Sunday, May 24, 2015

Genco Erkal - Nazım Hikmet





Karşı yaka memleket,
Sesleniyorum Varna'dan,
İşitiyor musun?

Memet! Memet!

Karadeniz akıyor durmadan,
Deli hasret, deli hasret,
Oğlum, sana sesleniyorum,
İşitiyor musun?

Memet! Memet!


Nazım Hikmet Ran



Genco Erkal, Nazım olmuş, sesleniyor oğluna. Yaşadığım, memleketimden uzak bu şehirde bir sahnede. Güzel anadilim çınlıyor kulaklarımda. Nazım, sesleniyor oğluna, 'Seni bir daha görmek, nasip olmayacak Memedim' diyor, yüreğimi bir kılıç gibi dağlıyor onun acısı. İri iri yaşlar yuvarlanıveriyor göz pınarlarımdan. Yüreğim vücudumun dışında, korumasız, tek başına, ellerimde tutuyorum onu. Nazım'ın dizeleri kanatıyor yüreğimi bir bir. Yurdundan, sevdiği kadından, sarı kafalı oğlundan uzakta ölmeye mahkum bu adamın, bu dev yürekli şairin, bu mavi gözlü devin kelimeleri, yüz yılın ötesinden gelip vuruyor beni tam yüreğimin orta yerinden. Acının zamanı yok. Evlat hasretinin yüzyılı yok. Hepsi şu anda oluyor. İnsanlığın bütün acıları aynı anda yaşanıyor. Ruhumun en derin yerinde, yüreğimin ta içinde duyumsuyorum. Tepeden tırnağa kadar sarsılıyorum.    


Sahnede bu denli devleşen, böylesine 'Nazım' olan, böyle titreyen, kendinden geçen, işini aşkla, şevkle, mutlulukla yapan, güzel insan Genco Erkal.. Daha nice sahnelerde, nice ışıklar altında parlayasın. İyi ki varsın.



2015in ilk yarısı



Bu yılın ilk yarısı neredeyse geçmişken, dönüp bakmak istedim neler oldu diye bu zamanda. Doktoramı bitirmiş olmanın dinginliğiyle geçen bir kış mevsiminde güzel romanlar okudum, okumaya doydum. Çocuklarım arada hasta oldular, uykusuz geceler geçirdim ama büyüyorlar işte, büyüyorlar hızla..

Kıştan sonra gelen baharla çok güzel bir değişim ve dönüşüm süreci geçirdim. Kendimi daha çok dinlemeye, gün içinde dünyanın gailesinden ayrı, korunmuş bir zaman yaratmaya çalıştım, özen gösterdim. Yogayı ve meditasyonu her gün yaptığım, yapmazsam rahatsız olduğum bir hayat alışkanlığı haline getirdim. Ruhum ve bedenim, uzun zamandır hissetmediğim kadar hayat, sevgi ve enerji dolu şimdi.

Hayatımın geri kalanında devam ettireceğim bir siyah-beyaz portre projesine başladım. Fotoğraf yine hayatımda eski önemini kazandı.

Bütün hayatım boyunca yapmayı istediğim bir şeyi yapıp 8 haftalık bir Yaratıcı Yazma Atölyesi dersine yazıldım. İngilizce olarak kurgusal hikayeler, anı ve şiir yazmaya, yazdıklarımı internetteki edebiyat dergilerine göndermeye başladım. Yazmak hayatımı anlamlandıran en büyük eylemlerden olduğu için bunu serbestçe (ve iki dilde birden) yapabilmek beni çok mutlu ediyor.

Eski aşkım olan şiire geri döndüm. Müthiş bir şair olan Mary Oliver'la tanıştım, ve kelimeleri kullanış biçimine aşık oldum. Tekrar şiir okumaya ve yazmaya başlamak ruhuma çok iyi geldi. Kelimelerin tasarruflu kullanıldığı, bazen bir cümleyle yüz anlam aktarabilen şiiri ne kadar çok sevdiğimi anımsadım. Bazen bir sayfalık bir şiirin, bize yüzlerce sayfalık bir romandan daha fazla şey anlatabilmesini çok seviyorum.

Bir süreliğine Facebook hesabımı kapattım. Bilgisayar başında daha az vakit geçirmeye başladım. Çatıya çıkıp güzel gün batımlarını ve bulutları doya doya, uzun uzun izledim, çocuklarıma sarıldım, saçlarını kokladım, çiçekleri suladım, çiçekleri kokladım, ayaklarımı gölün sularına soktum, martıları izledim, güzel müzikler dinledim, şarkı gibi şiirler okudum, mandala boyama kitapları alıp uzun uzun, acelem olmadan kuru kalemlerle boyadım, oturup sakince meditasyon yaptım, sahil kenarında mis gibi yosun kokusunu içime çekerek yoga yaptım, manolya ağaçlarına tutuldum, hıdrellezde gül dalına dileğimi astım, mis kokulu kahveler içtim, yanında siyah çikolata yedim çokça, bol bol fotoğraf çektim, dünyayı kelimelerim ve fotoğraflarımla anlatmaya çalıştım.

Şükürler olsun.

Bu yılın ikinci yarısı da en az ilki kadar verimli, üretken, sakin, huzurlu ve dingin geçsin.

Sevgi ve ışıkla.




Saturday, May 23, 2015

Kafamda bir Tuhaflık



Orhan Pamuk'un bütün kitaplarını (romanların yanısıra anıları ve edebiyat eleştirilerini de) okumuş biri olarak, diyorum ki, olmamış. Olmamış çünkü Pamuk'un kendi sesi, bariz bir şekilde karakterlerin diyalog ya da iç düşüncelerinde arada göze batıyor, sırıtıyor. Mesela Vediha gibi bir sosyoekonomik tabakadan gelen bir kadın, 'Araba Boğaz Köprüsü'nün yanına öylesine yanaştı ki, aşağıdaki Rus gemilerinin üzerine düşeceğim sandım' gibi bir cümle kurmaz, kuramaz. (Gemilerin Rus gemisi olduğunu nereden bilecek?) Onun düşüncelerinde duyduğumuz direk Orhan Pamuk'un iç sesidir. İşte bu yüzden romandaki çoğu karakter derinleşemeden, gerçekçi veya elle tutulur bir hal alamadan bize tanıtılıp öylece bırakılmış. Fazla düşünülmüş, ancak buna rağmen gerçekçilik kazanamamış, inandırıcılığı olmayan, 'ben bir roman karakteriyim' diye bağıran bir çok karakter. Pek akıcı olmayan bir roman. 

Gidip kara kitap'ı ve cevdet bey ve oğulları'nı tekrar okuyayım iyisi mi. Masumiyet müzesi gibi bu kitap da büyük bir hayalkırıklığı oldu. Bunu çok üzülerek söylüyorum ki sanırım Pamuk'un romancılığında bundan sonrası artık yokuş aşağı.



Gift from the Sea - Anne Morrow Lindbergh




'Kadınların, kendi özlerini bulmak için yalnızlığa ihtiyaçları vardır.' - Anne Morrow Lindbergh


Balayımız için gittiğimiz güzel Maui adasında, 1902-74 yılları arasında yaşamış Amerikalı bir pilot olan Charles Lindbergh'un mezarı vardı. Hayatının son yıllarında bu adayı kendine mekan seçmiş bu ünlü pilotun, kendisi de pilot ve yazar olan bir eşi varmış meğerse. Anne Morrow Lindbergh (1906-2001) de hayatının son yıllarını bu muhteşem güzellikteki adada geçirmiş. Bu kitabı ise hayatının daha erken bir döneminde, biraz yalnız kalmak ve kendini dinlemek için gittiği bir yaz tatilinde, deniz kıyısında yazmış.

Kitap su gibi akan, bir oturuşta okunan, hayat üzerine enfes düşüncelerden, öğüt, tavsiye ve mesellerden oluşan bir denemeler bütünü. Anne Lindbergh eline aldığı her bir deniz kabuğunu, bir kadının yaşamındaki değişik bir evreye benzetmiş. Kitabın her bölümü bir kadının hayatındaki ayrı bir evreden oluşuyor. Bir kadının hayat içinde geçirdiği değişimleri, arada bir yalnız kalma ihtiyacını, ilişkilerini, evlilik hayatını, annelik rolünü..ve hayata dair herşeyi müthiş güzel, akıcı, açık bir dille anlatmış yazar. Tadı damağımda kaldı. Yaşamımda yer alan ve değer verdiğim her kadının okumasını isteyeceğim bir klasik olarak hayatımda yerini aldı bu kitap.










Zeytindağı - Falih Rıfkı Atay





“Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs'süz, Şam'sız, Lübnan'sız, Beyrut'suz ve Halep'siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.

Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:
- Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor. 
Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi!


- Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu'da çalışmaktır.
Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz, istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:

- Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:
- Bu tarafa gitmişti, diyor. 
O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı? 
Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi?


 Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın:
- Ahmed'imi gördün mü?
Hayır... Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü. Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü.


Şimdi Anadolu'ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu'dan utanır gibi, hepsi İstanbul'a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor.


Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.


Ahmed'i ne için harcadığımızı 
bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!” 

― Falih Rıfkı AtayZeytindağı

İnsanı bildiğini düşündüğü bir tarihi dönemi tekrar gözden geçirmeye iten, 1. Dünya Savaşı ve sonuçları, Osmanlı'nın Arap cepheleri ile ve yaşanılan acılarla ilgili çok daha fazla düşünmeye sevkeden, sarsıcı bir kitap. Uzun zamandır tarihi konu alan ve beni böylesine etkileyen bir roman okumamıştım. Kısa ve çok sürükleyici oluşu, insanın içine işleyişiyle bu romanı çok sevdim. Yüreğimi sızlatan bu romanı okuyunca, savaşın ne denli anlamsız, insan hayatının ne kadar ucuz olduğunu düşündüm çokça. Milyonlarca hayatın filler güreşirken ezilen çimenler gibi arada nasıl harcandığı, heba edildiği, acıların dağlara taşlara sığmadığı o savaş yıllarını düşündüm.

Gözümden bir kaç damla yaş aktı. Geri gelir mi bir daha Ahmet'ler?




Paulo Coelho - Hac


Paulo Coelho'nun 'Simyacı'sını, 'Piedra Irmağı'nın kıyısında oturdum, ağladım' kitaplarını herkes gibi Türkiye'de ilkgençliğimde okumuş ve beğenmiştim. Ancak İspanya'da bir keşişin hac macerasını anlatan bu roman Simyacı'ya hazırlık gibi yazılmış ve ondaki neredeyse bütün fikirleri içeren, insanı çok şaşırtmayan, çok yeni bir şey öğretmeyen bir kitap. Beni çok da içine çekemedi, başladığım için bitirmiş olmak için okudum. Hoş bir kaç düşünce yok değildi içinde, ama genelinde vasat bir kitaptı.

Sunday, May 17, 2015

Milan Kundera - Yavaşlık


'The degree of slowness is directionally proportional to the intensity of memory. The degree of speed is directionally proportional to the intensity of forgetting.' - Milan Kundera - Slowness


Okuduğum ilk Kundera romanı oldu, çok akıcı bulduğumu söyleyemeyeceğim, ancak içinde altı çizilmeye değer bir kaç fikir de yok değildi. Romanın yapısı gereği yazar daldan dala atlayarak çok dağınık bir kurgu kullanmış. 'Varolmanın dayanılmaz hafifliği'nin aksine, bu romanını Çekçe değil Fransızca olarak yazmış. Bu da sanırım romanın yapısını etkilemiş. Yavaşlık ve hafıza arasında, hız ile unutma arasında kurulan bağlar dikkat çekici ve çok ilginçti. Yine de romanın içine tam anlamıyla giremedim ve kendimi kaptıramadım maalesef.