Friday, November 21, 2014

Bazı sabahlar





Güneş parlar evin içine. Isıtıverir içimizi bir anda, dışarıda eksi 10 dereceyi bulan bir soğuk olsa da. Menekşeler gülümser saksıdan, kıkırdaşırlar. Kahve makinesinin huzur veren hışır hışır sesi, sonra da kahvenin o enfes, baştan çıkartıcı kokusu kaplar evi. Simsiyah kahvemden iki yudum alırım. Bir kaç cümle yazarım o ana dair. Mutlu olurum.



Tuesday, November 18, 2014

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez



Henüz Marquez okumamış olmanın utancıyla, artık yazarı vefat ettikten sonra mutlaka okumalıyım diye yazın elime aldım bu kitabı. Marquez, insanın elinden tutup masallar anlatarak büyülü bir diyara götüren bir dede gibi. Başlarda doğdurdan kitabın dünyasına dalıverdim, ancak sonradan sanırım hayatımda çok karmaşık, yoğun ve yorucu bir döneme denk geldiğinden olsa gerek, kitapla olan o samimi ilişkimi yitirdim. Okumam bir kaç aya dağılınca ve araya başka kitaplar girince, Macondo'dan ve Buendia ailesinden kopup onlara geri dönmek zorlaştı. En uzun sürede okuduğum kitap rekorunu Foucault Sarkacı ile paylamış oldu böylece. İngilizce tercümesinden okumuş olmakla ilgili olduğundan da şüpheleniyorum. Türkçesini okuyanlar çok daha fazla beğendiklerini söylüyorlar. Bense kendimi kitabın dünyasına geri döndürmek için müthiş zorladım nedense. Keşke İspanyolcasından okuyabilecek kadar iyi bilseydim İspanyolcayı diye de düşünmedim değil..

Bana Suudi yazar Abdulrahman Munif'in Cities of Salt (Tuz Şehirleri)ni anımsattı bu büyülü gerçekçilik akımı ve bir ailenin ve coğrafyanın nesiller boyunca anlatılması. Ama maalesef beni sandığım kadar çok derinden etkileyip sarsmadı. Belki başka Marquez kitapları okuyunca fikrim değişir, kimbilir?


Edip gecesi


'Biliyorsunuz ya bir ağrısı vardır gitmenin
Nereye, ama nereye olursa gitmenin
Hüzünle karışık bir ağrısı' 

Edip Cansever


Ne mi yapıyorum? Nefes alıp, nefes veriyorum. İçimde bir yükseltilmişlik hissi, midemde hüzünle karışık ağrı. Çay koyuyorum, içimdeki kuşlar bedenimin duvarlarına çarparken. Çayı yudumluyorum, içimdeki bulantı, midemden yükselirken. Çocuklarımın sarı tüylü başlarını okşuyorum. Pencereden giren günışığı kamaştırıyor gözlerimi, kısıyorum acıyla. İçimdeki rüzgarlar, ruhumun bütük kovuklarına, bütün kuytu köşelerine üflüyor soğuğu. Ürperiyorum. Günün saatleri, ağır bir gülle gibi sürükleniyor, bağlı ayakbileklerime. Ayaklarımın altındaki zemini hissediyorum. Üşüyorum. Nereye kadar yürür karanlıklar? Kaçımız sayar saatleri, ilerleyişini zamanın, kaçımız alır böylesine derin, acılı, masmavi nefesleri? Ne mi yapıyorum? Yaşıyorum, günleri içimde çakıltaşları gibi biriktirerek. Dolanıyorum odalarda, günbegün, duvarlar arasında, aynalardan kaçarak. Kısıyor gözlerimi, kış güneşinin puslu halesine dikiyorum gözbebeklerimi. Ağzımda sebebini bilmediğim o buruk zeytin tadı. 

Ne mi yapıyorum? Yaşıyorum. 

İçimde derin bir kuyu gibi, bilinmez bir karanlık. Gitmelerin gölgesi düşüyor yüreğimin üstüne. Gitmelerin, o hüzünle karışık ağrısı.

Çocuklarımın minik burunlarını öpüyorum. Kalkıp bir çay koyuyorum.

    
'Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan
Ve geçilmiyor ki benim
Duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan.'

- EC




Thursday, November 13, 2014

"Neden çocuk getirdin bu dünyaya?"


Diye soruyorlar. Sürekli. "Neden çocuk getirdin ki bu dünyaya, bu kötü dünyaya? Bu rezil, kahpe, pis, yalancı dünyaya?'

Neden? Neden, sahi?

Kendimi klonlamak için değil.
Yaşlılığımda bana bakacak birileri olsun (!) diye değil.
Sırf merak ettiğim için değil.
Ölümsüzleşmek istediğim için değil.
Soyumu ya da ırkımı devam ettirmek için değil.
Bebekleri aşırı sevdiğim, hamileliğe aşık olduğum için değil.
Hayatımı çocuklarıma adamak istediğim, sadece bir anne kimliğinde kendimi kaybetmek istediğim için değil.




Neden?

Çünkü kendi hayatımı bir kez daha, sil baştan, çocuklarım aracılığıyla yaşamak müthiş hoşuma gidiyor. Çocuklarım sayesinde kendi çocukluğumdan beni bile şaşırtan ayrıntıları hatırlıyor, geçmişin altın sarısı mahzeninde saklı duran o küçük kız çocuğunu geri çağırıyorum. Geçmişin koridorlarına dalıp, kendi çocukluğumu tekrar yaşıyorum. İnanılmaz bir mucize gibi.

Çünkü bu dünyaya çocuk getirmenin, bir insan yetiştirmenin, bu dünyaya şahit olmanın en büyük, en muhteşem yollarından biri olduğunu düşünüyorum. Karşılaştığım en zor, en yorucu, ama en sarhoş edici maceranın, kızım ve oğlumun gözlerine ilk baktığım anda başlayan o maceranın, insanoğlunun en iyi öğretmeni ve rehberi olduğunu düşünüyorum.

Çünkü çocuklarımla birlikte ben de büyüyorum, daha önce hiç olmadığı kadar. Gözlerimi daha kocaman açmasını öğreniyorum, hayatın detaylarına daha çok dikkat etmeyi, şaşırmayı öğreniyorum silbaştan, her şeyi ilk defa görüyormuşçasına, sonsuz sihirli bir masal dünyasında.

Çünkü, çocuklarıma yeterince sevgi verebilirsem, sevmeyi ve sevilmeyi öğretebilirsem onlara, onların bu dünyayı biraz daha güzel, parlak, ışıklı bir yer haline getirebileceğine inanıyorum. Çocuklarım bir kişinin bile yaşamını aydınlatabilirse gerçek anlamda, onları yetiştirmek için verdiğim sevgi ve emeğe değeceğini düşünüyorum.

Çünkü dünyanın en sarsıcı ve gerçek aynası, çocuklarımın gözlerinde saklı. Kendimi onların gözünden görmek, kendimle yaşadığım en korkunç ve müthiş yüzleşme.

Çünkü insan yüreğinin ne kadar büyüyebileceğini, büyürken dünyayı, kainatı ve bütün alemi içine alabileceğini, anne olmadan öğrenemezdim.

Monday, November 3, 2014

Ben Affleck haftası!






Evet, 10 gün içinde 2 adet Ben Affleck filmi izleyerek senelik, hatta 5 senelik Ben Affleck kotamı doldurmuş bulunmaktayım! Argo'yu ne zamandır istiyordum izlemek, Modern Ortadoğu tarihiyle ilgili herşey gibi bu filmi de tabii ki izlenilecekler listemde en başlara yerleştirmiştim. Filmin izleyicide yarattığı gerilim epeyi başarılı.. Ancak bu, İranlıları genelde kültürsüz ve vahşi olarak tanıttığı gerçeğini değiştirmiyor. Sırf bütün İranlıları kötü göstermemek adına oraya konmuş evin hizmetçisi rolündeki kızcağız da biraz sırıtıyordu açıkçası. İran rehine krizini ABDliler tarafından anlatan bir film olduğu açık. Oscar almasına hiç şaşmamalı bu yüzden.


Gone Girl, Ben Affleck'in başrolünde oynadığı, Gillian Flynn romanının film uyarlaması olan, başarılı bir gerilim filmi. Evlilik, ilişkiler, kadın ve erkek üzerine düşündürdükleriyle, oyunculukları ve senaryosuyla bence vasatın çok üstünde, başarılı bir yapım olmuş. Romanı okumadığım için uyarlama ne kadar aslına sadık, bilemiyorum. Ama kurgusuna ve özellikle de Nine Inch Nails'in dahisi Trent Reznor'ın bestelediği müziklerine hayran kaldım. Açıp youtube'dan filmin müziklerini defalarca dinledim. Romanını okur muyum bilmem ama filme 5 üzerinden 4 yıldız verdim.