Wednesday, November 28, 2007

Finaller başıma vurdu

Ben de kendimi yazı yazmaya adadım. Yapılacak o kadar çok şey var ki bunları sağa sola yazıp beynimin içinden çıkarmak istiyorum. Aynı anda yapılması gereken onca şeyi düşünmek bile yoruyor insanı çünkü. Önümüzdeki 7 gün kadar bir süre yokum. Derin bir nefes alıp kütüphaneye doğru yola çıkıyorum şimdi :)

İyi haftalar!

Monday, November 26, 2007

Moonshine kimdir?




Kendimden çok fazla bahsetmemeye, daha çok olaylar ve insanlar hakkında görüşlerimi yayınlamaya çalışıyorum bu blog'da. Ama belki merak edenler vardır, herşeyden önce 'kendini tanı' diyen Yunanlı filozofun sözlerine kulak verelim biz de. Ben kimim? Bana 'sen kimsin?' deseler kendimi nasıl tanımlardım? İşte bir deneme, bu blog'un yazarı olarak ben, yani Moonshine, nam-ı diğer Gece Yürüyüşü, kimim?


Çok severim: Sabahları, siyah-beyaz fotoğrafları, pembe olan herşeyi, büyük şehirleri, öğlen uykularını, interneti, siyah çikolatayı, Fransızca olan herşeyi, Chicago'yu, çayüzümünü, deniz fenerlerini, geç kahvaltıları, dizüstü bilgisayarımı ve genelde Apple olan her şeyi, sinemayı, güzel İstanbul'u, insanları, fırtınaları, kedi yavrularını, uyumayı, bulutlu gökleri, suşiyi, müziği, güneşin doğuşunu, Nisan yağmurlarını.


Hiç sevmem: Kahveyi, sigarayı, reklamları, koşu bantlarını, televizyonu, alışveriş merkezlerini, sigara dumanlı bar ve gece klüplerini, solaryum bronzluğunu, Starbucks'ı, Microsoft markalı her şeyi.


İnanılmayacak ölçüde saf, ve rahatsızlık yaratacak derecede körü körüne iyimser olabilirim. Çocukluğun ve hayalgücünün kuvvetine inanırım. En sıradan şeyler dahi (gökyüzündeki güneş ya da bir bardak çay gibi) beni şaşırtmaya ve bana ilham vermeye yeter. Elimden geldiğince çok gülümsemeye çalışırım, insanların hikayelerini dinlemeyi çok severim. Herşey hakkında soru sormayı da çok severim. Hayat hakkında şiir ve kısa hikayeler yazarım. Her zaman etrafımda çok sayıda insan olmasını isterim (özellikle üzgün olduğum zamanlarda). Bilginin ve irfanın gücüne de inanırım, bu yüzden kitaplara ve kütüphanelere aşığım. Yemek pişirmeyi hiç beceremem, ama müzik ve sinema zevkim oldukça iyidir :) Müziksiz yaşayamam, ve gizlice hayatımın 'soundtrack'i yani şarkılar bütünü için şarkılar seçerim. Doğayı ve dış dünyayı çok severim: Özellikle yeni bir şehre seyahat edip orayı keşfetmeyi. Fotoğraf çekmeye de çok büyük bir tutkuyla bağlıyım: Özellikle siyah-beyaz portre fotoğraflarına bayılırım. Gece hayatından ve dumanlı olan her yerden nefret ederim ve uzak durmaya çalışırım. Benim için cennet, elimde bir bardak sıcak çayla oturduğum koltuğumda, sessiz oturma odamda en sevdiğim yazarın bir kitabını okuyabilmektir. Ya da pencereden dışarıda yağan yağmuru izlerken çok sevdiğim bir şarkıyı dinlemek..

Bütün bunlar ve tabii ki çok daha fazlasıyım, ama hangimiz kendimizi tanıyabiliyoruz ki tam olarak? Sadece 'Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol' mısrasını kendime düstür edinmiş 'bir aciz kul'um. Bu dünyadaki milyonlarca insandan biriyim, ama yine de her insanın olduğu gibi eşsiz ve benzersizim :)

Sunday, November 25, 2007

Silahlara hayır!


Bir hafta önce bu gece, 4 senedir tanıdığım ve hem öğrenci yurdundan komşum, hem de benimle aynı üniversitede okuyan lisansüstü bir öğrenci arkadaşım olan Amadou Cisse geceyarısını biraz geçe sokakta vurularak öldürüldü. Bu manasız ve acı ölümün beni ne kadar üzdüğünden, isyan ettirdiğinden, içimde açtığı yaralardan bahsederek duygu sömürüsü yapmak istemiyorum. Sadece silahların ne kadar anlamsız olduğuna dikkat çekmek istedim blog'umda.

Önceki günün akşamı tesadüfen, olanlardan habersiz bir şekilde Montreal'de Lord of War filmini izlemiştik. Film dünyadaki silah ticaretine ve bu sektörün ne kadar büyük olduğuna dikkat çekiyor. Bir silah tüccarının gözünden, insanların başka ülkelerdeki grupları nasıl birbirine düşürdüğü ve onlara silah satarak nasıl köşeyi döndükleri çok başarılı bir şekilde anlatılmış filmde. Dünyada savaş çıkaran devletlere baktığınızda hepsinin silah ticaretinde en önemli rolleri kapmış olduğunu görüyorsunuz.

Amerika Birleşik Devletleri ise hem savaş sebebi olan ülkeler, hem de silah satan ülkeler arasında 1. sırada. Silah satın alma ve kullanma oranı burada çoğu Batı ülkesinden daha fazla. 'Ghetto' denilen 'varoş' mahallelerinde silahlar çok normalmiş gibi kullanılıyor. Bunun sonucunda suç ve ölüm oranları artmış durumda. Silahlar insanları korumuyor, tam tersi daha da çaresiz ve aciz bir durumda bırakıyor.

Türkiye'de ise durum çok farksız değil. Asla anlayamayacağım ve 'insan' olana yakıştırmak istemediğim sebeplerden ötürü silah sahibi çoğu insan, silahını bir şeyleri 'kutlamak' amacıyla kullanıyor. Havaya, gökyüzüne doğru sıkılan kurşunlar masum canlar alıyor. Birisinin çocuğunu, birisinin babasını, birisinin kızkardeşini öldürüyor. Ancak silah ruhsatı verilme gereklilikleri değişti mi bunun sonucunda? Hiç sanmıyorum.

Silah kullanan/kullanmayı düşünen/ava çıkan/havaya kurşun sıkarak bir şeyleri kutladığını sananlara şunu söylemek istiyorum: Bir ölüm makinası hiç bir zaman masum olamaz, gösterilemez. Silah hiç kimsenin 'eline yakışmaz'. Küçük çocuklara oyuncak olarak silah asla almayın. Onları daha minicikken ölümle, yıkımla tanıştırmayın.

Siz de silah kullanmayın, ölüm ve yıkıma sebep olmayın. Arkadaşım Amadou daha 28 yaşında göğsüne sıkılan bir kurşunla bu güzel hayatı, arkadaşlarını, ailesini, 7 Aralık'ta alacağı doktora diplomasını, ve pırıl pırıl bir geleceği terketmek zorunda kaldı. Atın silahlarınızı, başka gençler, çocuklar, anneler, babalar ölmesin. Bu dehşet ve ölüm makinalarına başka kurbanlar verilmesin!

Saturday, November 24, 2007

Montréal, Kanada



Çok yaşanılası bir şehir Montréal, eğer bu kadar soğuk olmasaydı belki de güzelliği bozulurdu çünkü herkes akın ederdi oraya. 4 gün kaldığım bu güzel şehirden aklımda kalanlar:

Havada nefesimizin buharı, yarı donmuş göl, obur sincaplar, ormanın içinde yürüyüş, chocolat chaud (sıcak çikolata), ışıklandırılmış Noel ağaçları, Rue St Catherine, karamel ve kahve kokusu, cam ve metalde yansımalar, Mont-Royal tepesi ve inanılmaz güzellikteki evler, güneşin batışı, güzel küçük kafeler, pastaneler, Çin mahallesi, Rue St Laurent, MESA konferansı, kiliseler, çıplak ama mavi ışıklarla donanmış ağaçlar, eski, Arnavut kaldırımlı dar sokaklar, çam ağaçları, bulutlar ve gökyüzünün berraklığı, Renoir'ın güzel resimleri ve hüzün bakışlı kadınları, metro, yeraltı butikleri, mağazaları, restoranları ve sinemaları, Lac aux Castors, somon balıklı ve krem peynirli Montreal ekmekleri (lox and bagels) , renkli camlarla süslenmiş binalar, sıcak çay ve çikolatalı kruvasan, ışıltılı caddeler, güzel insanlar, bere ve eldivenlerim, Second Cup kafe, masal gibi güzel süslenmiş ağaçlar, McGill kampüsü/şatosu, heykeller, gece ışıldayan vitraylı kilise pencereleri, Fransızca şarkılar söyleyen insanlar...

Güzel bir rüya gibi geçti Montréal'de geçirdiğimiz günler. Güzel anıları da bize kaldı :)

Wednesday, November 14, 2007

Gülümse!



'Gülümse, hadi, gülümse, bulutlar gitsin..' Ne güzel söylemiş Sezen Aksu değil mi? Gerçekten de bir gülümseyişle dağılır bulutlar, tekrar aydınlanır buğulu gözler. Tek bir gülümseyişle açılır o sımsıkı kapalı olduğu sanılan kapılar.. Bir gülümseyişle ısınır yaşlı bir kadının, bir çocuğun kalbi. Bir gülümseyişle açar güneş, bir gülümseyişle atılır yeni bir dostluğun ilk temelleri.

Gülümsemenin ne kadar çok şey başarabileceğini bilselerdi insanlar, bu kadar çok somurtmazlardı eminim. Nedense bazı insanlar gülmenin, gülümsemenin kendilerini çocuksu ve ciddi olmayan durumlara düşürdüğünü sanıp, somurtmanın ya da asık bir suratla gezmenin kendilerine büyük bir 'karizma' kattığını düşünürler. Halbuki insanı olduğundan bile kat kat güzel gösterir gülümsemek. Yüzünüze ışık katar, karşınızdakine pozitif enerji verir. İçinizdeki mutluluğu dışarıya yansıtır, içinizdeki mutsuzluğu ise bir anda dağıtıverir.

Ünlü birisinin bir zamanlar dediği gibi: 'İnsanların beni her zaman gülümseyen birisi olarak hatırlamalarını isterim. Hatta bundan da önemlisi beni, kendi içi kan ağlıyor olsa dahi gülümseyerek başkalarının içine mutluluk ve huzur vermeyi başarabilen bir kız olarak hatırlamalarını isterim'.

İnsan ilişkileri

Bazı insanlar vardır, tanışır tanışmaz kanınız kaynar. Gözlerinin içi güler böyle insanların, öyle içten ve sıcaktırlar ki yanına oturmak ve uzun uzun dertleşmek gelir içinizden. Söylediklerinizi dikkatli bir şekilde dinler ve size önem verir böyle insanlar. O anda hayatlarındaki en önemli kişi sizsinizdir ve söylenen en önemli sözler sizin sözlerinizdir. Siz yokmuşsunuz gibi davranmaz ya da daha önemli işlerin peşinde koşmazlar, sizinle zaman geçirmeye isteklidirler. Kendileri konuştuklarında ise ölçüp biçmeden, tartmadan, içlerinden geldiği gibi ama kibarca konuşurlar. Böyle insanlarla zaman geçirmek bir ömre bedeldir.

Çok nadir olsa da var böyle insanlar, ve annem de onlardan biri bence. Hayatımda insanları kendi yanında bu kadar rahat hissettiren ve dertlerini anlatmaya teşvik eden başka kimseye rastlamadım. Mesleği gereğince çok fazla sayıda hasta ve dertli insan dinlemeye alışık olduğundan mıdır, yoksa yaşlı-genç, fakir-zengin demeden bütün herkesle inanılmaz sıcak ve yakın bağlar kurabilmesinden midir, yoksa anneannemden geçmiş olan genlerden midir bilmiyorum ama, insan ilişkileri konusunda hayatımda örnek alacağım bir insan varsa o da annemdir. Maalesef onun genlerinin bana çok fazla geçtiğini söyleyemem, özellikle ortaokul ve lise yıllarında beni soğuk bulurdu herkes. Kendini beğenmek ya da egoistlikten değil de tamamen insan ilişkileri özründen kaynaklanan bir soğukluğum vardı sanırım :) Şimdi 20'li yaşlarımda biraz kırmayı başardım sanırım bunu, mümkün olduğunca çok gülümseyerek ve insanlarla daha samimi ve sıcak ilişkiler kurmaya çalışarak. Ama hala insanları annemin yaptığı kadar açabildiğim ve konuşmaya teşvik edebildiğim söylenemez! İleride daha da çok yazmayı ve belki de bunu mesleğim haline getirmeyi düşünüyorum, ve bu yüzden insanların hikayelerini dinlemek ve kaydetmek benim için çok önemli. Gelecekte umarım bunu daha iyi yapabilmenin bir yolunu bulabilirim!

Gece, bilmece

Aslında hiç geceyi sevmeyen ve gece verimli çalışamayan bir insanım. Ama son bir haftadır geceleri çok geç yatıyorum işlerimi bitirebilmek için. Şimdi de Ömer Faruk Tekbilek'in güzel müziği eşliğinde öğrencilerimin ödevlerini kontrol ediyorum. Blog'uma kaç gündür yazamadım, zamanın nereye aktığı konusunda şaşkın bir haldeyim. Eskiden iki günde bir yazbailirken, şimdi haftada bir yazabilirsem kendimi şanslı sayıyorum. Yazı oranımın azalmasında bazen bilgisayarımı eve getirmemeyi tercih etmemin de etkisi var tabii. İnternette geçirdiğim zamanı azaltmak adına bazen okuldaki kilitli dolabımda bırakıyorum bilgisayarımı ve o akşamı bilgisayar ekranından uzak geçiriyorum. Ruhuma ve gözlerime etkisi çok olumlu oluyor bunun :)

Gerçekten de bilgisayar ve internet fenomeninin hayatlarımızı nasıl esir aldığı inanılır gibi değil. Kendime yeni yıl için yeni hedefler koymaya karar verdim, bunlardan biri de bilgisayar başında daha az vakit geçirmek olacak diye umuyorum.

Dönem başlayalı 1 buçuk aydan fazla zaman geçti ve ben derslerin 8. haftasına nasıl vardığımızı ve bu haftanın da ortasına geldiğimizi hala anlayabilmiş değilim. Zaman gerçekten de dehşet verici bir hızla geçiyor. Her seneyle birlikte hızı artıyor gibi geliyor bana, yani biz 2007ye yeni girmiş değil miydik sahi? Kasım ayının yakında biteceğine inanamıyorum. Bu gidişle göz açıp kapayıncaya kadar hayat ellerimizin arasında kayıverecekmiş gibi geliyor maalesef.

Yakında yine yollar görünüyor bana, bu sefer kuzeye uçacağım, bizim alanımızın en büyük konferansında sunum yapmaya, adeta Paris'in kızkardeşi olduğu söylenen Montreal'e. Bakalım bu yeni şehir neler sunacak bana, nelerle tanıştıracak beni? Yeni şehirleri keşfetmeyi çok seviyorum. Büyük şehirlere kendimi bildim bileli aşık olduğum için herhalde, bütün büyük şehirlerde kendimi evimde gibi hissediyorum.

Daha çok yazmak umuduyla!

Friday, November 2, 2007

Misafir yazar!

Gece Yolculuğu'nda bir ilk! Blog'umuza bugün Bart Bey misafir yazar olarak bir yazılarıyla katkıda bulunmak istediler:) Bakalım neler söylüyormuş bu yazısında, gelin hep birlikte okuyalım:

---------------------------------------------------------------------------

"oo sizin orada keyfiniz yerinde, bizi unuttunuz"
"Türkiyenin size ihtiyacı var, geri dönün"
"Amerika beyinleri topluyor, bizi de unutmayın, bu vatanın ekmeğini yediniz, gelip hizmet edin"

Bazen otobüste 5 dakika önce tanıştığım insandan, bazen de arkadaş / akrabalarımdan duydugum yorumlar, hepsindeki önyargı yurtdışında yasayan insanların Türkiyeden uzak olduğu, kendi çıkarını düşündüğü, ülkesine ihanet ettiği yönünde.

Ben de onlara sormak istiyorum, "ee, 20 senedir bu topraklarda yaşıyorsun, ne yaptın Türkiye için?" Elbette eğitim kurumlarında, hastanelerde, kışlada ülkesine hizmet eden bir çok insan var, ama bana ahkam kesenler arasında değil. İstanbul'a gittiğimde gördüğüm insan manzarası gündemden habersiz, marka giyinip hayatın zevklerini yaşayan, sadece facebook'ta "Bahse girerim Ermeni tasarisina gıcık olan 1000000 kişi bulabilirim" grubuna katılıp, Hurriyet.com'da "Iraka girelim" diye oy kullanarak hayata sanal olarak katılan bir toplum.

Peki, biz Amerikadaki "bencil" Türkler ne yapıyoruz? Elbette burada da hayatı umursamayan, Türkiyeden kopmuş insanlar var. Ama Türkiye icin çalışan, ve burada olmanın avantajını kullanıp çok daha fazla fayda sağlayan insanlar da var. Amerika Türkiye üzerinde oyunlar oynuyorsa, Kuzey Irak'ta kendilerine uydu bir devlet yaratmak istiyorsa, Ermeni tasarısıyla ülkemizde azınlıkları kaşıyorlarsa, bunların önüne geçmek için en doğru yer Amerikadır, burada sesini duyurmaktır. Kusura bakmayın ama hurriyet.com'da yorum yazmakla, dünyanın öbür tarafından bağırıp çağırmakla bu gidişi değiştiremezsiniz. Bugün Avrupada, Amerika'da "Türkiye Kürdistanı'nda hayat", "Ermeni Soykırımı" gibi konuşmalar, PR çalışmaları yapılıyor, orada bir devlet için altyapı hazırlanıyor. Peki biz ne yapıyoruz?

http://www.turkishcoalitionofamerica.org/
Buradaki Türk toplumunu bilinçlendirip senato'da temsil edilmesini sağlamaya çalışıyorlar. Ermeni tasarısından PKK'ya kadar bizi ilgilendiren bir çok konuda karar mercilerini bilgilendirip bizi savunuyorlar.

http://www.chicagoturkishfestival.com/
Amerikaya Türkleri ve Türkiyeyi tanıtmak için yapılan bir çok festivalden benim de parçası olduğum etkinlik. Amerikadaki büyük şehirlerin bir çoğunda, benzeri festivaller ülkemizi Amerikaya tanıtıyor. Çoğu gönüllülerden oluşan komiteler ellerinden gelenin en iyisini yapıp - bence - çok değerli bir tanıtım hizmeti veriyorlar.

ve beni bu yazıyı yazmaya teşvik eden olay -

http://www.americanwaymag.com/tabid/2855/tabidext/3424/default.aspx
Bir havayolu dergisinde basılan yazı. Çok ufak kişisel bir çabanın ne kadar güzel meyveler verebileceğine bir örnek. Bu dergiyi okuyan binlerce kişi Türkiye'yi daha farklı tanıyacak, belki gelmek isteyecek.

Bunlar gibi bir çok örnek verilebilir. En azından buraya okumaya gelen, Türkiye'nin kültürel ve eğitim olarak elit kesimi sadece Türk olduklarını söyleyerek, kendi arkadaş çevrelerindeki Turk imajını iyi yönde değiştirebiliyorlar. Bizi Arap sanan, deveye bindiğimizi düşünüp Arap alfabesini kullandığımıza inanan, kadınlari recm ettiğimizi düşünen insanların bizi daha doğru tanımasına yönelik her adım ülkemize bir hizmettir. Burada lobicilik yapıp ülkemiz aleyhine gelişmeleri durduran, ülkemize fayda sağlayacak kanunların çıkmasını sağlayan her insan, facebookta Atatürk köşesi kuran veya birbirine Türk bayrağı yollayan kişilerden daha Atatürkçüdür. Özellikle buraya üniversitelere gelen öğrencilere büyük görev düşmekte. Kendi okullarında, çevrelerinde kültürel aktiviteler düzenleyip bizi Amerika'ya tanıtmak, önce kendisini eğitip daha sonra da Amerikalıyı eğitmek, onlarda bilinç oluşturmak, ülkemize sağlayabilecekleri en büyük faydadır.



Barış


--------------------------------------

Moonshine'ın eklemesi: Bart Bey'e katılmamak elde değil gerçekten. Yurtdışında yaşıyorum diye bana 'Beyaz Türk olmuşsun', 'Senin Amerikalıların', 'Memleketlin Coniler' gibi yaklaşımlarla bir daha gelmeyin lütfen. Hem kulağa çok çirkin geliyor, hem de hiç düşünülmeden edilmiş sözler olduğu çok belli. Siz ülkeniz için gerçekten ne yapıyorsunuz, nasıl bir çaba gösteriyorsunuz? Bir düşünün.


Moonie