılmıştı ve çok fazla can kaybı vardı. Son yüzyılların en şiddetli depremiydi ve Richter ölçeğine göre 7.4 şiddetindeydi. O arada artçı depremler devam ediyordu ve her yer sarsıldığında endişeyle kasılıyor ve birbirimizin yüzüne bakıyorduk. Komşularımız da çok korkmuşlardı ve konuşarak bu korkuyu atlatmaya çalıştık.

Sabaha kadar paltoların içinde endişeyle dolu bir şekilde bekledik. Ölü sayısı sürekli artıyordu, İstanbul'da 150 kişiydi. Depremin merkez üssü Kocaeli (İzmit)ti ve en çok etkilenen yerler Adapazarı, Gölcük, Değirmendere, Çınarcık....vs.ydi. Sabah olmak bilmiyordu ve ana şoktan sonraki şoklar da bizi çok korkutuyordu. Sonunda güneş doğabildi ve içimizdeki korku ve endişeyi biraz olsun dağıttı. Deprem (en büyüğü) tam 45 saniye sürmüştü ve bu bir depreme göre çok büyük bir rakamdı. S. Hanım'larla çay içip biraz bir şeyler yedik ve gece anneannemleri bulamadığımızdan ötürü annem Burak'a S. Hanım'ın evinden telefon ettirdi ve sonunda onlara ulaştık.

Sabaha kadar elektrikler kesik olduğundan (ve evdeki iki telefon da elektrikle çalıştığından) kimseye ulaşamadık, ve kimse de bize ulaşamadı. Anneannemlerin dedemin dükkanında olduğunu öğrendik ve sonradan onlar da bize geldi. Onların da evinde bir çok çatlak oluşmuştu ve dedem çok korkmuştu depremden.

Sonradan bahçenin ortasında, tavşanelması ağacının gölgesinde kahvaltı ettik. O günü dışarıda geçirdik. Beslediğimiz iki kedi yavrusu, Pisagor ve Spartaküs de peşimizden ayrılmıyorlardı, annemin zaten sinirleri bozulmuştu, sinirini onlardan çıkarıyordu. Zaten depremde de kapının dışına çıkar çıkmaz kedileri gece gözleri parlar bir halde hemen oracıkta miyavlar halde görmüş ve çok korkmuştuk.
............'

17 yaşındaki Moonshine olarak, bunları yazmışım işte o günle ilgili. İnsan 6 senede detayları, korkusunu, her şeyi unutuyor depremle ilgili yaşadığı. Ama unutmamamız gerek. Hatırlamamız, hatırlatmamız gerekiyor.


Ölen binlerce insanın anısına, ve bir daha böyle hataların tekrarlanmaması dileğiyle..

Tuesday, August 16, 2005

Bugün

Tahmin edileceği üzere, bugünü, önceden yazmış olduğum bazı yazıları buraya aktarmayla geçiriyorum. Bir kaç geriye dönüşün ardından elimden geldiğince sıklıkla yeni yorumlar ve denemeler yazmaya devam edeceğim.

Yazmak

Yazmak, gözlerim karanlığa alışınca, avuçlarıma sıcak kumların kokusu bulaşınca, zeytin yeşili gelip oturunca gözbebeklerime, içimde bir yaban gülü açınca, kanım şelalelerden taşan mor şaraplara karışınca, yazmak, gelir, yerleşir yüreğimin tam ortasına.. Sen gelirsin hiçliğin ortasından, öylesine beklenmedik, öylesine aniden, öylesine sıcak. Bir alev danseder, korlar yanar gülün yüreğinde, bir kuş bembeyaz kanatlarını açar masmavi sonsuzluğa. Uzak iklimlerden, tanıdık türküler gelir, bir bulut sızlayan bir özlem getirir beyazlığının ucunda, usulca bırakır onu ayaklarımın ucuna. Dünya gelir, kainat gelir, gökyüzü gelir, kıpkırmızı bir halı gibi dökülür önüme, bütün mucizeler gerçeğe keser, bütün efsaneler parlar gözlerimin önünde. Dilimden, elimden gümüşi, parlak kelimeler akar, birbiri ardından koşturan boz atlar gibi, hiç durmayacakmış gibi koşan, dörtnala koşan atlar gibi akar, ruhumdan yansıyarak göğe düşerler. Sen olursun yanımda, tüm masalların, tüm efsanelerin tek kahramanı, sen olursun, herşeyi tek bir anda anlatan gözbebekleriyle, sen, tüm evrenlerin ve zamanların kesiştiği noktada, sen gelir, yerleşirsin, gül rengi kanımın fışkırdığı yaraya.. Bir yunus olurum sonra, masmavi, soğuk derinliklerden, bembeyaz yüreğimi taşırım köpüklerin arasına..Yazmak, gelir, yerleşir, sonsuz bir huzurun kanatlarıyla çevrelediği yüreğimin tam ortasına...

31.08.2002

Neden gece yolculuğu?

Gece yolculuğu benim ismimin Arapça'daki anlamı. Ve bence insanın kendisini tanrıya en yakın hissettiği, ölümü tekrar hatırladığı ve bambaşka bir boyuta geçtiği nadir deneyimlerden biri. Gece, yolculuk, hayat, ölüm...Orhan Pamuk'un Yeni Hayat'ta sürekli yinelediği gibi. Gece yolculuğu. Arapçası:

اسرا

Gece Yolculuğu

Internette kendime yarattığım bu küçük köşe, arada sırada karaladığım bazı yazıları arkadaşlarımla paylaşılabilir hale getirmek ve asıl olarak aslında kendimi Türkçe yazmaya zorlamak, yazmak için bir neden bulabilmek adına bugün, 16 Ağustos 2005 tarihinde sevgili Çalıcan'ın önerisiyle yaratıldı. Kendisine buradan teşekkürlerimi gönderiyorum. Bakalım bu yeni hevesim ne kadar sürecek (umarım uzun süre yazabilirim) ve bu köşenin ömrü ne kadar olabilecek.

Birlikte göreceğiz.