Monday, January 28, 2013

Yağmur sonrası








What if you slept? And what if, in your sleep, you dreamed? And what if, in your dream, you went to heaven and plucked a strange and beautiful flower? And what if, when you awoke, you had the flower in your hand? Ah, what then?

S.T. Coleridge


Huyumdur, yere bakarak yürürüm. Özellikle de müzik dinlerken. Yürümek benim için vazgeçilemez bir tutku halini aldı son zamanlarda. Mahallemin, şehrin sokaklarında, kulağımda Massive Attack müzikleri, doyasıya yürümek. Bacaklarım kalbimin ritmiyle bir pıt pıt atmaya başlayana, yorulana kadar. Bedenimin yorgunluğu, aklımın gürültüsünü bastırana kadar.

Yürüyorum yine yağmur sonrası, ılık bir günde. Gözlerim yerde. Hafif, yumuşak bir rüzgar esiyor. Yaşamın nefes alış verişlerini duyabiliyorum böyle zamanlarda. Havada ıslak toprak kokusu.. Yağmur sonrasının o deli eden, sarhoş eden büyülü kokusu.

Gözlerim yerde.. Birden bir su birikintisine rastgeliyorum. İçinde tersine çevrilmiş, çıplak dallarını yeryüzünün derinliklerine doğru uzatmış bir ağaç. Sanki dünya, benim kafamı kaldırıp o ağaçlara bakmayıp, görmeyişime kızmış gibi, ağaçları benim baktığım yere getirmiş. Sanki o su birikintisinin içine baksam, başım dönecek. Bizimkine çok benzeyen ama biraz farklı bir dünya göreceğim. Sanki içine atlasam, Alice gibi bir Harikalar Diyarı'nın içine doğru, uçar gibi, sessiz ve sakince düşeceğim.

Hangisi daha gerçek, ağaç mı, ağacın yansıması mı? Yaşam mı daha gerçek, ölüm mü? Rüyalarımız mı, 'Gerçek hayat' mı? Belki de 'gerçek hayat' sandığımız, başka birinin rüyası. Rüya sandığımız ise, gerçeğin ta kendisi.







Friday, January 25, 2013

Lincoln - Steven Spielberg



Daniel Day Lewis, rol yapmaktan çok öte, oynadığı kişi olan bir adam. Bunun en güzel örneğini There Will be Blood'da görmüştük. (Her ne kadar Paul Thomas Andersen'ı bir yönetmen olarak Steven Spielberg'den çok daha fazla sevsem de) Bence bu yüzden, modern zamanların en ama en başarılı oyuncularından biri kendisi. Devleşiyor adeta beyaz perdede. Sadece yüzüyle ve mimikleriyle değil, bütün vücuduyla, sesiyle, duruşuyla oynuyor, ve bir bukalemun gibi oynadığı kişiye dönüşüveriyor.

Şu sıralar deliler gibi Amerikan tarihi okuduğum için benim için çok ilginç, bir o kadar da sürükleyiciydi film. A.B.D'nin kuruluşunda kilit rol oynamış, köleliği yasaklamış ve köleleri serbest bırakmış, benim yaşadığım eyalete lakabını vermiş (Illinois - Land of Lincoln) en ama en çok sevilen Amerikan başkanlarından biri olan Abraham Lincoln'ın hayatını izlemek çok ilginçti. O sıralarda Amerikan kongresinde yer alan tartışmalar, kamplaşmalar, konuşulan konuların bazıları şimdikinden çok da uzak gelmiyor bize. İnsan, hep insan. Nerede ve ne zaman olursa olsun.

Filmde 'klasik Hollywood' tabir edilen müzik kullanımı, oyunculuklar ve göze batanbir kaç sahne tabii ki var, zaten yönetmen Spielberg olunca kaçınılmaz oluyor bu. Ama genelinde benim gibi tarih meraklıları için gayet sürükleyici, başarılı bir film.

Tek büyük eleştirim, sonunun biraz aceleye getirilmesi. Lincoln'un öldürülmesi ve hayatının sonu sanki 'bunu da anlatmamız lazımdı ama çok az zamanımız kalmıştı' havası vererek geçiştirilmiş.

Daniel Day-Lewis bir altın heykelcik daha götürür mü evine bu rolle? Göreceğiz.

Monday, January 21, 2013

Soğuk kış sabahları

Sabah 6da uyandım. Kalorifer çalışması gerektiği kadar çalışmamış, ev buz gibi. Ürpererek sırtıma bir yelek geçirip (Annemin düsturudur, 'kalkınca ayağına çorap, sırtına yelek' diye söyler hep!) içeri gittim. Isıtma sistemini kapatıp tekrar açtım, yatağa üşüyerek geri döndüm. Biraz döndüm sağa sola, tekrar uyuyamayacağımı anlayınca 6 buçuğa doğru kalktım, çayı koydum.

Elektrik sobasını yaktık, masanın yanına koyduk. Ilık ılık, ısıtıyor insanı, iyi geliyor.

İnsan hafızası nasıl bir dehliz... Aklıma ortaokul sabahlarım geldi. Dragos'taki ev çok katlı olduğundan ve çok zor ısındığından sabah kalktığımızda serin olurdu epeyi. Kardeşimle biz sıcak çaylarımızı içerken ve evin içine kızarmış ekmek kokusu yayılmışken, annem tüpgaz sobasını masanın yanına çekerdi. Onun önünde ısınarak kahvaltı eder, hiç kalkmak istemezdik. O kadar soğuk günlerde okula gitmek zorunda olmak ölüm gibi gelirdi. Sıcacık soba öylesine cazip olurdu ki, önüne kıvrılıp biraz daha uyumak isterdim.

Şimdi buz gibi, -12 derecelerde gezinen bu ürpertici Chicago sabahında, İstanbul'a giden aklım ve ben.. Uyandık ve birazdan güne başlayacağız. Vücudum aklımın peşinde yorulmuş, kendimi safi hafızadan oluşan bir anılar bütünü gibi taşıyorum bazen..  Geçmiş, bir rüya yumuşaklığı, bulanıklığı kazanıyor. Şimdiki zaman belirsizleşiyor. İkisi birbirine giriyor. Hafızamın koridorlarında gezmeye çıkıyorum bazen. Hayat yekpare, tek ve bütün bir 'an'dan ibaret gibi geliyor.

Monday, January 14, 2013

Kürk Mantolu Madonna



'.. İnsanlar birbirlerini ne kadar iyi anlıyorlardı... Bir de ben bu halimle kalkıp başka bir insanın kafasının içini tahlil etmek, onun düz veya karışık ruhunu görmek istiyordum. Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!.. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin esvafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?'

'İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyor.' 

Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna




Bir günde bitirdim, ve açıkçası daha önce Sabahattin Ali okumamış olduğum için utandım. Ne diyeyim... İnsan ruhunu çok iyi tanıyan, anlatımı bir su gibi akan, içime işleyen bu yazarı keşke çok daha önceden tanısaymışım.. Türk Edebiyatı'nda hala tanımadığım ne değerler var diye düşündüm.. Okudum, okudum ve içlendim, düşündüm, insanları düşündüm, insanların içlerinde sakladığı hikayeleri.. Bize gösterdikleri yüzlerinin hiç mi hiç yansıtmadığı, içlerinde saklı sırları.. Acıları.. Aşkları..

Her bir cümlesi ayrı derinlikte, ayrı güzellikte bu romanı hiç unutmayacağım. İçime, yüreğimin ta derinine bir sıcak konyak gibi işledi, ısıttı yüreğimi bu kitap.. Yutkundukça yaktı, göğsüme yayıldı, beni esir aldı. Okumayı bırakamadım, duramadım. Bende bıraktığı iz ise çok kalıcı oldu.






Sunday, January 13, 2013

Yedinci Gün




Ah ne çok özlemişim o güzel üslubunu Uzun İhsan Efendi'nin.. Yine yoğun, göndermelerle dopdolu, insanlık ve dünya tarihi metaforlarıyla yüklü bir 'okuma serüveni' oldu benim için Yedinci Gün, bu kadar beklediğimize değdi gerçekten.

Yalnız şunu da eklemem gerek: Bu kitap bir 'Puslu Kıtalar Atlası' değil, bir 'Suskunlar' ya da 'Amat' da değil.. Kurgusu çok daha dağınık ve savruk, ve hikayenin içine girmemiz uzun zaman alıyor. 'Baba', 'Oğul' ve 'Hayalet' adındaki üç ana bölümden oluşan kitabın ana çerçevesini ve neye gönderme yaptığını görmek hiç zor olmasa da, hiç bir yere bağlanmayan bölümleri ve yazarın keyfi için eklediği detayları da çokça romanın. Dili önceki kitaplarına nazaran daha ağır ve Osmanlıca kelimelerle yüklü. Bana keyif veren bu durum, başkalarının okuma hızını yavaşlatabilir.

Sanki İhsan Oktay Anar, artık okuyucular için değil kendi için yazıyor, ve yazarken de çok ama çok eğleniyor! Özellikle Osmanlıca ve Türkçe ile bir oyuncakla oynar gibi oynuyor, dilin bütün nimetlerinden sonuna dek yararlanıyor ve bunu yaparken bir çocuk gibi eğlendiği, keyiflendiği gözümüzden kaçmıyor. O bir dil ve anlatım üstadı ve gerçekten Türk edebiyatında eşi benzeri yok.

Şu ana kadar Kitab-ül Hiyel dışında bütün kitaplarını okuduğum İhsan Oktay Anar'ın bu son kitabı, benim için Puslu Kıtalar Atlası ya da Efrasiyab'ın Hikayeleri'nin tahtlarını sarsamasa da, yine de modern Türk Edebiyatı'ndaki çağdaşlarının arasında bir mücevher gibi parlıyor. İyi ki varsın Uzun İhsan Efendi! Allah sana uzun ömür versin, hep yaz, hep anlat bize sen.




Şemspare







Meksika'dan A.B.D'ye dönerken uçakta bir solukta okuduğum, Elif Şafak'ın denemelerinden ve gazete yazılarından oluşan bir derleme... Romanlarından artık zerre kadar hazzetmediğim Elif 'Shafak'ın denemeleri o kadar kötü değildi.. Tabii kitabın hacmini kabartmak için araya eklenmiş çizimler ve Elif Şafak'ın önceleri bu kitabı bir romanmış gibi  pazarlayarak önümüze sürmesinden de hiç hoşlanmasam da.. En azından Türkiye'de yaşayan bir kadının hayat, edebiyat, toplum, kadının toplum içindeki yeri, kimlikler ve aidiyet gibi konular üzerinde yazdıklarını okumak ilginçti. Bazı yerlerinde kendi düşüncelerimi okuyor gibiydim, bu da Şafak'ın artık roman yazmada pek vasat olsa da en azından düşüncelerini ifade etmede yine de başarılı olduğunu farkettirdi bana.

Bazı denemeler artık bir süreden sonra birbirinin tekrarı gibi geliyor kesinlikle. Sürekli aynı temalar etrafında dönen bir düşünceler bütünü yazılar: Ötekileştirme, 'biz-onlar' ayrımcılığı ve yazarın sürekli kendinin sürekli 'bakınız ne kadar farklıyım, bildiğiniz Türk kadınlarından değilim, aydın ve 'erkek gibi' bir kadınım!' şeklinde reklamını yapması, ve aslında 'erkek gibi' olmakla övünmekle aslında bildiğimiz ataerkil toplum düşünce yapısından aslında hiç ama hiç sıyrılamamış olduğunu göstermesi!...vs gibi insana batan ve farkedilmemesi imkansız olan yanlarının yanında, arada doğru gözlemler de yok değil. Bir de şu sıralar sadece Türkçe okumak istediğim için iyi geldi.



Saturday, January 5, 2013

Adakızım 2 yaşında

Dünyayı güzellik kurtaracak,
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey...

Ada - Zülfü Livaneli





Mutluluklarla, sağlıkla dolu bir hayatın olsun tatlı kızım.

Günlerin günışığıyla, derin nefeslerle, huzurla  başlasın, bitsin. Sıcak yatağından çıkmanı sağlayacak bir hayat gayen, çok sevdiğin bir mesleğin, meşgalen olsun.

Keyif içinde içilen sıcak çaylar ve kahvelere dost sohbetleri eşlik etsin. Dostlarınla, arkadaşlarınla paylaş hayatı, konuş uzun uzun.

Mis gibi kağıt kokan kitaplar, gazeteler oku. Okumanın keyfine var, şimdiki okuma alışkanlığını hayat boyu sürdür.

Bol bol yürü, koş,hareket et, kendine ve vücuduna iyi davran.

Güzel, evde pişmiş, sıcak yemekler ye. Ağzının tadı gitmesin hiç. İştahla, keyifle, mutlulukla, tadına vara vara yemek ye.

Güzel filmler izle, ruhuna dokunan müzikler dinle, bol bol düşün, kendini dinle, arada düşüncelerini yaz.

Okulda (ve bizden) öğrendiklerini sorgula, iç sesini dinle. Kararlarını yüreğinle ver.

Kahkaha at, danset, dünyayı sev. Yaşama sevincin, bu dünyanın hüzünlerine, adaletsizliklerine ve zulümlerine karşı bir deniz feneri gibi parlasın. Sevincin ve neşen, hüznüne galip çıksın. Güzel gülüşünle aydınlat dünyayı kızım, içindeki ışık, dışına taşsın.

Ne olmayı seçersen, hangi yolu tutarsan bil ki hep seni çok ama çok seviyor olacağım. Sen benim gözümün nuru, yüreğimin ışığı, günlerimin neşesisin. Mutlu ve huzurlu ol güzel kızım.






Seni çok seven annen