Wednesday, November 29, 2006

Sabahın 5i, yorgunluk, kafein, uykusuzluk


Simsiyah kahve, sayfalar, sayfalar, sayfalar, notlar, yazılar, kalemler, KitKat çikolata, masa lambası, gece, karanlık, stres, klavye, referanslar, dipnotlar, paragraflar, kelimeler, tanımlar, argümanlar, girişler, gelişmeler, sonuçlar, kağıtlar, defterler, kitaplar, bitkinlik, bilgisayar ekranı, kafein fazlası, mide bulantısı, uykusuzluk, sayfalar, sayfalar, sayfalar.

Monday, November 27, 2006

Piyanonun beyaz kuşları




Uzun zamandır yazacağım, yazamıyorum, Fazıl Say 19 Kasım'da burada Chicago'da inanılmaz güzellikte bir konser verdi ve ben de bu konseri izleyen şanslı kalabalık arasındaydım. Chicago Senfoni Orkestrası'nın sahnesinde olan konsere giderken, tabii ki sanatında iyi olduğunu biliyordum Fazıl Say'ın ama gerçekten bu yüksek beklentilerimin bile çok üstünde bir performans sergiledi o. Konser programı dahilinde Say Bach'tan Prelude and Fugue in A Minor, yine Bach'tan Say düzenlemesiyle Passacaglia in C Minor, Beethoven'dan Sonata No. 17 in D Minor (Tempest) ve son olarak da Lizst'in Sonata in B Minor'ını çaldı. Ama sadece 'piyano çalmak' demek haksızlık olur bence performansına.. Daha çok, bizi koltuklarımızdan alıp bambaşka bir dünyaya götürdü Fazıl Say.

İşini çok iyi ve çok severek yapan herkes gibi Fazıl Say da kendini kaybediyor o anın içinde çalarken.. Piyanonun tuşları küçük beyaz kuşlar gibi gökyüzüne uçuveren notalara dönüşüyor parmaklarının altında.. O kuşlar alıyor dinleyeni, bembeyaz bulutların, duru göllerin, koyu yeşil ormanların, ve çivit mavisi bir gökyüzünün kapladığı bambaşka bir dünyaya götürüyor kanatlarının üzerinde.. O dünyada müziğin büyüsüyle canlanan piyanonun tuşları, inci bir kolyenin taneleri gibi teker teker dökülüyor yüreğine insanın.. Bir anda dağılıveriyor beyaz kuşlar dört bir yana ve sonsuz, serin bir okyanusa dalıveriyor insan, notaların değişen dalgaları, kendilerine ait sesleriyle.. Yarattığı bu dünyayı herkesten iyi o biliyor ve şaşkınlıkla, huşu içinde farkediyorsunuz ki, o piyano çalarken bu dünyaya ait değil zaten.. Belki de her parça bittiğinde etrafına biraz sarhoş, biraz şaşkınca bakması, daha sonra da alkışları her seferinde ayağa kalkarak kabul etmesi bu yüzden. Bu dünyaya geri döndüğünde farkediyor ancak sahnede olduğunu sanki, ve buna uyum sağlaması biraz zaman alıyor..

Bitmeyen alkışlar sonunda tam üç kere 'bis' (sahneye geri dönüş) yaptı çaldıktan sonra, ilkinde o inanılmaz güzellikteki 'Kara Toprak'ı çaldı. Bir insan piyanodan nasıl bağlama sesi çıkarabilir? İşte bunu gösterdi bize Fazıl Say.. İkincisinde caz melodileri ile süslenmiş bir parça ve üçüncüsünde ise Mozart'ın Türk Marşı'nın kendi yorumu olan caz varyasonunu çaldı.. Hepsini de giderek artan bir hayranlık ve mutlulukla izledik. O gerçekten de sahnede kendini buluyor, her ne olmak isterse o oluyor piyano çalarken, ve bundan hem kendisi çok büyük bir keyif alıyor, hem de onu dinleyenleri eşsiz bir yolculuğa çıkarıyor.

Türkiye'den işini böylesine iyi yapan insanlar çıktıkça, ülkem hakkında umutlarla doluyor içim.. Seviniyorum.

Friday, November 24, 2006

Şükran günü, dostlar, eğlence




Amerika'da toplam 4 günlük Şükran Günü (Thanksgiving) tatili dün başladı. Genelde Ameirkalılar bugünde ailelerini ziyaret edip, bütün günü evde geçirerek çok büyük bir akşam yemeği yiyorlar. Doğal olarak bu yemeğin ana öğesi hindi (bu yüzden bazen bu güne 'hindi günü' ya da 'Turkey Day' de deniyor) , ve yanında genelde Amerikanın güneyinde yenilen ve 'soul food' da denilen özel yiyeceklerden yeniliyor. Bunlar genelde patates püresi, cranberry (Türkçesi yabanmersini sanırım) sosu, haşlanmış mısır, ızgara sebze. ve yemeğin sonunda balkabağı tatlısı (genelde turta şeklinde)...vesaire gibi yemekler.

Şükran Günü'nün en önemli özelliği yemek yemek sanırım! Amerikalılar bugünde neredeyse bir aya yetecek kadar çok yemek yiyorlar. Zaten insanlar aileleriyle çok az birarada yemek yedikleri için bu onlar için özel ayrılmış bir 'aile vakti' gibi oluyor. Mesela ben Türkiyedeyken ailece sofranın başına oturup yemek yemek çok günlük, normal bir olaydı bizim için. Ama burada sadece kutlamalar ve tatillerde biraraya geliyor insanlar ve bu da yılda sadece bir kaç kez olduğundan, her biraraya gelişleri abartılı kutlamalarla süslemeye çalışıyorlar. Sanırım kültürlerarası farklar dedikleri bunlar olsa gerek..

Biz de dün Türk-Amerikan karışımı bir Şükran günü kutladık. Grubumuz Türktü ama yemekte hindi ve cranberry sosu da yedik mesela, buranın adetlerine uygun olsun diye. Bir de ben bugünün önemini 'Şükran' göstermek olarak algıladığımdan tabii ki yemekten önce bize verilen nimetler, sağlığımız ve birarada olduğumuz için şükrettik. Biliyorum bu bir yemek blogu değil ama o kadar çok yedik ki ve yemeklerimizde o kadar değişik mutfaklardan örnekler vardı ki, ben de bir 'yemek fotoromanı' hazırladım blog'um için:)


Yemeğimiz önce cips, guacamole ve salsa soslarıyla başladı.. (Meksika kökenli:)









Türk mutfağını temsil edenler tarhana çorbası, fasulye yemeği, köfte ve pilavdı. (hepsi de çok güzeldi bu arada:)

















Ve tabii ki Amerikan 'Şükran günü' geleneğinin temsilcisi ve günün başrol oyuncusu devasa hindi.. (sadece üçte birini yiyebildik) Ve yanındaki kapta 'cranberry sosu'













Hindinin kesilip biçilip sofraya geldikten sonraki hali:) Yanındakiler de kızarmış Brüksel lahanaları..Herşey çok lezzetliydi.












Bütün bunları yedikten sonra bir de üzerine taze ekmek, en sevdiğim Fransız peyniri olan Brie ve incir reçeli yedik! (sanırım bu da Fransız mutfağını simgeliyor) Yanında Türk çayı ve İngiliz çaylarının karışımından oluşturduğum bir çay içtik:)










Brie peynirinin açıldıktan sonraki hali, reçelle.. Sanırım bundan sınırsız miktarlarda yiyebilirim kendimi tutmasam:P















Meyveler ve çay...










Ve en son olarak, herşeyi yedikten ve yerimizden kalkamayacak duruma geldikten iki saat kadar sonra geceyi elmalı turta ve pecan pie denilen (cevize benzeyen bir tür meyve, resimde soldaki) turtadan dilimler ve üzerlerine konan vanilyalı dondurmayla bitirdik.. Sanırım daha bir ay hiç bir şey yemesem de yaşayabilirim:)


Bu yemeklerin arasında tabii ki güzel sohbetler, kahkahalar, şarkılar, türküler de vardı.. Elektro gitar ve bağlamadan oluşan bir orkestra eşliğinde türküler söyledik bağıra çağıra, sonra Zeki Müren bile dinledik:) Bu stresli ders haftasının ortasında çok dinlendirici oldu benim için Şükran günü.

İnsanın ailesinden çok uzakta, başka bir kıtada arkadaşlarının yanında kendisini ailesiyle bilikteymiş gibi hissetmesi, yani arkadaşlarının ona ailesi kadar yakın olabilmesi, sanırım eşi benzeri bulunamaz bir şey. Varolan en güzel hislerden biri bu sanırım. Dostlarımı seviyorum ve böyle bir günü hep birlikte yaşayabildiğimiz için çok mutluyum, çünkü haftanın geri kalanında ve önümüdeki iki hafta boyunca bu depoladığım enerjiye çok ihtiyacım olacak..

Wednesday, November 22, 2006

Son iki hafta



Derslerin son iki haftası, yani 'tam gaz ileri' halleri, kütüphanede bütün kitapların durduğu 'stacks' bölümünde kaybolma, günün 24 saatini en verimli şekilde kullanmaya çalışma, 'bir saatte kaç sayfa okunur' rekorunu kırmaya çalışma, mümkün olduğunca az uyuyup, az yemek yiyip, masamın başından mümkün olduğunca az kalkıp, bilgisayarımın ekranıyla haşır neşir olma zamanı..

Okumam gereken sayfalar, kitaplar, defterler, kalemler, dosyalar, sevgili Macbook'um, Fas usulü naneli yeşil çayım ve ben, masamı paylaşıyoruz bu gece.. Bu gece, uzun olacak sanki.. Bu iki hafta zor geçecek gibi görünüyor. Sanki Aralık'ın 10'u hiç gelmeyecek gibi.. Haftaya yazmam gereken tam 3 tane makale var! Paniklememeye çalışıyor ve gecenin karanlığına, sayfaların içine dalıyorum, çayımdan bir yudum daha aldıktan sonra..


Şimdi dinlediğim: Clair de Lune - Debussy


Fotoğraf: Chicago Üniversitesi Regenstein kütüphanesi, Fotoğrafçı: Kris Cohen

Tuesday, November 21, 2006

Uykunun derin sularında



Yine uyku düzenim değişti tamamen, geceleri az uyuyup gündüz uykularına yatıyorum. Sonuçta sersem gibi, sarhoş gibi oluyorum, tekrar bir düzene sokmam gerekiyor bu durumu. En son master tezimi yazarken böyleydim, akşam gelince odama, saat 5 gibi yatıyor, sonra 9 gibi kalkıyor, bütün geceyi uyanık geçirip yazıyor, sonra da sabaha karşı 4-5te yatıp 9 gibi de uyanıyordum. Böylece gece uykum 2 ayrı zamana bölünmüş oluyordu, ancak bu düzenin üzerimde olumlu etkiler bıraktığını söyleyemem. (Çalıcan'a sevgiler burdan, tez yazmak böyle oluyor işte:)

Dün çok komik bir şey oldu, eve gelip yorgunluktan saat 6da uyuyakalmışım (öğle uykusu için çok geç, gece uykusu için çok erken bir saat) ve niyetim yarım saat kadar uyumak olmasına rağmen 2 saatten fazla uyumuşum. Saat 8de telefonumun çalmasıyla uyandım. Özellikle böyle garip saatlerde uyuyunca iyice sarhoş gibi oluyorm, uyanınca saat kaç, günlerden ne, tamamen unutmuş oluyorum. Telefonum çaldığında saat 8di ve ben sabahın 8i mi, akşamın 8i mi anlamaya çalışırken açtım telefonu. Numara tanımadığım bir numaraydı, dolayısıyla baştan kaybetmiştim, çünkü zaten başım sersem gibiydi. Aramızda geçen diyalog aynen şöyleydi: (B: Ben, A: Arkadaşım)

B: Hello?
A: Merhaba, ben Moonshine'la görüşmek istemiştim.
B: Kim? Ne? Efendim? (Burada uykunun derin sularından yukarıya çıkmaya çalışıyorum, yukarda hayal meyal bir ışıklar görüyorum ama daha çok derinlerdeyim henüz)
A: Moonshine'la görüşmek istemiştim. Kendisi orada mı?
B: Ne? Nasıl yani? (Burada olayın mantığını anlamaya çalışıyorum, henüz beynimdeki mantıklı düşünme mekanizmaları çalışmaya başlamamış)
A: Ben Moonshine'la görüşecektim. (Sabırla hala konuşmayı devam ettiriyor)
B: ...Hahahah... (Neden güldüğümü bilmiyorum burda ama)... Kimle demiştiniz?
A: Moonshine'la... (Sessizlik, sabrın sonlarına yaklaşma)...
B: Onunla görüştüğünüzde ona ne söyleyeceksiniz? (İşte dünyanın en alakasız sorusu..Neden bu soruyu sordum bilmiyorum..)
A: Ona R.nin aradığını söyleyebilir misiniz lütfen? (konuşmanın absürdlüğün uç noktalarına taşınması)
B: Aaaaa R. sen misin??? (Konuşmanın normal sınırlarına dönmesi, sonunda uykunun derin sularından çıkmış olarak karşımdakinin söylediklerini anlayabilmem)

Hala şaşırıyorum, bütün konuşma boyunca neden 'Evet ben oyum, ne istemiştiniz?' gibi basit bir soruyu sormak aklıma gelmedi diye. Çok komik gerçekten, düşündükçe kendime gülüyorum. Başağrısı ve sarhoşluk hissiyle saat 10a kadar uyuyup ancak 10da başka bir arkadaşımın telefon etmesiyle uyanabildim, ve gece geç saatlere kadar da uyuyamadım tabii ki. Artık uyumamalıyım böyle garip saatlerde, uykumu bir düzene sokmam lazım.

Saturday, November 18, 2006

There is a light that never goes out





Hiç sönmeyen bir ışık var gecenin içinde..Bu güzel The Smiths şarkısını aklıma getiriyor. Ne zaman baksam penceremden, bir turuncu, bir yeşil, bir sarı, yanıp sönüyor. Ama hiç bir zaman kararmıyor ya da yerini terketmiyor. Gecenin koyu karanlığının içinde, orada, kimbilir başka kimlerin daha gecesini aydınlatan bir ışık var. Simsiyah bulutların altında uyurken şehir, bana göz kırpıyor ışık, 'sen rahat uyu' diyor, 'merak etme, ben hep buradayım, ve uyumuyorum hiç..'

Kara bulutların altında yüreğim köşeye sıkışmış bir kuş gibi çırpınmaya başladığında, gecenin soğuk nefesi üşüttüğünde ruhumu, sessiz sokaklar üzerime geldiğinde, uykusuz geceler başıma çöreklendiğinde, depremlerle sarsılıp titrediğinde içim, biliyorum ki hiç sönmeyen bir ışık var gecenin içinde.. Hatırlıyorum iç ferahlatan varlığını, parıltısını, renklerini, koşup cama bakıyorum hemen varlığından tekrar emin olmak istercesine. Orada, karanlığın içinde, fırtınanın gözünde, bir ışık var hiç sönmeden parlayan.. Yaşamıma umut, renk, coşku, tutku, sevinç, neşe katan.. Varlığı sakinleştiriyor beni, serin sularla yıkıyor yanan yüreğimi..

Nerede olursam olayım, biliyorum ki gecenin derinliklerinde, hiç sönmeyen bir ışık var orada bir yerlerde..

Friday, November 17, 2006

İsimler ve anlamları



İsimlerimiz ve anlamları üzerine düşündüm bugün derste Widad Qadi 'Gece yolculuğu'ndan bahsedip benim adımı yazınca tahtaya. Burada çoğu insan Doğu'da isimlerin bir anlamı olmasına, hem de gerçekten derin anlamları olmasına çok şaşırıyor. İsmimi çok seviyorum, hem melodisi güzel geliyor kulağa, hem de anlamını ve kökenini çok sihirli buluyorum. Adımın anlamının 'gece yolculuğu' olması ve Miraç gecesini anlatırken kullanılması, Arapçadan geliyor olması ve Kuran'da önemli bir yeri olması mutlu ediyor beni. Farkettim ki ailemizdeki bütün isimler Arapçadan geliyor. Aslında Farsça isimleri de çok seviyorum, kulağa gerçekten çok hoş geliyor tınısı Farsçanın.

Elif Şafak'ın Pinhan'da söylediği gibi isimler gerçekten de büyülü ve büyücü aynı zamanda bence. Bize verilen isim, bizi tanımlıyor, ama bir süreden sonra biz de o isme göre şekillenmeye başlıyoruz. Yani iki taraflı bir yolculuk bu, hem biz ismimizi etkiliyoruz, hem de ismimiz bizi etkiliyor. İşte bu yüzden insanlık tarihi boyunca bir şeye isim verme, onun üzerinde tartışmasız bir güç sahibi olmanın da simgesi oldu. Bir şeye ilk kim verdiyse ismini, bu ister yeni bir icat olsun, ister varolan bir kıtanın keşfi, ister yeni bir yıldız, ister yepyeni bir bitki türü, ona ilk ismini veren, üzerinde egemenliğini ilan etmiş gibi oluyor. Ve verdiği isim daha sonra büyük bir olasılıkla değiştirilmeyeceği için aynı zamanda onun üzerindeki imzası gibi de kalıyor.

'Adlandırma' eylemi insanlar arasında gerçekleştirildiğinde ise daha da ilginçleşiyor. Çoğunlukla kendimiz seçmiyoruz ismimizi, biz bebekken bize veriliyor adımız ve biz büyüdükçe ona alışmamız ve onu sahiplenmemiz bekleniyor. Öylesine benimsiyoruz ki ismimizi ve özdeşleşiyoruz ki onunla, bir süre sonra çok kalabalık bir yerde alçak sesle dahi söylense ismimiz, dönüp bakmak bir reflekse dönüşüyor bizim için.

Türkçe de bu açıdan çok güzel bir dil, çoğu zaman bir sözcükten bahsederken onun, anlattığı nesnenin ya da kavramın özelliklerini almış olduğunu farkediyorum. Mesela su, akıcı basit ama çok önemli bir maddeyi anlatmak için çok güzel bir sözcük. Ya da uyku, ne kadar yumuşak ve rahat söylenen bir kelime, tam da uyku halini anlatıyor gibi.. Renklerin isimleri de çok ilginç, mesela 'Mavi', Farsça 'Mai' den geliyor, yani 'suya ait, su gibi' demek.. Kelimelerin kökenlerini araştırmak ve nereden geldiklerini keşfetmek, etimolojik köklerini bulmak çok eğlenceli gerçekten. Aynı kelimenin farklı dillerde ne kadar çeşitli ve değişik anlamlarda kullanıldığını görünce şaşırmamak elde değil.

Biz ismimizi şekillendiriyoruz, ismimiz de bizi.. Acaba farklı bir ismimiz olsaydı kişiliğimiz daha mı farklı olurdu? Ya da adaş olanların birbirine mi benzer karakterleri? Benim tek bir ismim olduğu için de çok merak ediyorum: İki ismi olan insanlar, neden birini diğerine tercih eder mesela? O ismi kullanmalarının ve diğerini geri plana atmalarının sebepleri nelerdir? İnsanlar çocuklarına isim koyarken en çok neleri düşünür, nelerden ve kimlerden etkilenir? Koyduğu ismin çocuğu üzerinde nasıl bir etkisi olacağını tahmin edebilir mi önceden? Ya da kendi hayallerini mi yükler aslında farkında olmadan çocuğuna, verdiği isimle?

İlk tanıştığımızda birisine herşeyden önce adını sormamızdan belli ne kadar önem verdiğimiz isimlere. O kişinin adını en başa yerleştiririz ve onun altına sıralarız bütün özelliklerini, kişiliğini, onunla ilgili gözlemlerimizi.. Bir insanın yüzünü düşündüğümüzde, adından ayıramayız gözümüzün önüne gelen imgeyi..

'Bir isim seç' deselerdi bize dünyaya gelir gelmez, acaba farklı bir isim mi seçerdik, yoksa kendi ismimizi mi alırdık yine?

Thursday, November 16, 2006

Neden?



'Neden öyle hissedecekmişsin ki?' diye sordu..
'Neden mi?' dedim, 'nedenini söyleyeyim: Yarın, bu saatlerde, şu anda etrafımda olan herşey ve herkes, benim için bir rüyadan farksız olacak..'

Verecek bir cevabı yoktu buna, sustu...
Sustuk..

'Son'ların acı tadı oturdukça içimize, daha da koyulaştı sessizlik.. Dünyayı düşündük, yaşadığımız herşeyin bir rüyadan farksız oluşunu, bir gün çok 'kesin' olan bir gerçeğin, ertesi gün nasıl bir yalana dönüşüverdiğini.. Doğru bildiklerimizin terketmesini bizi, kendimizi yitirmeyi ve yeniden bulmayı, hayat denen bu macerayı.. Bu kadar acı ağır geldi bize, sustuk..

'Hem öyle olmasaydı, nasıl değerini bilirdik ki sonların?' dedim aniden. Son bir çabaydı bu, yaşadıklarımıza bir anlam kazandırmak için son bir çırpınış.. Gidiş ve gelişleri anlamlı kılmak için, doğruyu yaptığıma inanmak için, sessizliği delmek için sadece belki de. Sorum, asılı kaldı havada, mavi gökyüzüne bırakılan kırmızı bir balon gibi.

Gülümsedi.. Bir şey söylemeden, yürüyüp gitti..

Geriye masmavi gökyüzü kaldı, sonsuz..

*Fade to black*

Monday, November 13, 2006

Pazartesi yorgunluğu



Hava çok soğuk ve karanlık bugünlerde, 'kara kış'ın ortasına doğru ilerliyoruz gittikçe. Günler iyice kısaldı ve havanın saat 4 buçuk civarlarında kararması bende uyuma isteği yaratıyor erkenden. Bugün dersten hemen sonra kendimi pek iyi hissetmediğim ve biraz başım ağrıdığı için hemen eve geldim, ağrı kesici alıp kendime vanilyalı Rooibos çayı yapıp yattım. Dışarının soğuğundan sonra evimin sıcaklığı ve rahatlığı çok iyi geldi gerçekten, tam 2 saat uyumuşum! Zaten ne zaman kısa bir öğle uykusuyla dinlenmek istesem 20 dakika olan uyuma hedefim bir buçuk iki saate kadar çıkıyor mutlaka.

Elif Şafak'ın 'Mahrem'ini okumaya başladım, okuduğum diğer kitapları olan Pinhan, Araf, Bit Palas ve Baba ve Piç arasından en çok Pinhan'ı beğenmiştim. Bu kitabı sanırım diğerleri arasından en çok Pinhan'a benziyor yazılış tarzı ve dili itibariyle, ve okuması keyif verdı bana gerçekten. Normalde dersler için o kadar çok okuma yapıyoruz ki sadece keyif için kurgu/roman tarzı kitaplar okumak çoğunlukla bir lüks benim için.

Derslerin 8. haftası başladı, haftalar birbiriyle yarışıyor gibi inanılmaz bir hızla geçiyor. Bir aydan kısa bir süre sonra Türkiye'ye gideceğim, oradan da bir haftalığına Kahire'ye uçuyoruz, Mısır'daki arkadaşımı ziyaret etmek üzere. Çok heyecanlıyım, ilk defa Arapça konuşulan bir ülkeye gideceğim, her ne kadar henüz onların konuştuğu 'normal hayat Arapçası'nı konuşamasam da. Arapça'nın böyle bir zorluğu var: Medyada ve siyaset yaşamında konuşulan 'klasik' Arapçaya 'fusha' deniyor ve biz 3 senedir üniversitede işte bu dili öğreniyoruz, halbuki Kahire'de sokakta konuşulan Arapça, yani 'Ammiya' denilen halk dili bu dilden çok farklı ve mesela ben neredeyse 4 senedir Arapça öğreniyor olmama karşın halkın konuştuğu dili anlayamıyor ve konuşamıyorum. Ama bilenler öğrenmenin çok kolay olduğunu söylüyor ve bir arkadaşımın da bana vereceği Mısır Arapçası dil rehberinin de yardımıyla idare edebilim diye umuyorum:) Oraya gidince blog'uma her gün yazacağım gezimin ayrıntılarını mutlaka.

Daha Pazartesiden başladı bu haftanın yorgunluğu, bakalım nasıl geçecek kalan 3 ders haftası. Yazmam gereken bir çok makale ve yapmam gereken bir kaç sunum var. Zaman hızlandı yine, zorlanıyorum yetişmekte sanki..

Saturday, November 11, 2006

Haftasonu, insanlar, sohbetler




Bu fotoğraflara bakıp da Chicago'nun ne kadar güzel bir şehir olduğunu inkar edebilecek olan var mıdır acaba? Arkadaşım Duane, 'Museum Campus' da denilen, bir çok müzenin üzerinde bulunduğu ve Michigan Gölü'ne doğru uzanan burundan çekmiş bunları. Teşekkür ediyorum kullanmama izin verdiği için:)


Hava giderek soğuyor buralarda, Perşembe günü 18 derece kadar yüksek bir sıcaklığa çıkmışken bugün neredeyse sıfıra indi yeniden, kar yağacak gibi.. Dün ilginç bir İran filmi izledik, üzerine film ve hayat hakkında felsefi konuşmalar yaptık uzun uzun.. Dışarıda şimşekler çakıyor ve yağmur yağıyordu. Bugün yiyecek alışverişi yapmakla, yemek pişirmekle ve bir arkadaşımın evinde akşam yemeği ve saatlerce süren güzel sohbetlerle geçti. Haftasonunun bu umursamaz hallerini çok seviyorum. Cuma ve Cumartesi akşamları özellikle, insanın üzerinde bir rahatlık oluyor ki, sanki Pazartesi hiç gelmeyecek gibi bütün korkunçluğuyla. Özellikle Cuma akşamına bayılıyorum. Amerikalılar da böyle düşünüyo olmalı ki 'Thank God It's Friday' sözünü bulmuşlar, kısaca TGIF, bizim Bağdat Caddesi'ndeki restoranın (T.G.I. Friday's) adının buradan geldiğini ilk defa buraya gelince farketmiştim.

İnsanın ne kadar sosyal bir varlık olduğunu her geçen gün yeniden farkediyorum. En çok keyif aldığım şeylerden biri, arkadaşlarımla oturup hayat hakkında, insanlar hakkında, duygularımız, düşüncelerimiz ve yaşamda bizim için değerli olan her şey hakkında konuşmak.. Son zamanlarda çok önemli bir şeyi farkettim: Blog'uma yazmaya karar verdiğim çoğu düşüncemi, başka birisiyle konuşurken keşfediyorum. Bu düşünceler ya da duygular içimde bir yerlerdeler, ama eğer oturup kendi kendime düşünsem asla bu şekilde ortaya çıkamazlar gibi geliyor. Ancak bir konuşmanın içinde kendimi onları ifade ederken bulduğumda hayretle keşfediyorum varlıklarını. İletişim, insanın kendini bulmasına ve kendiyle ilgili bir çok şeyi farketmesine yardımcı oluyor. Bu yüzden insanları ve onlarla iletişim kurmayı çok seviyorum, çok değişik kökenleri olan bir çok arkadaşım olması ve hepsinden yeni bir şeyler öğrenebilmek büyük bir şans. Her insan, bambaşka bir dünya gibi, herkesin kendine özel ümitleri, hayalkırıklıkları, mutlulukları ve acıları var. Birbirimizle paylaştığımızda bütün bunları, işte o zaman gerçekten insan olduğumuzu hissediyoruz sanırım.

Thursday, November 9, 2006

Ortadoğu müzik grubum




İki haftadır gündemde olan konserlerle tekrar Ortadoğu müzik grubumuzun içinde olmanın, böyle güzel bir oluşumun parçası olabilmenin tadını çıkarıyorum. Bu dönem yine bütün hızıyla başladı provalar, her hafta Perşembe akşamı saat 6da buluşuyor, 8e kadar müziğin o büyülü dünyasında kaybediyoruz kendimizi. Her hafta olan provalar ruhumda bir terapi etkisi yaratıyor adeta, çünkü yaratılan şey o kadar güzel ve ilahi ki, bunun insanın ruhunu dinlendirmemesi imkansız.. Orkestramız artık sadece Chicago'da değil, Amerika genelinde de tanınıyor üniversite çevrelerince, ve konserlerimiz her zaman tıkabasa dolu oluyor. Bu çok mutluluk verici bir duygu. Müziğe bu denli kendini vermiş bir grubun ortaya çıkardığı müziğin geniş bir dinleyici kitlesine ulaşması, bu çabanın boşuna sarfedilmediğini de gösteriyor aslında..

Chicago'da bulunduğum bütün seneler boyunca müzik grubumuzun bir parçası oldum, ve bu grup hayatıma çok değişik bi boyut ve renk kattı. Müzik grubumuzdan tanıdığım güzel insanlar, birlikte geçirdiğimiz zamanlar, provalardaki bazen neşeli, bazen tekraralamaktan yorgun hallerimiz, konser öncesi heyecanımız ve sonrasındaki haklı gurur ve sevincimiz, alkışları karşılarken.. Bu duyguların hepsini de bir 'takım'ın parçası olduğumuzu bilerek hissettik biz ama, hiç bir zaman başarıyı tek bir kişiye ait görmedik, o ne benim, ne de senin başarındı, o hepimizin, 'bizim' başarımızdı gerçekten de. Bir orkestrada her bir enstrümanın çıkardığı ses, bütüne katkıda bulunur ve sadece bir tanesi bile eksikse, o şarkı aynı şarkı değildir artık. Birlikte oluşturduğumuz bir şarkının güzelliğini bütün ayrıntılarıyla görebilmeyi, herkesin küçük gibi görünen rollerinin aslında bütünde ne kadar önemli olduğunu, ve 'biz' diyebilmenin güzelliğini öğrendim ben grubumla.




Grubumuzun başarısında tabii ki grubu yöneten ve bütün provalarda bizi yönlendiren Issa Boulos'un çok büyük bir emeği ve katkısı var. O olmasaydı grubumuz sanırım varolamazdı, varolsa bile şimdiki başarısını ve popülerliğini yakalayamazdı. İnanılmaz mükemmeliyetçi olduğu için Issa, bir eserin son halinde kusur görmek istemediği için, bu bize onlarca kez aynı melodiyi tekrarlamaya mal olsa dahi disiplinli tavırlarından ve kararlı rehberliğinden vazgeçmiyor. Zaten böylesine büyük bir grup da bu kadar başarılı bir şekilde ancak böyle yönetilebilirdi. İyi ki varsın Issa!




Yaptığımız müzik bir çok değişik renk ve kalınlıkta ipliğin özenle dokunduğu bir kilim gibi.. Şen şakrak bir kanun doğaçlamasının ardından derin ve ağırbaşlı bir ud sesi giriyor araya bazen, kudüm ve bendir ritimlerinin arasında.. Kemanlar bir ağızdan şarkı söylemeye başlıyorlar, o hüzünlü ve ağlayan sesleriyle.. Darbukanın ritmine tef eşlik ediyor, müzik gitgide hızlanıyor birden, neşeli bir klarnet melodisi duyuluyor aradan.. Yanık bir ney sesi ekleniyor orkestranın uyumuna, utangaç ve belli belirsiz.. Sonra hepsi susuyor ve duyar duymaz tüylerimi diken diken eden, yanıbaşıma Anadolu'nun sapsarı bozkırlarını, uçsuz bucaksız yaylalarını, buğday tarlalarını, yanık yüzlü insanlarını, vatanımı getiren bir saz sesi duyuluyor sessizlikte.. Saz sesi, bir şelaleden çağıldayarak akan buz gibi sular gibi, saz sesi uzak iklimlerden kulaklarıma fısıldanan tanıdık bir 'merhaba' gibi. Yüreğimi serinletiyor, 'korkma' diyor bana, korkma küçük kız, bu kadar uzaklarda bile olsan, hala evindesin..'

Müziğin işte böyle evrensel bir gücü var, farklı ırklardan, dinlerden, ülkelerden gelmiş onlarca insan, bir mekanda toplanıp evrensel bir güç yaratabiliyor işte böyle. Aynı dili konuşmasaydık dahi birbirimizi anlayabilirdik eminim, müzik sayesinde. Bu 'takım'ın bir parçası olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Müziğin evrenselliğine tanıklık edebilmek ve en önemlisi onu yaratma sürecinde bir katkıda bulunabilmek, gerçekten mutluluk verici..





P.S: Grubumuzun fotoğraflarını çeken ve bu güzel fotoğraflarını blog'umda kullanmama izin veren sevgili dostum Nathan Pearson'a teşekkürler:)

Tuesday, November 7, 2006

Kasım sabahı karanlığı

Sisli, puslu, karanlık bir Kasım sabahı..Neden hep bu ayda sabahlar böyle ağır bir yük getirip koyar insanın yüreğine? Soğuktan mıdır içimizdeki karanlık, bitmeyen yağmurlardan mı, sabahların pusundan mı? Hayatlar biter, başka hayatlar başlarken neden arada durup bakarız pencereden dışarıya, bir an olsun herşeyi, hayatın bütün getirdiklerini, çılgın temposunu unutarak? Pencerenin dışında, ağaçlar neredeyse çıplak, binaların üzeri hafif ıslak, sokaklarda henüz kimse yok.. Pencerenin dışında, dünya yeni bir Kasım gününe hazırlanıyor yorgun argın. Arada sırada trenler geçiyor uzakta görünen trenyolundan, o bitmeyen telaşlı halleriyle. Bazen birisi yürüyor tek başına sokakta, Kasım sabahının yorgunluğu ve bıkkınlığı onun da binmiş omuzlarına, besbelli..

Kasım sabahında, neden ben Türk siyasetinde bir dönem bitmiş gibi hissediyorum? Bir insanın hayatının bitiminden çok, uzun ve güzel bir şiirin bitimi gibi üzüyor beni bu son. Garip, gidişler, terkedişler hep puslu Kasım sabahlarına mı rastlar? Ve acaba masmavi gökyüzüne uçan bir beyaz kuş gibi midir gidişler hep?





Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil, unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma...



Melih Cevdet Anday

Sunday, November 5, 2006

Zaman, nereye gidiyor?




Aklıma Ingmar Bergman'ın muhteşem filmi 'Yaban Çilekleri'nin başındaki bir sahne geliyor günlerden beri. Başrol oyuncusu kabusunun bir kısmında baktığı saatin akrep ve yelkovanlarının olmadığını görür! Daha korkutucu bir kabus düşünemiyorum, zaman kavramının olmadığı bir mekanda gerçeklik, somutluğunu yitirir ve yokolur gibi geliyor.

Zaman o kadar göreceli ve değişken bir kavram ki aslında.. Zamanı hızlandırmak ya da yavaşlatmak elimizde diye düşünüyorum, yani beynimizin algılayışına bağlı olarak çok değişiyor zamanın nasıl geçtiği bize göre. Aynı şehirde olan iki kişi için bile zaman farklı geçiyor olabilir mesela, biri hastanede bir yakınının ameliyattan çıkmasını bekliyordur belki, diğeri ise evinde arkadaşlarıyla sohbet ediyor, çay içiyordur. Bu iki insan için mesela saat 6 ile 7 arasında zaman, farklı hızlarda geçer. İnanılmayacak gibi ama gerçek: Zamanı algılayışımız, onun içinde nasıl hareket ettiğimizi etkileyebiliyor.

İnsanın yaşının ilerlemesiyle de değişir zaman kavramı, çocukken 'bir yıl' adeta sonsuzluğa eşitmiş gibi gelirken, yıllar geçtikçe zaman kavramı daralmaya başlar. Bir de bakarız ki, bir yıl, bir ana eşit olmuş neredeyse. Korkutur bizi bu değişim, ürkeriz, hem sürekli söylemez mi anneanne ve babaannelerimiz, 'Hayat göz açıp kapayıncaya kadar geçti' diye.. Gitgide kısalan ve gitgide ivmelenen zamanın nasıl acımasızca bütün bir yaşamı ellerinden alıverdiğini anlatmazlar mı gözleri dolu dolu?

Yaşamın ritminin içinde bazen, kendimi hızla koşan zamanın gerisinde ona yetişmeye çalışıyor gibi hissediyor, bazense ileriye geçip onu peşimden sürüklemeye çalıştığımı duyumsuyorum. Hiç bir zaman eşit değiliz sanki onunla, hep birbirimizi ıskalıyoruz sanki, hep bir şeyler eksik ve hiç tam olamayacak olması galiba aslında bu yaşamı anlamlı kılan..

Zamanla ilgili ne kadar çok normal bulduğumuz şey var, aslında çok şaşırtıcı olan. Neden geriye doğru değil de ileriye akar zaman mesela? Hep varolmuş ve varolacak mıdır? Yoksa herkesin zamanı kendi yaşamıyla sınırlı mıdır? Bu dünya üzerindeki zamanlarının kesiştiği noktalarda, bir çok kişi aynı dünyaya bakarken neden farklı şeyler görür? Geri getirilemez olması mıdır zamanı bu denli vazgeçilmez ve değerli kılan şey? Yoksa, uğruna vazgeçtiğimiz şeyler midir, zamandan kazanmak için feda ettiğimiz anılar, sevgiler, düşler, umutlar, hayaller, amaçlar mıdır zamanı bu denli önemli kılan? Geçici bir andan farklı mıdır acaba bu dünya üzerindeki yaşamımızın tümü? Yoksa bütün kainatı ilgilendiren, nice yangınlar başlatan bir kıvılcım mıdır bu düş, bu hikaye, yaşatmaya çalıştığımız bu rüya?





Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmış akışında,
Bir garip rüya rengiyle
Uyumuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen;
Içim muradıma ermiş
Abasız, postsuz bir derviş;

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.




Ahmet Hamdi Tanpınar

Friday, November 3, 2006

Televizyonsuzluk




İnsanın hayatından gereksiz bir şeyi çıkardığında ne kadar çok zaman kazanabildiğine en güzel örnek sanırım, son iki üç senedir yaşadıklarım. Türkiye'ye gittiğim zamanlar dışında artık hiç bir zaman televizyon izlemiyorum ve beraberinde getirdiği sonuçlar ne kadar doğru bir karar vermiş olduğumu göstermiş oldu bana.

Öncelikle hiç bir zaman oturup saatlerce televizyon izleyen bir insan olmamama karşın, izlemeyi bıraktıktan sonra hayatımda boş zaman birimleri açılmaya başladı. Daha önceden oturup boş boş televizyon ekranına baktığım bu zamanlarda televizyonu hayatımdan çıkardıktan sonra çok daha verimli şeyler yapmaya başladım, çiçekleri sulamak, müzik dinlemek, sevdiklerimle telefonda konuşmak, bir şeyler yazmak, yemek pişirmek, meditasyon yapmak...vesaire gibi. Bütün bu aktiviteler bana o kadar keyif verdi ki geri getirilemez değerdeki zamanımı neden şimdiye kadar televizyona vermişim diye pişmanlık dahi hissettim önceki yıllarım hakkında.

Bu kararımın bir diğer yan etkisi de artık televizyon izlemeye ve televizyon programlarına, reklamlarına ya da dizilerine 5 dakikadan fazla dayanamamak şeklinde kendini gösterdi. Özellikle Amerika gibi kanallarında her 5-10 dakikada bir reklam girilen bir ülkede televizyon izlemek işkence gibi adeta. Artık izlediğim her neyse, onun reklamlar tarafından ikiye bölünmesini kaldıramıyorum, bu yüzden filmlerin yanısıra dizileri bile DVDden izliyorum artık. Gerçekten de televizyonun insan beynini nasıl uyuşturduğu inanılası gibi değil, eskiden geceleri özellikle izlerken, bir anda hiç alakam olmayan bir şeyi 2 saatten beri izliyor olduğumu farkederdim dehşetle ve kapatırdım o an televizyonu. Bir de ekranın bizi ne kadar büyülediği ve iletişimimizi azalttığı en çok elektrikler kesilince ortaya çıkardı ben küçükken: Bir anda mumlar yakılır, aile fertleri bir masanın etrafında toplanır, sohbet etmeye başlardık. Gitgide derinleşen keyifli sohbetimiz elektriklerin birden gelmesiyle bıçakla kesilir gibi yarıda kalırdı. Televizyon tekrar açıldığı andaysa biz ekranın etrafında dilsiz ve sağırlar gibi yerimizi alırdık, kendi hayatımızı yaşamaktansa orada bize gösterilen başka insanların hayatlarını izlemek üzere!

Televizyonun kapladığı zamanın büyük kısmını şu anda internet kaplıyor, bunu tabii ki itiraf ediyorum kendime, ancak internette geçirdiğim zaman kesinlikle televizyon izlerken geçen zamandan çok daha verimli, çünkü hiç olmazsa bir şeyler yazıyor, birileriyle konuşuyor ve varolana bir şeyler yaratarak katkıda bulunuyorum. Bu zamanın yanında televizyon izlerken harcadığım zaman tamamen ölü bir zaman gibi duruyor.

Kısacası artık hiç televizyon izlemiyorum ve bu kararımla hiç bir şey eksilmedi hayatımdan, aksine çok şey kazandım: çok zaman, sevdiklerimle paylaşılan daha çok anı, kendime ve çevreme gösterdiğim daha çok özen, ve kalbim ile aklımda hissettiğim daha çok iç huzuru.. Televizyonsuz hayat herşeyiyle gerçekten de çok güzel.