Thursday, September 27, 2012

'Başarı' nedir?


Herkes farklı tanımlar..

En yüksek maaşı alıyor olmak mıdır başarı? En güzel evde yaşıyor olmak? Son model araba kullanıyor olmak ya da bankada çok parası olmak? Akademideyseniz eğer, çok makale yayınlamış olmak ya da konferanslarda çok sunum yapmış olmak mıdır? Nasıl tanımlarız 'başarı'yı, neye göre, kime göre tanımlanır başarılı olduğumuz? Kimlerin kriterlerini kullanırız kendi başarımızı tanımlamada?




Bence başarı, bir kişinin, on kişinin, yüz kişinin, on bin kişinin hayatına dokunabilmektir. Sazının tek bir teliyle onbinlerce insanın yüreğinin içindeki o en derin noktayı titretebilmek, gözlerinden yaşlar akıtabilmektir. Yaşamı ne gibi zorluklar içinde geçmiş olursa olsun, o zorluklardan bir güzellik çıkarabilmek, bunu başka insanlarla paylaşabilmek ve onların da duygularına tercüman olabilmektir.

Hikayesi bittiğinde, ölüm meleği gelip gülümsediğinde, böyle uğurlanabilmektir bu alemden öteki aleme.


İnsan böyle bir hayat yaşadıysa eğer, huzur içinde kapayabilir gözlerini. Onbinlerce insanın yüreğine dokunduğunu bilerek..Başarı budur.






Friday, September 21, 2012

Bal - Semih Kaplanoğlu







Doğanın 'sessiz olmayan sessizliği' ve Çamlıhemşin'in insanı sarhoş eden yeşil, muhteşem görüntülerinin içimize işlemesi.. 'Yumurta' ile başlayan 'Yusuf üçlemesi'ne enfes bir kapanış. Doğanın saflığı, bozulmamışlığı, çiğ ve ilkel gücü, insan ruhunu sarmalaması.. Çocukluğun silgi kokulu, tebeşir kokulu sıraları ve kurşun kalemleri.. Okul sahnelerinde hissetiğim Nuri Bilge Ceylan- Kasaba filmi etkisi. Suyun yansımasında farkettiğim Tarkovsky etkisi. Herşeyiyle hem sofistike, hem de inanılmaz yalın olmayı başarmış, enfes bir film. Semih Kaplanoğlu'nun Yusuf üçlemesi bence Türk sinemasında bir mihenk taşı olacak, bundan seneler sonra geriye baktığımızda diğer filmler arasında bir mücevher gibi parlayacak.



 

Friday, September 14, 2012

Bizim büyük çaresizliğimiz







Ne kadar içten, sıcak, tatlı bir film.. Ankara'yı pek sevmeyen benim için bile görüntüleriyle bu şehri cazibeli kıldı. Diyaloglar çok samimi, film de çok güzel bir 'yaşam kesiti' olmuş. Sade, olduğu gibi, hiç abartısız, içten, 'biz'den..

Chicago'nun göbeğinde Gene Siskel Film Center'da izleyebilmek de ayrı bir keyif oldu.. Bir kaç arkadaşımla birlikte aylardır her hafta toplantısını yaptığımız, gerçekleşmesi için uğraştığımız (ve sonunda başardığımız!) ilk Chicago Türk Film Festivali kapsamında gösterildi bu güzel film de.. Çok yetenekli, genç yönetmeni Seyfi Teoman'ın daha 35 yaşında elim bir kazada ölmesi ne kadar acı..Türkiye için ne büyük bir kayıp..

Huzur içinde yat Seyfi Teoman.. Belki de gökyüzünde bir yerlerden, yönettiğin filmin dünyanın diğer ucunda A.B.D'de büyük bir şehrin göbeğindeki sinemayı doldurabilmiş olmasını keyifle izliyor, gülümsüyorsundur.. Kimbilir?




Monday, September 10, 2012

Sosyal medyadan tiksindiğim an


Ne zamandır kafamda böyle bir yazı yazma fikri vardı aslında ama Olmadık İşler Peşinde'nin şu enfes yazısı sonunda gerek ilhamı verdi!

Öncelikle yazmalıyım ki bu yazıda bahsettiğim şeylerin çoğunda ben de (çoğu yaşıtım gibi) suçluyum. Ben de bu çarkın içine girmiş, paylaşımlar, ego okşayan 'layk'lar ve renkli yaşamlar arasında kaybolmuşum..

Birden...durdum. Durdum ve düşündüm.

İnsanların en özel duygularının dünyaya ilan edildiği bir devirdeyiz gerçekten. Şimdiye kadar en yakınımızdakilerden başkalarının bilmediği şeyleri, bir anda 700 kişiyle birden paylaşıyoruz. Facebook, Instagram, Twitter, Pinterest...vb. gibi oluşumlar sayesinde her aklımızdan geçeni, her yaptığımızı paylaşmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Her yediğimizi, her okuduğumuzu, her içtiğimizi, her gittiğimiz konseri....vs...vs. 'Instagram'da yazın sahilde yatmış ayağını uzatmış kitap okuyan fotoğrafını koymayanı dövüyorlarmış' diye dalga geçiyordum geçenlerde :)

Karı kocaların (aynı evin içinde) facebook üzerinden birbirine ilan-ı aşk ettiği bir devirdeyiz. Yeni doğmuş bebeğimizin fotoğrafını koyuyoruz, evlendiğimiz günün, çıktığımız tatillerin, gezdiğimiz yerlerin.. Bunların hepsini yaparken, herkesin bilinçaltında aslında aynı düşünce yatıyor: 'Bakın bana, (büyük harflerle) ne kadar da MUTLUYUM! Ne kadar mükemmel bir evliliğim, eğlenceli bir yaşamım var, ne çok yer geziyorum, kocama ne kadar da aşığım, ne güzel çocuklarım var, ne kadar sevdiğim bir işim, arkadaşlarım, hayatım var...' Aslında içinde kimbilir ne dertleri olan insanların, hayatlarının zahiri (açıkta) olan yanını görüyoruz sadece.. Batın (gerçek olan, içeride kalan öz) gizli kalıyor. Kimseyi derinden tanıyamıyoruz.

Aslında bunun güzel bir yanı var tabii ki. Yeni müzikler, yeni kitaplar, yeni arkadaşlıklar keşfediyoruz bazen bu sayede. Yeni yerler görüyor, başka insanlardan ilham alıyoruz. Özellikle de mesleksel açıdan zor zamanlarda (doktora tezi yazarken mesela gibi) bizimle aynı yoldan geçen insanlardan motivasyon alıyor, onların desteğiyle kendimizi çok daha iyi hissediyor, yanlız olmadığımızı anlıyoruz.

Ancak..

Farkettim ki:

Birisi yeni doğmuş bebeğinin fotoğrafını koyduğunda, hiç bir zaman çocuğu olamayacak bir arkadaşı, o fotoğrafa gözyaşlarıyla bakıyor olabilir.

Birisi mutlu mutlu gülümseyen gelinlikli fotoğrafını koyduğunda, evlenmeyi çok isteyen ama doğru insana henüz rastlayamamış olan bir arkadaşının içi acı acı burkulabilir.

Başka birisi dünyanın değişik şehirlerinden gezi fotoğrafları koyduğunda, (normalde sadece kendi albümünde kalacak olan) bu fotoğraflara bakan arkadaşı, keşke param ya da zamanım olsa da böyle gezebilsem, ne kadar sıkıcı bir hayatım var diye üzülebilir..

Kısacası biz mutluluğumuzu dünyaya ilan etmek isterken, istemesek de başka insanların mutsuzlukları, ikiye, üçe, beşe katlanabilir. Tabii facebook olmasa da olabilir bunlar, ama facebook insanların hayatını sadece bir yönüyle (mutlu, eğlenceli anlar) dışarıya açıp, başka insanlarda feci yanılsamalara yol açıyor..

Arkadaşım, eskiden olsa sadece bir çocuğum olduğu haberini alacaktı. Ama şimdi, kendi bilgisayarında çocuğuma sevgiyle bakan fotoğrafımı görüyor. Aradaki farkı, bilmem anlatabildim mi.. Ben birden, mutluluğumu başkasının gözünün içine soka soka yaşıyor oluyorum.  

Sosyal medyanın işte böyle iğrenç bir yönü de var. Bunu farkettiğim anda her türlü sosyal medya oluşumundan adeta tiksindim. Instagram hesabımı sildim, (Twitter ve Pinterest'e zaten hiç bulaşmadım). Ailemin, çocuğumun fotoğraflarını mümkün olduğunca facebook'tan kaldırdım. Sadece mesleksel paylaşımlar yapmaya başladım. Bir de Chicago'daki etkinliklere, düzenlediğimiz festivallere insan çekmek için reklam gibi olan paylaşımlar. Çünkü sanki yüzlerce insan benim özelime çok fazla girmiş gibi kendimi adeta çıplak ve savunmasız hissettim. Hala kendimi soyutlayabilmeyi tamamen başarmış değilim, çünkü bu sosyal medya denen meret bir bataklık gibi, bazen çırpındıkça daha çok batıyorsunuz. Ama elimden geleni yapıyorum. Her türlü bağımlılık gibi, gittikçe azaltarak kesmeyi umuyorum bu alışkanlıkları da.

Bazen herkesin mutluluğunun ya da mutsuzluğunun kendine olduğu, çok daha basit yaşamlar yaşadığımız eskilere geri dönmek istiyorum.

 


Friday, September 7, 2012

Bu gece






19. yüzyıl Rusya'sına gidiyoruz a dostlar.. Bir bardak çay eşliğinde.

Yavaş yavaş, tadına vara vara, zevkle, keyifle okuyorum. Okudukça daha da çok hayran kalıyorum Tolstoy'un insan ruhunu nasıl derinden tanıyabilmiş olduğuna. İnsan ruhunun dehlizlerini, karanlık gölgelerini, binlerce değişik tondan oluşan renk yelpazesini, ihtiraslarını, hırslarını...Nasıl böylesine iyi tanımış ve anlatmış yazar? Hayran kalmamak elde değil.

Okumak bir tutkudur! Çay bardağımı şerefinize kaldırıyorum :)