Monday, July 30, 2007

Bir yıldız kaydı..




İzleyip de beğenmediğim hiç bir filmi olmayan, sinemayı bir şiir gibi yöneten, en sevdiğim yönetmenlerden biri olan Ingmar Bergman bugün hayatını kaybetti.

Aynı muhteşem filmi 'Yaban Çilekleri'nde hasta yatağında ölen profesör gibi, o da uykusunda bu hayata gözlerini yumdu. Acaba o filmde anlattığı gibi ölmeden önce son bir kez hayatını, en güzel anılarını gözden geçirmiş midir Bergman?

Hoşçakal, sinemanın dahi İsveçli prensi.. Seni çok özleyeceğiz.

Sunday, July 22, 2007

Sandıktan ne çıkacak?




Yurtdışında olup da oy kullanamayan bütün Türkler gibi ben de, bu sabah erkenden kalktım, benden 8 saat ileride olan ülkemin kalp atışlarını dinlemeye başladım. İçimde merak, tedirginlik, endişe ve heyecan karışımı bir duyguyla halkımın kendilerini yönetecekler konusunda ne karar verdiğini merak ediyorum. İnternet başında, açıklanan sonuçları anbean izlemekten başka yapacak bir şey yok. Sadece, seçimden çıkacak sonucun Türkiye için, sevgili ülkem ve Türk insanı için en iyisi, en hayırlısı olmasını dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Thursday, July 19, 2007

GELİYOOORRR



Sadece 24 saat kaldı şu an itibariyle..Heyecan dorukta! Senelerdir beklediğimiz gün geldi sonunda:) 7. kitap geliyor!

Thursday, July 12, 2007

Dinlemenin önemi




Bugün çok önemli ve elzem gördüğüm bir sosyal yetenekten bahsetmek istedim: Dinlemek. Günlük hayatınızda karşılaştığınız kaç kişide bu yeteneğin var olduğunu düşünüyorsunuz? Ya da aşağıda yazdığım senaryolardan kaç tanesini, kaç kere yaşadınız hayatınız boyunca?


- Bir arkadaşınız ya da akrabanızla konuşuyorsunuz. Siz anlatıyorsunuz ama karşınızdakinin gözlerinde donuk bir ifade var. Arada söylediği 'evet,hmmm,öyle....' vesaire gibi sözler ise sizi ikna etmeye yetmiyor. Bir süre sonra anlıyorsunuz ki bu insan sizi gerçekten dinlemiyor.


- Yine bir konuşma esnasında siz anlatmaya çalışıyorsunuz, ancak daha cümlelerinizin yarısında karşınızdaki sözünüzü kesiverip kendini anlatmaya başlayıveriyor. Bu sinir bozucu durum bir kaç kez tekrarlandıktan sonra artık pes ediyor ve bu insana herhangi bir şeyi anlatmanın imkansız olduğuna kanaat getiriyorsunuz.


- Ya da karşınızdaki insanın yaşama amacı o denli kendini dinletmek ve sürekli anlatmak olmuş ki, size zaten hiç laf sırası gelmiyor. Nefes almadan, soru sormadan, duraklamadan, sürekli konuşuyor. Bir süre sonra onu dinlemekten yorgun düşüyorsunuz, ancak belli etmemeye çalışsanız da sizin konsantrasyonunuz da çok azalıyor.


- Konuşuyorsunuz. Karşınızdaki hızlı hızlı 'haklısın' anlamında kafasını sallıyor. Ancak gözlerindeki telaş ve ağzının kıpırtılarından anlıyorsunuz ki o aslında kendisi konuşmak için sizin bir an önce sözünüzü bitirmenizi bekliyor sabırsızlıkla. Amacı sizi dinlemek değil, siz durduğunuz anda kendi anlatmaya başlamak. Hani sanki 'bir an önce bitir de ben de sözüme başlayayım' der gibi bakıyor size.


- Telefonda konuşuyorsunuz. Siz büyük bir heyecanla o gün yaşadığınız bir olayı anlatıyorsunuz bir kaç dakika boyunca. Ancak sözünüzü bitirdiğinizde karşı taraftan herhangi bir tepki gelmemesi üzerine onun ismini tekrarladığınızda 'Efendim? Ne diyordun? Pardon, dalmışım...' gibi bir cevapla karşılaştığınızda anlıyorsunuz ki karşınızdaki insan siz harıl harıl anlatırken başka bir işle uğraşmaktaymış aslında!



Bu senaryolardan çoğu, ve hatta çok benzer başka versiyonları başınıza gelmiştir eminim. Bu türden insanlarla karşılaşmak gerek özel hayatımızda, gerekse iş hayatımızda kaçınılmaz oluyor. Bu yüzden insanların en çok dikkat etmesi ve özen göstermesi gereken şeylerden birinin birbirini tam anlamıyla dinleyebilmek olduğunu düşünüyorum. İnsanlığın bütün büyük sorunları bence birbirimizi dinlemememizden kaynaklanıyor. Birbirimizi anlamak istiyorsak, birbirimizi gerçekten dinlemeliyiz.

Bütün bu senaryoların tersine, eğer şöyle bir senaryo içinde bulursanız kendinizi, karşınızdakinin sizi gerçekten dinlediğinden emin olabilirsiniz:

- Karşınızdaki gözlerinizin içine bakarak sessizce duruyor. Siz anlatırken onda anlattıklarınızın etkisini görebiliyorsunuz, neşeli bir şey söylediğinizde gözleri parlıyor ya da üzgün olduğunuzu belirttiğinizde gülümsemesi kayboluyor. Asla sözünüzü kesmiyor, ancak siz durduğunuzda söylediklerinize dair düşüncelerini belirtiyor, ve en önemlisi, size anlattıklarınızla ilgili sorular soruyor.


İşte bu kadar basit, ama bir o kadar da zor edinilen bir erdem, insanları dinleyebilmek. Birbirimizi gerçekten dinleyebilsek ve anlayabilsek, çok daha barışçıl bir yer olmaz mıydı dünyamız?

Monday, July 9, 2007

9 Temmuz 2007!




Bugünün tarihini bir yerlere kaydetmek istedim.

Çünkü bugün hayatımda ilk defa sabahtan akşama kadar ders verdim! Öğrencilere bir şeyler öğrettim. Elimde tebeşir tuttum! Tahtaya bir şeyler yazdım ve öğrencilerim benim yazdığım şeyleri defterlerine geçirdiler, inanamıyorum! :)

Hayatımda ilk defa bir sınav yapılırken elinde kalem, alnından damlayan terleri koluyla silen ve sınavı zamanında bitirmeye çalışan öğrenci değil de diğer tarafta oturan 'hoca' oldum. Pencerenin diğer tarafından içeri bakmanın nasıl bir his olduğunu anladım! Gerçekten çok keyifliydi. Gün bittiğinde 'İşte. Budur. Mutluluk budur. Hayatımın sonuna kadar bunu yapabilirim, bu işi yapabilirim.' dedim kendi kendime. Büyük bir sınavdı benim için ve sonunda böyle hissettiğim için çok mutluyum. Gerçi sınıfa eflatun, benim cüssemden çok daha büyük sırt çantam, hippi eteğim, boncuklarım ve dağınık saçlarımla girdiğimde öğrencilerdeki 'öğretmen' imajına pek uyduğumu sanmıyorum, ya da onların beni gerçekten bir hoca gibi görüp algıladıklarını! Öğretmen hanım denildiğinde şöyle yaşlı başlı, gözlüklerinin üstünden bakan, saçları topuz yapılmış, vatkalı ceketler filan giyen birileri gelmez mi hemen akla? Bu imajın benim durumumla olan kontrastı çok komikti gerçekten:)

Öğretmekten öğrendiklerim!

- Öğretmek çok, ama çok sabır isteyen bir şeymiş. Babacığıma bir kez daha hayran kaldım! Aynı cümlelerin yavaş yavaş, defalarca tekrar edilmesini dinlemek, inanılmaz güçlü bir sabır istiyor gerçekten! Ayrıca bütün bu yıllar boyunca öğrendiğim onca yabancı dilleri öğreten hocalarıma da çok büyük bir saygı duydum.


- Meğerse insan yeni bir dili ilk öğrenirken ne kadar yavaş, ne kadar temkinli ve buna rağmen yanlışlarla dolu giden cümleler kuruyormuş! Yıllar boyunca önce ilkokulda İngilizce, sonra lisede ve üniversitede Almanca ve İspanyolca, daha sonra Master'da Arapça ve en sonunda doktorada Fransızca saçmalamalarımı dinleyen hocalarıma buradan en derin saygı ve sevgilerimi iletirim. Beni iyi çekmişsiniz vallahi:)


- Türkçe eğer anadiliniz değilse öğrenmesi çok zor bir dilmiş! Ve bazen Türkçedeki bazı deyimleri İngilizce'ye çevirip anlatmak inanılmaz bir hayalgücü gerektirebiliyormuş. Örnek: 'Adam yelyepelek yürüyordu' cümlesi 20 saniye içinde İngilizce'ye nasıl çevrilir?


- Öğretme isteği ve sevgisi genetikmiş! Sınıfta, kara tahtanın önünde tam 'Babasının kızı' sözünün bir örneği oldum:) Anlatmaktan, paylaşmaktan, konuşmaktan...çok büyük keyif adım.

- Herşeyden önemlisi, sınıfta kimin öğrenci, kimin öğretmen olduğu sürekli değişen bir dinamikmiş. Çünkü insan asıl öğretirken öğrenirmiş! Bildiğini sandığı bir çok şeyi aslında bilmediğini anlarmış.


İnsanların hayatlarında bir değişiklik yapabilmek, bir fark yaratabilmek gerçekten çok güzel bir duygu. Bilgiyi paylaşmak, paylaştıkça kutsallaşmasını izlemek, çok büyülü.

Monday, July 2, 2007

Hayat çok gariptir bazen..



Hayat çok gariptir bazen..

Hayat çok şey öğretir insana bazen..

Hayat kafana vura vura, ağlata ağlata öğretir sana.

Hayat sana hiç bir şeye şaşırmamayı öğretir. Kalın kabuklar yapmayı kendi etrafında. Yoksa yaşayamazsın. Nefes alamazsın.

Eylül ayında birlikte, aynı masada oturup yemek yediğin, güldüğün, konuştuğun, şakalaştığın 3 kişiden biri, 3 ay sonra kanserden, eşi ve 27 yaşındaki oğlu ise ondan 4 ay sonra elim bir trafik kazasında ölebilir mesela.

Hayat sana bütün verdiklerini, canın, ruhun dahil, bir saniyede senden geri alabileceğini gösterir sana.

Hayat, ölümün sağlıklı, 27 yaşındaki bir genç çocuğa, ölüm yatağında yatan 80 yaşındaki yaşlı bir adamdan daha uzak olmadığını gösterir sana.

Sana telefonun diğer ucundan gelen 'öldü' kelimesiyle, sadece bir tek kelimeyle o insanın, yüzünün, sesinin, şakalarının, konuşmalarının, anılarının, bakışlarının, gülüşlerinin...hepsinin birden silindiğini, yokolduğunu kabullenmen gerekir.

Kelimeyi kafanda evirir, çevirir, bir anlam veremez, o genç çocuğa yakıştıramazsın. Onunla bağdaştıramazsın.

Hayat kafana vura vura, ağlata ağlata öğretir sana.

Böyle kahpedir dünya..

Son bulur kollarında..