Sunday, July 27, 2008

Ülkemde neler oluyor?



Binlerce kilometre uzaktan, okyanuslar ötesinden gittikçe artan bir endişe ve huzursuzlukla izliyorum ülkemde olan bitenleri.
İçimde bir sıkıntı..
Ölenler, yaralananlar, patlamalar, çatışmalar..

'Ne zaman akıllanacağız acaba?' diye düşünüyorum kendi kendime.
Biz, yani insan ırkı.
Acaba akıllanacak mıyız?
Anlayabilecek miyiz, dünya üzerinde birbirini ihtiyaç dışı sebeplerden öldüren tek canlılar olduğumuzu?
Buna bir 'dur' demenin gerektiğini..
Masum insanlar, çocuklar, bebekler, siviller ölürken aslında birbirimize en büyük zararı kendimizin verdiğini.

İnsanın insana yaptığını yapıyor mu başka bir canlı, diğer bir canlıya?

1999 yapımı muhteşem 'The Matrix' filminde bir bilgisayar programı olan Ajan Smith, Morpheus'a tiksintiyle bakarak şu sözleri söylemişti yüzüne, tükürür gibi:

'Siz, insanlar, bu gezegenin hastalığısınız.'

Gerçekten öyle mi acaba? Bu gezegenin kanseri miyiz biz? Böyle olduğuna inanmak istemesem de her gün televizyonda, gazetede, radyoda gördüklerim, duyduklarım bu tezi doğruluyor. Birbirimizi öldürmekten, vahşetten, ölümden ve yıkımdan vazgeçemiyoruz bir türlü.

Bugün çok karamsarım.

Ülkemden çok uzakta, elimden hiç bir şey gelmeden, boğazımda bir yumruyla izliyorum olanları.

'Hepimiz için her şey daha iyi olacak' demek istiyor, diyemiyorum..


Friday, July 25, 2008

Millenium Park konserleri




Chicago'nun en çok sevdiğim özelliği kışın ne kadar soğuk ve donuksa yazın da bir o kadar canlı ve eğlenceli olması. Yazın Chicago'da neredeyse her gün bir etkinlik oluyor ve çoğu da bedava. Millenium Park'taki Jay Pritzker Pavilllion'da yer alan konserler de biz Chicago'lulara bahşedilen bir nimet gibi adeta. Ünlü mimar Frank Gehry'nin tasarladığı
böylesine güzel bir sahne ve ses sistemiyle, böylesine güzel bir şehir arka plandayken (ve hiç para vermeden) canlı müzik dinleyebilmek gerçekten çok büyük bir lütuf. Bu yaz da geçen yaz gibi bu nimetlerden bol bol yararlanmaya çalışıyoruz elimizden geldiğince.

Bu yaz ilk gittiğimiz konser Beethoven'ın en sevdiğim senfonisi olan 7. senfoniydi. Gerçekten muhteşemdi. Bizim de dahil olduğumuz Millenium Park'ta bu zamana kadar gördüğüm en büyük kalabalık, derin bir huşu içinde Beethoven'ın ilahi müziğini dinledik.

18. yüzyılın müziği, 21. yüzyılın metal ve cam harikası gökdelenlerinde yankılanırken, 'Müzik böyle bir şey işte' diye düşündüm. Orada bulunan binlerce insanı bir araya getiriyor bu ilahi müzik, ve bu insanlardan herbirini aynı notaların harmonisinde mutlu ediyor. Evrenselliği ve ölümsüzlüğü yakalamanın en güzel yollarından biri belki de müzik.. İnsanın şimdiye kadar yarattığı en mükemmel dil, en keyif verici sesler bütünü. Çünkü bir Çinli de, bir Norveçli de, bir Rus da, bir Amerikalı da, bir Türk de o müziği dinleyince aynı şeyleri hissedebiliyor.

Dün akşam ise Chicago'nun zengin caz kültürünü yansıtan konserler bütününden biri olan
'Made in Chicago: 50 Years of Bossa Nova Featuring Paulhino Garcia's Orquestra Brazzilli' konserine gittik. Ben sadece bir caz konseri olacağını düşünürken öğrendim ki Bossa Nova adında özel bir caz türünün tarihini anlatan bir konsermiş bu. Caz ve sambayı birbirine katıp eklektik bir karışım oluşturan bu sıcak müzik, Brezilya'nın dünyaya bir armağanıymış. Konserde Bossa Nova'nın kurucularının çoğunun besteleri çalındı: Antonio Carlos Jobim, Stan Getz ve Joao Gilberto gibi.

Yeni müzik türleri keşfetmeyi ve müzik anlayışımı genişletmeyi çok seviyorum gerçekten.
Bossa Nova'yı da gerçekten sevdim, bundan sonra daha da çok dinlemeye çalışacağım. Çok sıcak ve güneyden geldiği her halinden belli olan bir müzik. Sanırım bu müziğin bir kokusu olsaydı muz, hindistan cevizi ve vanilya karışımı gibi kokardı :)

İlgilenenler için güzel bir Bossa Nova şarkısı da gelsin. Joao Gilberto ve Stan Getz'den bir klasik: The Girl from Ipanema.

The Girl from Ipanema - João Gilberto/Stan Getz


Bol güneşli, müzikli, hindistan cevizli günler :)


Wednesday, July 23, 2008

Bugünlerde



Ders vermeye gidiyorum. Keyifle yürüyorum okula.
Öğrencilerimle çok eğlenceli sohbetler yapıyoruz. Sevimli Türkçeleri sayesinde ders kahkahalarla geçiyor.
Yemekler yapıyorum, arada yulaflı kurabiyeler, havuçlu kekler pişiriyorum fırında.
Kitap okuyorum.
Evimizi temizliyoruz arada.
Yazı yazıyorum.
Güzel filmler izliyoruz. Türk kahvesi yapıyoruz bazen.
Albümlerimize bakıyoruz. Güzel müzikler dinliyoruz.


Elimde ince belli bir çay bardağı, Radiohead - In Rainbows dinliyorum şimdi de. Huzurluyum.


Monday, July 21, 2008

Güzel bir macera


Geçtiğimiz haftasonu ilk kez ata bindim!

Çok küçükken, sadece bir kez bir kaç dakikalığına binmeyi saymazsak bugüne kadar hiç denememiştim bunu. Yerden o kadar yükselerek sürekli hareket eden, canlı bir varlığın sırtında durmak pek de kolay gelmiyordu gözüme.

Wisconsin Dells'de yer alan Red Ridge Ranch adındaki bir at çiftliğine gittik. Atlarımızla Jess adındaki rehberimiz eşliğinde bir saatlik bir gezi yaptık. Benimki kocaman ve kahverengi, güzel gözlü 'Mister' adında bir attı. Önce ona elimle küçük kahverengi küplerden oluşan yiyeceklerini (treat) yedirdim. O kadar güzel, kibar ve asil hayvanlar ki atlar, hemen yakınlık kuruyorsunuz. Eğer avucunuzun ortasına koyarsanız yiyeceği, ve avucunuzu düz bir şekilde açıp ağzına yaklaştırırsanız, kibarca diliyle ya da dudaklarıyla alıp yiyor. Size minnettar kalıyor ve sizi tanıyor da aynı zamanda.

Daha sonra ahşap bir platformun yardımıyla atlarımıza bindik. Orada çalışanlar bize atın koşumlarını nasıl tutmamız gerektiğini, ne tarafa çekersek duracağını ya da döneceğini gösterdiler. Eğer iki topuğunuzla yandan vurursanız hızlanıyor, gemini sertçe çekerseniz duruyor. Gerçekten çok uslu ve eğitimliydi atlarımız. Sadece bazen otların yanından geçerken yemeye yelteniyorlardı (özellikle benimki!). Rehberimizin dediğine göre yemelerine izin vermemeli ve başlarını geri çekmeliydik. Atım o kadar kibar ve tatlıydı ki ne yandan topuklarımla vurmaya, ne de gemini çok sert çekmeye gönlüm elvermedi :)

Bir on dakika sonra atımı yöneltmeye, kontrol etmeye alışıp bu gezinin keyfini çıkarmaya başladım. Ata binmek gerçekten de çok keyifli bir şeymiş! Hiç arabaya ya da bisiklete binmeye benzemiyor. Çünkü bindiğiniz şey bir canlı, ve doğanın kucağındasınız. Bu yüzden böyle hareket etmek çok daha doğal ve güzel geliyor. Türkler olarak Orta Asya'dan beri kanımızda olan bir şey üstelik ata binmek!

Güzel bir derenin ve ova gibi bir yerin yanından, ormanın içindeki patikalardan geçtik. Bu bölgede kısa süre önce çok yağmur yağmış olduğundan bazı patikalar çamurluydu. Ama atlarımız hiç mırın kırın etmeden oraların da en kuru yerlerinden bizi geçirdiler. At yokuş yukarı çıkarken hafif öne, yokuş aşağı inerken hafif arkaya yatmak gerekiyormuş. Bir saat boyunca böyle gittik. Bu arada en önde, rehberin hemen arkasında olduğumdan onunla bol bol konuşma imkanı da buldum. Jess 19 yaşındaymış ve kendini bildi bileli atlarla uğraşıyormuş. Bundan çok mutlu olduğunu da söyledi. 'İlk defa ata ne zaman bindin?' soruma '6 aylıkken' cevabını verdi Jess! Küçüklüğünden beri biniyor ve çok seviyormuş atları.

Jess'le konuşurken anladım ki özellikle hareket bilgisi gerektiren herşeyi çok küçükken ya da çocukken öğrenmek gerekiyor. Sonradan çok daha zor oluyor öğrenmemiz. Mesela kayak yapmak, ata binmek, buz pateniyle kaymak, yüzmek, rollerblade yapmak, bisiklete binmek...vb gibi aktiviteleri bir çocuk ne kadar erken öğrenirse o kadar hızlı ve güzel öğreniyor. Sonradan da rahat ediyor. Bir kez öğrendiniz mi bir daha unutmuyorsunuz çünkü bu becerileri. Bu yüzden kendime söz verdim, bir gün çocuğum olursa ona küçükken bu gibi aktiviteleri öğrenme fırsatı sunacağım.


Ata binmek gerçekten de çok keyifliydi, çok mutlu etti hepimizi. Umarım ileride tekrar yapabilme ve becerilerimi ilerletme fırsatını bulurum!

Wednesday, July 16, 2008

Mutlu bir gelin olmanın sırları!


Hayatımın en önemli günlerinden biri 2 hafta önceydi. Bu güne gelene kadar her gelin gibi tabii ki benim de kafamda olası sorunlar konusunda bazı endişeler vardı. Ama o gün gelip çattığında herşey çok şükür hiç sorunsuz, pürüzsüz, mükemmel bir şekilde geçti. Allah'a çok şükür, hayatımın bu önemli gününü çok mutlu geçirdim. Ve bir gelin olmaktan öğrendiklerimi bu yolun henüz başında olanlarla paylaşmak istedim!


Mutlu bir gelin olmak istiyorsanız eğer:

1- Toplumun size bir gelin olarak empoze ettiği her türlü imajı, görünümü, davranışı yok sayın. Bu başkalarının değil, sizin gününüz. Nasıl görünmeniz gerektiğine de sadece siz karar vermelisiniz.

2- Bir gelin olmayı ancak 50li yaşlara yakışacak devasa ve abartı topuzlarla ve ille de straples elbiselerle özdeşleştirmeyin. İsterseniz bunları da giyebilirsiniz tabii ama herkes öyle giydiği için değil, gerçekten siz öyle istediğiniz için giyin. Normların dışına çıkabilmeli, kendi stilinizi yaratabilmeli, canınız istediği gibi giyinebilmelisiniz.

3- Gelinlikte 'bu senenin modası' diye bir şey yoktur, olmamalıdır. İçinde kendinizi en rahat hissettiğiniz ve vücut tipinize en çok yakışan gelinlik, en doğru gelinliktir. Sadece o senenin modası diye sonradan pişman olacağınız bir şeyi (hem de üstüne binlerce dolar para vererek) satın almayın. Gelinlik fotoğraflarınıza siz ve bütün akrabalarınız dahil onlarca, belki yüzlerce kişi yıllarca bakacak, bunu da unutmayın.

4- Düğün gününüz kusursuz, pembe bir peri masalı, ya da hayatınızda en güzel görünmek zorunda olduğunuz gün değil, ona bu misyonu yüklemeyin. Hayal kırıklığına uğrarsınız. Sadece sizin için çok mutluluk verici bir olayın gerçekleştiği, (aynı zamanda epeyi de yorulacağınız:) güzel bir gün olduğunu düşünün yeter.

5- En önemli tavsiyelerden biri: STRES YAPMAYIN. ENDİŞELENMEYİN. Herşey yolunda gidecek, merak etmeyin. Sadece kendini değil, etrafındakileri de bu mutlu gününde huzursuz eden, paylayan, sürekli azarlayan gelinler var. BU HATAYA DÜŞMEYİN. Kendi kişisel tecrübelerimden biliyorum ki siz ne kadar rahat ve stressiz olursanız herşey de o kadar yolunda gidiyor. Etrafınıza pozitif bir enerji saçarsanız aynı enerji huzur ve mutluluk olarak size geri dönüyor.

6- Mümkünse düğün gününden önce herkesin o günkü görevinin ne olduğunun üzerinden son bir kez daha geçin. İnsanlardan bir şey rica etmeye çekinmeyin. Sizin bu mutlu gününüzde emin olun seve seve yardım edeceklerdir, ellerinden geleni yapacaklardır. Her şeyi kendi başınıza yapmaya çalışmayın. Hem kendinizi, hem çevrenizdekileri mutsuz edersiniz.

7- Eğer gelin arabanız olacaksa şoförlüğünü sakın aileden birine ya da yakın bir akrabanıza, hele hele de çok genç sürücülere kesinlikle vermeyin! Gelin arabasını kullanmak çok büyük soğukkanlılık, sürücülükte tecrübe, ani durumlara karşı doğru karar verebilme yeteneği ve sağlam sinirler gerektirir. Eşimin o gün aldığı en doğru kararlardan biri, bu işi profesyonel şoförlük yapan birisine vermesi oldu. Bu işin parasından çekinmeyin, sonradan pişman olmaktansa önceden böylece önleminizi alın. İnanın bana o gün en doğru yere harcadığınız para o olacak.

8- Herşeyden önemlisi, bütün diğer tavsiyelerin en üstünde yer alması gereken tavsiye ise: GÜLÜMSEYİN. Bugün sizin çok mutlu bir gününüz, ve mutluluğunuzu dışarı yansıtmanın en güzel yolu bu. Unutmayın ki bir gelini en çok güzelleştiren şey ne makyajı, ne saçı, ne takılarıdır. Bir gelin en çok gülümseyince güzelleşir. (Aslında herkes için böyle değil midir bu?) Dünyanın en güzel, en pahalı gelinliğini giymiş, en şahane takılarını takmış bir gelin bile eğer somurtuyorsa güzel değildir. Stres dolu olsanız bile bir an için derin bir nefes alıp kendinizi rahat bırakın ve gülümseyin. Hemen on kat daha iyi hissettiğinizi göreceksiniz!

Gülümseyin ve bu güzel günün tadını çıkarın. Mutlu olun, hep mutlu kalın. Ne demişler, herşey başladığı gibi gider! :)


Ratatouille (2007)


Yine Pixar yapımı bir film, yine hayalkırıklığına uğramadım. İnsanın içini ısıtan, bol kahkaha attıran, çok şirin bir film. 'Fast food' kültürüne çok güzel bir eleştiri olmuş aynı zamanda. Film, yemek pişirme kültürü, güzel bir yemek pişirmenin ve lezzetli bir şeyler yaratmanın (ve yemenin!) verdiği zevk ve mutluluk üzerine kurulmuş. Animatörler aslında kulağa çok itici gelebilecek bir konuyu (mutfakta yemek pişiren bir fare!) çok ama çok sevimli bir hale getirmişler.

Filmi izleyince şu ana dek çok da fazla merak etmediğim ve fazla abartıldığını düşündüğüm Paris'e gitmek istedim ben de. Amerika gibi evde yemek pişirme kültürü yönünden kıt bir ülkede güzel, özenle hazırlanmış ve lezzetli yemeklere hasret kalıyor insan. Ayrıca filmi izledikten sonra mutfağa girip, güzel yemekler pişirmek ve insanlara sunmak istiyorsunuz. Gerek filmin etkisiyle, gerekse sağlıklı olması sebebiyle biz de uzun zamandır sadece ev yemekleri yapıyor ve yiyoruz. Yaşasın yemek pişirmek ve yemek! :)


Monday, July 14, 2008

Gerçeküstü bir sergi




Son bir kaç gündür kendi şehrimizde turistlik yapıyor ve daha önce görme fırsatını bulamadığımız bir çok yeri gezip görüyoruz. Dün de uzun zamandır gitmeyi istediğim bir sergiyi gezdik: Field Museum'daki Mythic Creatures (Efsanevi Yaratıklar) sergisini! Tahmin ettiğim gibi çok büyük bir keyif aldım, çünkü gerçeküstü olan ve hayalgücünün ürünü olan herşeye karşı inanılmaz bir ilgim var. Bu sergide dünyanın her yanındaki farklı kültürlerin efsanelerinde yer alan çoğu gerçeküstü yaratığa yer verilmiş. Yukarıda bir modeli bulunan kanatlı at 'Pegasus'tan Çin ejderhalarına, dev su ahtapotlarından deniz kızlarına, Japon su yaratığı 'Kappa'dan tek gözlü dev 'Kiklops'a kadar bir çok efsanevi mahluk gerek resimlerle, gerek yazılarla betimlenmiş. Çok sevdiğim tek boynuzlu atlara (unicorn) ve tabii ki gerçeküstü yaratıkların bence en muhteşemi olan Anka Kuşu'na da yer verilmiş. Efsanevi yaratıklar üç ayrı bölüme ayrılmış: Su, Hava ve Karada yaşayanlar.

Bu efsanelere ve insanların inanılmaz hayalgücünden çıkanlara hayran kaldım. Dünyanın her tarafında insanlar şehirlerden ve başka insanlardan uzaklaştıkça hayal edebilme güçleri de gelişmiş. Doğada olan, anlayamadıkları ve korktukları herşey onlar için gerçeküstü bir yaratığa dönüşmüş. Rüzgar, açık deniz, karanlık, fırtına, deprem...vs. gibi bütün güçlü doğa olaylarının sebebi böylece açıklanmış. Efsaneleri ve mitleri çok seven ve kitaplarında bol bol yer veren Yaşar Kemal'i de düşündüm sonra.. Ve bizim Anadolu'muzun da böyle efsaneler bakımından ne kadar zengin olduğunu. Anadolu insanının hayalgücü de çok sayıda masallar, efsaneler, gerçeküstü olaylar doğurmuş yıllar boyunca. Gelecekte bunları daha iyi araştırıp Anadolu efsaneleri hakkında daha çok okuyabilmeyi ve yazabilmeyi çok isterim. Çünkü bence bir kültürün hayalgücü ve masalları, onun gerçek kimliğinin, tarihinin ve evriminin
en iyi göstergelerinden biri.

Friday, July 11, 2008

Bir rüya mıydı?


Bir rüya mıydı?




Uçak Atlantik Okyanusunun üzerinde sakin sakin uçuyor. Arkada huzur veren bir motor sesi, ışıklar kapanmış, çoğu insan uykunun tatlı kollarında. Kulağımda Mercan Dede'nin güzel müziği, gözlerimi yumuyorum. Garip bir şekilde kendimi uçakta, karada bir arabanın içinde olduğundan çok daha fazla güvende hissediyorum. Gökyüzünde ya da açık denizde, karada olduğumdan daha huzurlu ve mutlu hissetmemin sebebi nedir acaba?

..............


İstanbul sokaklarında yürüyorum ve gecenin o güzel yaz kokusunu çekiyorum içime. Annem ve babam hemen arkamda. Fenerbahçe sahilindeyiz. Dalyan'a doğru yürüyoruz. Deniz kokusu, gece eğlencesi müzikleri, atılan havai fişeklerin gürültüsü dolduruyor geceyi. Etrafımızda yürüyen aileler.. Kayaların üzerine oturup esen yaz melteminin bizi hafifçe ürpertmesinden hoşlanıyoruz. Birbirimize daha bir sokuluyoruz.



.............




Boğaz'ın güzelliği, gecenin ılık nefesine karışıyor. Dünyaya saydam, kırmızı bir örtünün arkasından bakıyorum. Tek başıma oturuyorum sandalyede, kırmızı bir giysinin içinde. Kırmızı neşenin rengiyse neden hüzün de var içimde? Belki de büyümek bu, tam, saf, katıksız bir mutluluğu hissedememek.. Her zaman, yüzeyin hemen altında ortaya çıkmaya hazır o yemyeşil hüznün olması belki büyümek. Tek başımayım sanki, etrafımda onlarca kız ellerinde mumlarla dönerek hüzünlü şarkılar söylüyor. Biliyorum, annem ve anneannem yakınlarda bir yerde sessizce ağlıyor. Az sonra sevince ve coşkuya dönüşecek bu hüznü tutup, buruk bir meyveyi ısırır gibi saklıyorum içimde. Gözlerime yaşlar geliyor. Nedense bir türlü düşemiyorlar aşağı.

.......................


Baba evinde son gece.. İçimde garip duygular birbirine karışmış. Salonda koltuğun üzerine öylece yatmışım. Kalkmaya mecalim yok sanki. İçerinden, mutfaktan annemle babamın konuşmaları geliyor kulağıma, huzur veriyor bana orada olmaları. Yarın 'gelin' olacağım. Bu evden 'uçup gideceğim' başka bir deyişle. Ama ben zaten uçmuştum bu yuvadan, yıllar önce? Bu uçuş başka mı olacak anne diye sormak istiyorum onlara. Bir şey söyleyemiyor, susuyorum, karanlığa ve mutfaktan gelen ışığa dalıyor gözlerim..


.....................





Ellerimde bembeyaz güller, bembeyaz kıyafetimle bekliyorum, yüreğim bir kuş gibi, uçtu uçacak. Elimde onun eli. Birbirimize bakıyoruz. 'Zaman geldi' diyor birileri, o tanıdık ve güzel müzik başlıyor, Bittersweet symphony.. Kemanlar ve bütün yaylılar yükseliyor, yükseliyor, kreşendoya yaklaştığı zaman heyecanımız da en üst seviyede. Kapılar açılıyor ve bütün sevdiklerimizin, ailelerimizin olduğu o salona adım atıyoruz birlikte. Yüreğim o sırada sanırım çoktan uçup gitmiş bile, artık ne kadar hızlı attığını dahi hissedemiyorum. Müzik gittikçe yükselip daha da güzelleşirken bakıp el sallıyorum, gülümsüyorum onlara. Ve 'evet' diyoruz birlikte. Birlikte geçirilecek bir ömre evet, sevinçlere, gözyaşlarına, mutluluklara, hüzünlere evet.


..................


Bir rüya gibiydi.