Wednesday, January 25, 2012

Monday, January 23, 2012

Anne olmak beni nasıl değiştirdi?


Resmin alındığı yer


Anne olmak bir kadın için çok büyük bir değişim.. Anne olunca hiç değişmediğini söyleyen kadın, yalan söylüyordur herhalde. Ben anne olduktan sonra nasıl bir değişim geçirdim? O kadar çok yanı var ki..

- Artık çok daha duygusalım. Özellikle anne olduktan sonra insanın devekuşu misali başını kuma gömmesi çok daha zorlaşıyor. Sağduyusu, hassasiyeti artıyor. Hele de dünyanın değişik yerlerinde acı çeken, istismar edilen, zor hayatlar yaşayan çocuklar sözkonusu olduğunda gözlerimden yaşlar boşanmasına engel olamıyorum. Acı çeken, hasta çocuklarla ilgili filmleri içim ezilmeden izleyemiyorum. Eskiden çok hayret ederdim bazı insanlar nasıl bu kadar çabuk ağlayabiliyor diye. Artık ben de (annelik hormonları sağolsun) o insanlardan oldum!

- Eskiden 8 saatlik uykudan azına uyku demezken ve uykumu alamamışsam bütün gün esneyip dururken, şimdi 6 saatlik kesintisiz uyku uyuyabilirsem kendimi bomba gibi hissediyorum. İnanılmaz bir şey, vücudum daha az uykuya alışarak evrildi resmen diyebilirim.

- Kollarım 10.5 kiloluk bir nurtopunu (!) her gün defalarca kaldırıp indirmekten ciddi kas yaptı ve güçlendi. Eskiden tek bir alışveriş torbasını bile taşıyamazken şimdi en ağır torbalar, süt ve yoğurt kutuları vs bana mısın demiyor ve tüy gibi kaldırıveriyorum!

- Bebeğimden uzaktayken başka insanların bebeklerine sulanır, onlara gülümserken bakarken bulur oldum kendimi! Annelik içgüdüleri, hormonları nasıl bir şey, hayret ediyorum!

- Artık başka annelerle bir kızkardeşlik çemberi / dayanışma içinde gibi hissediyorum kendimi. Herhangi bir yerde yanımda bir bebek ağladığında içim acıyarak 'yazık sana' diye geçiriyorum içimden ve gülümsüyorum annesine sıcacık, kızmak/sinirlenmek asla aklımdan bile geçmiyor.

- Annemi çok, çok daha iyi anlıyorum! Çok doğruymuş dedikleri, insan en çok anne olunca anlarmış kendi annesini.




Bir de, bir de...

Mutluluğun tanımı değişti benim için.

Şimdi 'Bana mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?' diye bana sorsalar eğer, sessiz ve güneşli bir odada huzur içinde bebeğini emziren bir anne çizerim :)

Extremely Loud and Incredibly Close


Tom Hanks ve Sandra Bullock isimlerini görünce 'tipik bir Hollywood filmi izleyeceğim' diye kendimi hazırladım, beklentilerimi düşük tuttum. Ama sandığımdan biraz daha güzel çıktı film. Eksikleri ve mantık hataları olsa da, 11 Eylül trajedisini biraz fazla 'Kemalettin Tuğcu' kıvamında içimizi dağlamak için kullansa da, yine de yüreğimde bir yere dokundu, gözlerimden yaşlar aktı neredeyse bütün film boyunca. Öylesine içimi acıttı ki uzun süre acıklı bir film izleyebileceğimi sanmıyorum. Bir de, en kısa zamanda kitabını okumalıyım Foer'in.

True Grit



Ne denebilir ki? Coen kardeşleri seviyorum. Coen kardeşlerin espri anlayışını daha da çok seviyorum (kara mizah) Jeff Bridges'ı ise en çok seviyorum! :)

Saturday, January 14, 2012

O özlem var ya

Hani arada dalga dalga vuran, kendini hatırlatan. İnce ince sızlayan.
O kötü işte.

Monday, January 9, 2012

Rüzgarın Gölgesi - Carlos Ruiz Zafon



O kadar uzun zamandır böylesine güzel bir roman okumaya ihtiyacım varmış ki meğer.. İlk satırlarından itibaren beni içine çeken, okumaya doyamadığım, bana kitap okuduğumu unutturan bir heyecanla içine dalıverdiğim bir roman. Enfes gotik atmosferi ve çok güzel işlenmiş kurgusuyla hayran kaldığım bir kitap oldu Rüzgarın Gölgesi.

Franco zamanında geçiyor olmasıyla bana 'Pan'ın Labirenti'ni anımsattı biraz.. O karanlık, karamsar havayı çok güzel veriyor bize yazar. Ama bir yandan da gizemli karakterleri ve peşinden koştuğu gizemli yazar 'Julian Carax'a benzeyen/benzetilen ana kahramanı 'Daniel' ile Paul Auster'ın tarzını da andırıyor yazarın üslubu. Bu kitabı bir iki cümleyle özetlemek o kadar zor ki. 'Anlatılmaz, okunur' denebilir ancak herhalde. Okuduktan sonra benim için 'şehirlerle özdeşleşen kitaplar' arasına Barcelona - Rüzgarın Gölgesi ikilisi de eklenmiş oldu. Okuduktan sonra o şehre gitmeyi ve gezmeyi gerçekten çok istedim. Umarım kısmet olur bir gün..


Bir de gerçek hayatta yaşasa kesinlikle tanışmak isteyeceğiniz roman karakterleri olur hani, sizin için unutulmaz ve özel olan. Benim için de Fermin Romero de Torres böyle bir karakter oldu bu kitabı okumamla birlikte. Bir karakter böylesine güzel, gerçekçi betimlenebilir mi? Bazı yerlerde Daniel ile olan diyaloglarına kahkahalarla güldüm, Bart da bana 'Bu kadın kitap okurken sayfaları kokladığı yetmiyordu bir de kıkır kıkır gülmeye başladı' ve 'delidir, ne yapsa yeridir!' der gibi baktı :)

Kitaptan çok ama çok sevdiğim, yüreğime kazınan o kadar çok alıntı var ki.. En çok içime işleyenini koyayım o zaman buraya:


“The nurse knew that those who really love, love in silence, with deeds and not with words.”


(Hemşire biliyordu ki gerçekten sevenler, sessizce severlerdi, sözcüklerle değil, yaptıklarıyla.)

Alçakgönüllü olmak bir erdemdir

Yıllar önce, üniversitemde alanında dünya çapında uzman olan astrofizik profesörüme 'siz bu alanın uzmanısınız, şu konuda ne düşünüyorsunuz?' gibi bir soru sorduğumda 'yok canım, ne uzmanı?' diye gülümsemiş, utanmıştı. Ağzım açık bakakalmıştım. Hocamın sorduğum konuda yazdığı bir kitabı ve uluslararası bir çok makalesi vardı. O bilmeyecek de kim bilecekti bu sorunun cevabını?

Yıllar sonra geldiğim ABD'de ise master yaptığım bölümün yıl sonu barbekülerinden birinde, hayatını İran tarihine adamış, yine uluslararası alanda ünlü, 70li yaşlara gelmesine rağmen hala kalın gözlükleriyle elyazmaları okumaktan erinmeyen, üşenmeyen, çok değerli bir hocamız, 'yaşam boyu hizmet ödülü' gibi bir ödüle layık görülmüştü. Hiç unutmam, gerçekten saygı duyduğumuz, 'bir derya' diyebileceğimiz kadar çok bilgili insanlardandır kendisi.

Barbekü bitti, ödül sahibine teslim edildi, konuşmalar yapıldı. 70'lerindeki hocam eline ödülünü aldı, mutlu bir gülümsemeyle sırt çantasını sırtına taktı. Kalın gözlüklerini şöyle bir düzeltti, sonra bisikletine binip evine doğru yola koyuldu! Yine ağzım açık kaldı. Öğrencileriyle konuşmayı bile bir lütuf sayan, burnu havada, hayatta bir kere olsun gülümsememiş 'profesör'lere verilecek bir ders gibiydi bu mütevazilik.

Hayatım boyunca gördüğüm, 'burnu yere düşse eğilip almayacak' diye tabir ettiğim insan tiplerinden sonra bana bu mütevazilik, bu alçakgönüllülük ne kadar şaşırtıcı gelmişti! Kafamda hemen bir bağlantı kurdum. Demek ki bir insanın değeri, ne kadar çok şey bildiğini sanmasıyla değil, alçakgönüllülüğüyle doğru orantılıydı. Her konuda ahkam kesmek değil de bazen 'bilmiyorum, siz ne düşünüyorsunuz?' diye gülümseyebilmek, susmak, bazen dinlemek, mütevazilik ve kendini bilmekteydi erdem.

Bugün bir pozisyona başvururken 'Cover letter' yazmam gerekti. (Bir iş için neden sizi seçmeleri gerektiğini anlattığınız 'niyet mektubu') Ve bir kere daha, bu 'kendini pazarlama' kültüründen ne kadar tiksindiğimi farkettim. O kadar sahte geliyor ki, o kadar yapmacık..

Ben hiç bir zaman kendini ileri atabilen, iş dünyasında kendini 'satabilen', tanıştığı herkesle iki laf arasında bütün CVsini paylaşan...vs bir insan olamadım. Biz akademisyenler mi böyleyiz acaba diyorum bazen.. 'Corporate' dünyaya uyum sağlayamamış, kendi reklamımızı yapamaz olduğumuz için mi akademideyiz.. 'Gereğinden fazla alçakgönüllü' olduğumuz için mi kurtlar sofrasında barınamıyoruz.. Bilemem.

Bildiğim tek şey, alçakgönüllü, içten, içi dışı bir insanlarla çok daha iyi anlaştığım. Ve çok şanslıyım ki hayatımda böyle insanlar çok var :)

Thursday, January 5, 2012

Gerçek aşk



5 Ocak 2011 günü, akşam 9:48. Çok uzun bir günün sonu. Yarı karanlık, son teknoloji donanımlı, büyük bir hastane odası. Çok yorgunum. Artık devam edemeyeceğimi düşünüyorum. Ağzımda buz parçaları. Susuzluktan ölmek üzereyim. Gücümün tükendiğini hissediyorum, sona geldiğimi, pilimin bittiğini. Yorgunluktan ağlamanın bir kaç dakika uzağındayım sadece.

Bir anda sarsılıyorum. Dünya duruyor bir anda. Zaman duruyor. Dağların tepesindeki karlar gibi bembeyaz, pamuk gibi yumuşak, tombiş yanaklı, topidik bir kız bebek görüyorum bir anda. Atıyor ilk çığlığını, bir bezle temizlenir ve boyu, kilosu ölçüp biçilirken. İncecik sesiyle ağlıyor. O ses kulağıma dünyanın en güzel müziğinden daha güzel geliyor.

Sarıp kundağa, çıplak göğsümün üzerine koyuyorlar onu. Hala titriyorum yorgunluktan, yaşadığım duygu yoğunluğundan, yüreğimdeki heyecandan. Allahım, bu akça pakça, bu kocaman gözleriyle bana bakan, bu dünyanın en güzel bebeği benim mi? Bu tombiş yanaklı, güzel elli, küçük bir kuş gibi titreyen, incecik sesler çıkaran, bu hediye paketi benim mi? İnanamıyorum, içim titriyor. Dokunmaya bile kıyamıyorum. Allahım, ben bu kadar güzel, mükemmel bir şeye nasıl bakacağım? İçimde korku, heyecan, mutluluk, endişe, hepsi birbirine girmiş.

Gözlerinin içine bakıyorum. Gerçek aşkın ne anlama geldiğini işte o anda anlıyorum. Güzel kızım yüreğimi alıp ellerinin içinde tutuveriyor. Hayatımın sonuna kadar onda kalacak bundan sonra yüreğim. Biliyorum.