Saturday, December 10, 2016

Köşe


Aralık 2016.

Soğuk ve karlı bir akşam vakti.

Dışarıda kar fırtınası hızını usulca arttırırken...

35 yaşında bir kadın, elinde çay fincanı, usulca yudumlayıp, dışarıda hafif tüyler gibi uçuşan kar tanelerini izlemektedir.

Aklında Cenap Şahabettin'in mısraları.

Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş; 
Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar Geçen eyyâm-ı nevbahârı arar... Ey kulûbün sürûd-i şeydâsı, Ey kebûterlerin neşîdeleri, O bahârın bu işte ferdâsı: Kapladı bir derin sükûta yeri karlar Ki hamûşâne dem-be-dem ağlar! 



6 senedir yuva dediği evde, nice mutlu akşamlar yaşadığı köşede, uzun kış geceleri boyunca elinde çay fincanı ve bir kitapla üzerinde saatler geçirdiği koltukta otururken..

Düşünmektedir. 

'Daha buradayken burayı özlemek' nedir? İnsan, içinde bulunduğu ana nasıl nostalji duyar? Bunları. Ve daha pek çok şeyi.

O köşeden sokağı izlediği günler birikmiş, dışarıdaki kar taneleri gibi yağmaktadır üzerine.

Zamanın, hafızanın, anıların ağırlığı, bir yük gibi binmiştir omuzlarına.

İç geçirir kadın, sarı lambanın camdaki yansımasının üzerine doğru usulca düşen kar tanelerini izlerken.

O evde geçirdiği son bir kaç güne girerken. 

Çayından bir yudum daha alır. Sonlar, yeni başlangıçlar, evler, evlerdeki hayatlar üzerine düşünür. 

Hayatın esrarı üstüne düşünür. Anlar ve günler bazen uzayıp giderken, geriye dönüp bakınca yaşamın nasıl bir ışık seli gibi akıp gitmiş olduğuna şaşırarak.

Soğuk bir Aralık akşamı.

Kadın düşünür. Karlar düşer.

Melankoli, yüreğine soğuk rüzgarlar gibi eser. Ürperir kadın, titrer içi. Elindeki fincana daha sıkı, sımsıkı sarılır.


Monday, November 28, 2016

Bir masa etrafında


*String reprise*

Sizin yanınızda..

Evimde hissediyorum kendimi.

Sevgiyle sarmalanıyor, huzurla doluyorum.

Bir somun ekmek dilimine tereyağı ve balı katık etmişim de yanına bir demli çay koymuşum..

Yanımda siz. Gülüşleriniz. Bakışlarınız. Kucaklayışlarınız.

Çok sevildiğimi bildiğim yerlerde (annemin, anneannemin evinde mesela) hissettiğim o rahatlık, mutluluk hissi. Kendim olabildiğim, hiç bir maske takmak, hiç bir role soyunmak zorunda kalmadığım, hiç bir savunma mekanizmamı harekete geçirmek zorunda olmadığım zamanlarda hissettiğim o ferahlık, özgürlük hissi.

Aynı dili konuşuyor ya hani yüreklerimiz, ben bir kelime dahi söylemeden bakışlarımdan anlarsınız beni.

Beni benden daha iyi tanır ve anlatırsınız bana kendimi, ki gülerim çocuk gibi, ama hiç şaşırmam.

Kendi kodlarımız, kendi mimiklerimiz, kendi şifrelerimiz vardır, anlayamaz başkaları.

Beni asla yargılamayacağını bildiğim aklınızın yanıbaşında durunca, benzersiz bir güven hissi kaplar yüreğimi.

Yanımda siz.

Bir battaniye gibi sarmalayan, saran sevginiz. Varlığınız.

Çayımdan bir yudum daha alırım. İçim ısınıverir.

Bir masa etrafında oturmuşuzdur yine. Gece uzanır önümüzde.

Kahkahalar atar, ağlar, gülümser, bağırır, fısıldarız.

Okuruz.

Yaşamın özünü, öz suyunu damıtır, kelimelere döker, yazarız.




Monday, October 3, 2016

Goodbye, Rogers Park.






I look out the window, at the slowly darkening sky, and think…Is the sky really the same everywhere? I feel like the sky has a very Chicago quality to it just about now..

I look at the darkening Chicago sky, and think about the skies and clouds of my childhood. The skies and sunsets of Istanbul were somehow never very dramatic, pretty gray in fall and winter, somber, quiet. As if the sky was afraid of competing with the beauty of the city.

The Chicago sky seems to put on a show with every sunrise and every sunset. I look at the formations of clouds, the unique ways in which they arrange themselves, the way they seem to blush with the sunset.

This was my last summer in Rogers Park. After 6 years, we are getting ready to pack and leave for the suburbs. Leaving the home that saw the births of our two children, one graduation, countless meals, cups of tea, cups of coffee, birthday parties, laughter echoing on the walls, tears, shouts, whispers, murmurs, lullabies, songs…

As all lasts go, the whole summer was tinged with nostalgia. I roamed the streets of Rogers Park with a growing melancholy inside me, visiting all the places that defined the last 6 years for me.

Rogers Park is, for me:

Loyola’s Cudahy Library, where I wrote my dissertation while sipping black, bitter coffee and looking out at the expanse of Lake Michigan and chewing on ends of pencils.

The Growling Rabbit, where I read and wrote, and people-watched while the residents of nearby nursing homes came in for a hot drink on chilly days, and warmed themselves with each other’s presence, conversation and laughter.

The Starbucks at Sheridan and Columbia, where I sat outside on the patio and watched life go by on Sheridan Road, with all the noise and bustling of a toddler running at full speed.

The Red Line station, elevated from the street and, like all Chicago EL stops, floating above the city in a sort of suspended reality, smelling of burnt metal and warm asphalt.

The Waterfront Café, where I spent countless evenings with friends, feeling my soul expanding with the lake, eating, drinking, laughing.

Loyola Park, where my children took many, many naps in their strollers while I walked by the murals on the wall, taking in deep gulps of air carrying smells of the lake, algae, and warm sand.

Lazarus Park, where I spent many hours reading on a bench while my daughter played. Where the tiny handprint of her 2 year-old self still stays, painted on a wall with those of other children.

Rogers Park is its people, hailing from so many different backgrounds, points of origin, ethnicities, languages, religions, traditions…Yet converging as one at the crossroads that all somehow end at the lake.

Rogers Park is my old, sturdy Pentax K1000 analog camera. With which I took countless black and white snapshots of the beaches, the shore, the people, the pets, the seagulls, the skies.. It is the magic of photography in a vibrant and extremely urban space.

It is Armadillo’s Pillow, the magical bookstore that smells like old pages, vanilla, incense, old rugs and dark red velvet sofas. The little heaven that was a refuge, a secret hiding place and a literary wonderland for me and my daughter on so many rainy, windy days. The bookstore that seemed to be larger than it looked from the outside, with many nooks and crannies to be discovered. The space so full of positive energy that I felt like it was therapeutic for me, and nothing bad could ever happen to me there, even on the darkest days.



Most of all, Rogers Park for me is the little secluded beach at the end of our street, and Pratt Pier. Where I went for long walks on dreary days, where I watched seagulls perch on the wet sand and watch me with their careful eyes. Where I took long walks while the waves lapped at my feet on long, warm summer afternoons.. Where I stood at the end of the pier by the old, rusty skeleton of a lighthouse and looked out at the skyline of the city in the distance. The city that has come to mean so much for me, that has defined one third of my life, that has changed my life and adopted me as its daughter and has embraced me, consoled me, enraged me, hugged me, pulled me in and pushed me away.

The surface of the lake extends away in ripples and waves. I look at the Chicago skyline, and I look back at Rogers Park, where I left so many different parts of my soul. As I prepare to take a new step, move in a new direction, start a new adventure, I take a breath. No matter where I go, I am the daughter of the city. I am a child of Rogers Park.




Esra, October 3, 2016


Wednesday, August 3, 2016

Yaş otuz beşe yaklaşırken...

'Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;Hatırası bile yabancı gelir.Hayata beraber başladığımız,Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;Gittikçe artıyor yalnızlığımız.'

Cahit Sıtkı Tarancı






Günlerin ritmi içinde kaybolmuş, yaşayıp giderken.. Hayat insanı hiç tahmin etmediği yerlere doğru sürüklerken, bu yaşta olmak, 'Dante gibi ortasında' olmak ömrün, nasıl bir şey?

Herşeyin azı güzel.. Yaşamımdaki insanların bile. Minimalizm, evimdeki eşyalarla sınırlı değil. Az ve öz, çok derin bağlarla bağlandığım, çok güzel insanlarla çevriliyim.

Ağzımda acı kahve tadı, edebiyat ve müzikle doldurduğum yaz günleri.. Yalnızlığımız artmakta, ama bu kötü bir şey olmak zorunda mı? Yalnızlığın da kendi güzelliği yok mu sevgili Cahit Sıtkı?

Anlara şükretmekten başka ne var elimizde?

Hayat, o anların güzelliği için sabah yataktan kalkabilme gücü versin hepimize.

Sevgiyle,


Moonie



Sunday, July 17, 2016

Yolculuk



Yeryüzünün bir şehrinde bir havaalanında bekleme halinde, bir dağınıklık hissi. Sanki yüreğim on parçaya ayrılmış ve her bir parçasını başka bir yere gömmüşüm gibi. Eski Mısır tanrısı Osiris gibi bedenim bölünmüş ve birisi her bir uzvumu ayrı bir yere saklamış gibi. Kendimi, kendi parçalarımı arıyorum, dünyanın dört bir yanında. Okyanusların altında, bulutların üstünde dolanıyorum deli rüzgarlar gibi. Yazmak adına yazıyorum.

16 Haziran 2016

Saturday, July 2, 2016

Rastlantisal siir

Ve bitirdiğim günün ardında kalan,
Acı bir kahve tadı ve buruk bir gülümseyişse gözlerindeki,
Bitmeyen akşamlar boyunca o gülüşü beklemekse,
Ve bir nefeste çekivermekse içine,
Başını döndüren sonbahar güneşini,
Sarmalar seni, beni, bir akşam buğusu.
O duman kokusu, şehrin uğultusu. 



Tuesday, June 14, 2016

Vuslat - 2


Çocukluğumun günlerini, gecelerini bezeyen martı sesleriyle uyumak.. Pencere pervazında mırıl mırıl kumru sesleriyle uyanmak. Geceyi delen hüzünlü sabah ezanı. İlkgençliğimin kitaplarıyla dolu odalarda, onların kokularıyla huzur bulmak. Pencereden içeri dolan sarhoş edici yağmur kokusu. Islak kiremitli damlar, parçalı bulutlu gökyüzü. Merhaba İstanbul.

Tuesday, May 31, 2016

Red Eye Flight

The prettiest thing
I ever did see
Was lightning from the top of a cloud
Moving through the dark a million miles an hour
With somewhere to be...


Norah Jones





The first time I set foot on a plane was when I was 17 years old and going abroad by myself for the first time in my life. As I settled into my seat, the plane started moving, then it gained a speed which I had not encountered before, and then the wheels left the ground. As I looked down at the receding ground and at the slowly diminishing shadow of our plane, I felt an exhilaration like never before. It was love at first sight. I was one of those rare people who actually felt even more at home in the air than on the ground. I loved the feeling of freedom it gave me, the possibility of movement, the birds-eye perspective it gave me on the world down below. Everything that I knew and even my whole city felt small, insignificant, part of a much larger whole. Little did I know that this was only the first of many such flights, that I would leave my hometown at the age of 21 and only come back again for brief intervals, and only as a tourist from then on.

As I take this red eye flight from Vancouver to Chicago exactly 17 years later, I look at the sky outside and think how magical flying really is. We nowadays take it for granted, but it was a dream for thousands of people in previous centuries. 

The whole plane is sleeping. I wake up from an uneasy nap, and look outside.

The day starts breaking, and the clouds take on more dimensions than usual. They become tangible, more real, and surround us with their surreal shapes and gigantic sizes. We go through valleys and plateaus of clouds. As they part, the soft peach glow of dawn blinks at me from the horizon. Above it all, a crescent moon bears witness to the magical landscape. It is as if in the whole world, the only awake beings are me and the moon, admiring this magical moment. With eyes wide open, I take it all in, the silence and the quiet beauty of it all.

Clouds are such surreal beings, they almost hang suspended between reality and fiction.. They have form and color, yet no tangible being. As we descend through them, they watch us like ancient ghosts with a consciousness of their own, and the memory of thousands of days and nights, of thousands of raindrops and rainbows hang in their mystical, corporeal reality.

A magical moment that is neither day or night, I am neither here or there, suspended in mid-air. 

We descend through the valley of clouds, and in the distance,  the signature orange glow of my hometown, "the city with the big shoulders", lights up the semi-darkness of the horizon. We approach the city from the north, and Lake Michigan lies like a pitch-black, dark and ancient beast below us. The lights of the city approach, getting nearer, forming a grid, and in a tiny intersection point of that grid, the people whom I have given pieces of my heart to, my husband and children, lie sleeping, dreaming of the morning that is about to descend on them. I squint and look at my city through sleepy, heavy eyelids. I send my love showering on them, and send my gratitude to the skies, thanking the metal bird that brought me home to my loves.

"Cabin crew, prepare for landing."

I close my eyes and smile. I exhale. I am home.



Esra, May 30, 2016





Sunday, May 1, 2016

Limanında


'Bagajsızım, sadece bir kaç kıyafet,
kahvaltım çayla simit..
Benim hikayem neydi, unuttum..
elimde yaralar, biraz da cüret.
Bırak artık dünyayı,
Zarları hileli..
Yorgunsun
Yüzünden belli
Bırak artık dünyayı,
Zarları hileli..
Ağlamışsın
Gözlerinden belli.'
                                          Teoman


Limanlardan gemiler kalkıyordu.. Biz ağlıyorduk. Gözlerimizden belli oluyordu.
Yüzyıllar önce yazılmış mısralarda, satırlarda kendimizi buluyorduk. Hapsolduğumuz hücrelerin duvarlarında minik bir çatlak oluşuyor, içeri günışığı sızıveriyordu. Gözlerimiz kamaşıyordu, gözlerimizi kırpıştırıyorduk. 
Yeni günlere, yeni sabahlara, yeni yaşamlara uyanıyorduk. Birbirimize uzattığımız yüreklerin ucundan tutuverip, birlikte ayağa kalkıyorduk. Sırt sırta verip, titrek adımlar atıyorduk.
Hayat bize, hiç tahmin etmediğimiz falsolarla yumruklar atıyor, bizi yerlere savuruyordu. Aniden yere çakılıyor, sonra gözyaşları içinde gülümseyerek geri kalkıyorduk.
Yorgunduk, yüzümüzden belliydi. 
Derin nefesler alıp, bir günün hesabını bitirip, bir başka güne başlıyorduk. Bir ayağımızı öbürünün az ötesine koyuyor, bir adım daha atıyorduk. Bir adım daha, bir adım daha..
Nefesten nefese, gündoğumundan gündoğumuna, akşamdan akşama yaşıyorduk hayatı.
Ötesini bilmiyorduk. 
Gözbebeklerimiz, yaşlarla yıkanmış, parlıyordu.
Yalnız değildik. Acımızı birlikte göğüslüyor, battığımız çamurların içinden de, uçtuğumuz gökyüzününün yüksekliklerinden de aynı erinçle çıkıyor, yokolup, kül olup, sonra yıkıntıların arasından yeniden doğup, kanatlanıyorduk.
Nefesten nefese varolmayı başardıkça, yeniden gülümsüyorduk.
'Elimizde yaralar, biraz da cüret', yeniden başlıyorduk yaşamaya.


1 Mayıs 2016
Sevgili fishingtilda'ya..


Tuesday, March 8, 2016

Geçmiş, yolumda uzanmış bir ayna gibi...


Loreena McKennitt'in bir şarkısı, ya da ne bileyim 90lardan uyduruk pop şarkıları bir anda beni geçmişime, ergenliğime, o upuzun senelere götürüyor.. Birdenbire. Şaşırıyorum.

Bizim Dragos'taki evde, orta kattaki tuvaletteki oval şeklindeki kenarları metal oymalı aynaya uzun uzun bakar, yüzümü incelerdim. Seneler sonra tam o anı hatırlayacağımın bilincinde olarak..Ne garip, işte şimdi seneler sonraki o noktadayım. Kendimi, kendi hayatımın içinde zaman yolculuğu yapmış ve o aynadan kendime bakar gibi hissediyorum.

Günler geçerken zaman bir farklı akardı o zamanlarda.. Okuldan geldikten sonraki saatlerde, evimizin en üst katındaki Marmara Denizi'ne ve adalara bakan pencereden uzun uzun bakar, düşünür, düşünürdüm.. Hüzünlü şarkılar dinleyip, denizin ve gökyüzünün akşam çökerken yavaş yavaş kararmasını izlerdim.. Mutlaka yağmur yağardı o Ekim-Kasım akşamlarında. Bahçeden mis gibi nemli toprak kokusu yükselirdi. Bahçenin ortasındaki taşlar ve dekoratif kilden yapılmış testi pırıl pırıl parlardı. Akşam yavaşça çöktükçe gökyüzüne, karşıda adalarda ışıklar yavaş yavaş yanmaya başlar, denizin öte yanından göz kırparlardı bana. İçime sebepsiz bir hüzün çökerdi.

Odada yanan elektrik sobasıyla ısınmaya çalışır, şiir defteri olarak kullandığım boş ajandama bir yerlerden okuduğum bir kaç mısrayı kaydeder, hüznün etkisiyle ben kendim de bir kaç mısra bir şey karalardım.. Zamanın akışı şimdikinden farklı gibiydi..

Adele'in dediği gibi, 'Sanki milyonlarca sene önceydi'.. Sanki o ben, şimdiki ben değilim. Yaşamımızın her anında farklı bir 'ben' oluyorsam, ölmeden önce kimbilir kaç 'ben' daha yaşayacağım? Kaç farklı kılığa bürünüp, kaç dönüşüm geçireceğim?

Melankoliye bulanmış, geçmişin yolumun üzerinde sırlı bir ayna gibi duran parlaklığıyla körleşmiş, kendi hüznümde yitip gitmiş bir Salı günüydü. Zamanın kendi üzerine katlanarak beni o aynadaki 16 yaşımdaki benle yüzleştirdiği, garip bir gündü.

Geçmiş dediğimiz şey, bize kendimizi yansıtan bir ayna değil mi zaten?




Sunday, February 21, 2016

Zeynep's Sunday routine


A cold February morning. We rush downstairs, panting. We don't want to be late for your class. I take us to the alley behind the building, put our recycle in the bin. You wait for me, standing by the corner. I take your cold little hand, and we walk to the music store. We push the heavy door and step into the store. Your piano teacher greets us, I take your coat off, you take your book and run to the magic half hour you will spend inside the black and white notes. I open my own book, and for 25 minutes lose myself in a faraway world, my body in the store, my mind somewhere else. I hear some people entering and exiting the store, but their voices come as if from a different room. Just as I finish a chapter, you run out of your classroom, I talk with your teacher about your progress, he tells me what your homework for the week is, and we are off.

Holding my hand, you wait impatiently for the traffic light to turn green. "When will it say 'go?'" you ask. We run across the street and rush our bodies into the warmth of the coffee shop. You get your favorite chocolate milk, me my medium roast. We find two empty chairs in the long table, sit down. You drink your chocolate milk and watch the world around you with big, curious eyes. I sip my coffee, try to read some more, then give up (I can never read well in cafes anyway). When you are done with your drink, I take out some coloring books and pencils. You color slowly and deliberately, humming something to yourself, while I people watch and enjoy the bitterness of the pure black coffee (no cream, no sugar).

Time slows down, people come, people go. We sit there, watching, lingering. We are not in a hurry. It is one of those rare, luxurious moments in which we can afford to linger, to stay a bit more, to let time stretch on into the gooey oddness of aSunday afternoon.

When you start fidgeting in your seat, I finish up my coffee. You insist on doing everything yourself, of course, and put on your coat and hat. We step out into the cold February afternoon. "To the bookstore!" you yell, with the certainty of a captain giving orders on where his ship will turn to next.

All of a sudden, you turn to me and say "I love feeling cold, mom." What a marvelous thing it is, to be able to actually notice all the little sensations that visits one in a single day, to feel life so fully, to completely lose yourself in the moment and live each moment as if you were experiencing it for the first time. I envy that a little. I have lost that magical ability, little girl, and I now take everything for granted. Yes, it is amazing to be able to feel the cold air on my face, after the stuffy air of the enclosed box that is the coffee shop. Yes, it is amazing to truly feel something, anything.

We cross the street back to the other side, you run ahead of me and yell "It's open, yay!" with that pure joy in your eyes, and we once more seek refuge from the cold, this time inside this magical, heavenly space that embraces us with its smells, sights and sounds.

You browse the picture books, I browse the paperback pile by the stairs.. You plop into your favorite comfy chair, scanning the pages and trying to build the storyline in your mind. You are five and on the verge of reading, but the words and sentences have not fully opened up their secrets to you just yet. You eventually come to me and ask me to read the book to you. I smile, and oblige.

After some time, you start running up and down the stairs. You start disappearing between the stacks. I know this game, and I can't not play along. You love to play hide-and-seek in the nooks and crannies of the used bookstore, getting deliberately lost and letting out a squeal of delight when I find you. The energy of growth in you compels you to run, to move, to get lost, to want to be found and then start all over again. It's so marvelous, so amazing to see.

You are five years old, and your memories have just started to etch themselves into your mind. I cannot help but wonder...What will you remember from all this? When you are a young woman trying to look back into the past and try to retrieve moments of happiness like fishing out small glistening pearls from the bottom of the sea...When you look back into your childhood, what will you remember? What will you see there, in the mirror of memory?

Will you remember the smell of coffee, and how the gray February day is reflected in the windows? Will you remember the mysterious smell of the used bookstore, a mixture of incense sticks, old books, and dusty curtains? Will you remember the way your fingers moved on the piano, trying to bring together a melody? Will you remember how you fill pages with colors? Will you remember holding my hand and walking on the street? Will you remember looking at the bare tree branches and noticing how they stand against the sky? Will you remember walking to a side street and checking out a little fairy house, complete with little doors, staircases and a castle tower?

In that future, where you are a fully grown, adult woman, what will you see when you look back, my little girl? Will you see happiness? Will you see love?

Love you forever, and always.

Your mom

February 21, 2016


Thursday, February 11, 2016

Gray

And he wondered...why? Why these mornings, these sunsets, these gloomy afternoons when the sun seems to be in hiding in the middle of February, these branches rising up to the sky, these rainy evenings when the street lamps take on a halo that is almost hazy… Why this heartache?  He reached over to his bedside table and picked up a cigarette. In the evening light, all the room seemed to be fading. The room, the monotone wallpaper, the simple bed, the curtains, the desk with a few notebooks on it, the small rug on the linoleum floor…Everything was so familiar, and yet so different and strange at the same time.

Half lying down, he lit his cigarette. The sound of the lighter click almost echoed in the emptiness of the room.  Outside, the last of the evening light was dwindling away. He took a deep drag, and exhaled while watching the smoke soften the light of the desk lamp. The black coffee in his cup had turned into a cold, bitter mess. He pushed it away, and lay on his back.

Out of the semi-darkness, a voice comes. A melodious, piano voice. The voice from his dreams. She must be…what, eight now? A red hat on a head of golden hair…A red, button-down coat… A bubbly laughter like concentrated sunshine. A velvety voice, so familiar, so close, he can almost touch it… He takes another deep drag from the cigarette, the smoke fills his lungs and his tired heart, the smoke fills him completely, fills his arms, legs, his head, his eyes, his ears. It trickles from his eyes. His tears are gray. The gray of the February evening. The gray of remorse. The gray of all those mornings, afternoons and evenings, lost in time, irretrievable, forever.

He takes a deep breath. He dumps his cigarette in the black, murky pool of the leftover coffee. He feels the whole room start to shake. The world as he knows it begins to fade away into the crumbling nothingness of the evening. His bed is convulsing, the windows are rattling, the desk lamp slides over to the edge of the desk and is about to fall over. The notebooks open, the pages start flying out of them into the air. A wind starts blowing. His hair is tousled by the wind picking up, his tears float away from his face, his hands try to hold on to the sides of the bed.

The phone starts ringing. The sound of it is almost lost in the wind. The skin of his face feels taut from the force of the hurricane bearing down on him. He staggers to his feet. He stretches his hand out to the phone ringing in the middle of chaos.

He picks up the receiver. The wind howling in his ears drowns out everything. He breathes a barely audible “Hullo?” into the phone.

The wind stops. The curtains fall down. The notebooks close. The bed stops shaking. The lamplight fills the room, more tranquil than ever.

“Daddy?”     






Esra, Feb 11, 2016

Thursday, February 4, 2016

Yıldızların tozuna bulandık..


Öyle oldu o gece... Hepimiz yıldız tozu değil miyiz, karanlık uzayda tesadüfen birbirine çarpan, çarpışan, boşlukta salınıp birbirine değdikçe parlayan, yokolan.. Bir süpernova patlamasında yokolup, küllerinden yeniden doğan.. Devinen, yol alan, olduğu yerde dönen, hem yalnız, hem birlikte...

'Dün gece sen uyurken, yüreğim bir yıldız gibi bağlandı sana.. / İşte bu yüzden, sırf bu yüzden, yeni bir isim verdim sana...' diye derinden sesiyle yüreğimizi titretti Derya.. Yıldızlardık biz evet, şu sonsuz uzayda nasıl olduysa aynı boşluğun içine düşmüş, elele tutuşmuş, iki karanlık boşluk ortasındaki bu parlak kıvılcımda nasıl olduysa birbirini bulmuş bir kaç ruh.. Parlayıp sönmeden önce birbirimize dokunmuş, birbirimizi değiştirmiş, kendimizi değiştirmiş, devinerek, dönerek kendimizi bulmuştuk. Kaç kez yıldız ömrümüzü tamamlayıp yeniden doğmuştuk. Kaç kez herşey bitti sanıp uzayın siyah karanlığında yitmiş, sonra yitirip ziyan olduğunu düşündüğümüz her şeye yeniden kavuşmuştuk..

Ya dışındaydık çemberin, ya da içinde yer alacaktık.. Kaç kere yörüngelerimizden çıkmış, sonra başka bir çekim gücüne kapılıp başka galaksilere dahil olmuştuk. Ruhumuzda kaç yaşamın, kaç yıldız ömrünün izlerini taşıyor, milyonlarca yıldır süregelen bir tarihi bedenimizde yeniden yazıyorduk..

Karanlıkta buldu yüreklerimiz birbirini, can bulduk, gözyaşlarımız iz bıraktı karanlıkta kuyruklu yıldızlar misali, bir olduk.

Bir yıldızın eli uzanıp bir diğerininkini tutar. Sonsuz uzayda, milyonlarca yıldır görülmemiş, eşsiz, benzersiz bir etkileşim. Yürekler çarpışınca, titreşimleri tüm uzaya yayılır.

Bir yıldız patlaması.. Sonsuz karanlığın içinde bir yıldız ölür, bir diğeri doğar.

Hepimiz yıldız tozu değil miyiz?



Saturday, January 23, 2016

Mustang - Deniz Gamze Ergüven



Chicago'da Music Box Theatre'da izledim sonunda Fransa'dan Oscar adayı olan bu filmi.. Uzun zamandır bekliyordum gösterime girmesini. Filmden müthiş sarsılmış ve öfke dolu çıktım. Filmi izlemeye birlikte gittiğim arkadaşımla epeyi tartıştık, ki bu bile kayda değer bir film olduğunu gösteriyor bence. Yönetmen Türkiye gerçeklerine çok hakim olmadığından bazı gerçeküstü sahneleri yok değil. Ancak, kendim de filmin geçtiği Trabzon çevresinde bir süre kalmış ve o boğucu havayı yaşamış biri olarak özellikle Türk kadınlarının yaşamlarına dair bazı sorunları çok iyi yansıttığını düşünüyorum. Özellikle toplumun cinsellik konusundaki ikiyüzlülüğünü, ataerkil sistemin kadınların omuzlarına bindirdiği yükleri abartıya kaçmadan, çok insanın gözüne sokmadan alttan alta epeyi başarılı işleyen sahneleri var.  Bir de güzel bir Gezi göndermesi bile yakaladım :) Oscar ödülünü alıp almayacağını bilemiyorum (Oscar'ın her sene değişen dinamikleri sebebiyle) ama bu zor konuları başarılı bir şekilde işleyen filmler arasına girdiği kesin.






The Revenant - Alejandro Gonzalez Inarritu



Bütün film boyunca titrediğim, içimin üşüdüğü doğrudur. Çoğu sahnesi, hem görsel güzelliği ile, hem de içerdiği vahşetin boyutuyla beni derinden etkileyip sarstı. Leonardo DiCaprio'nun oyunculuğu artık şüphe götürmez bir hızla daha iyiye doğru gidiyor zaten, bu filmle Oscar'ı alması olası. İnsanın doğa karşısındaki çaresizliğini gösteren, insana dair duyguları böyle bütün çıplaklığı ile verebilen filmleri seviyorum. Çoğu sahnesini izlemesi çok zor olsa da, uzun süre etkisi altında kaldığım Inarritu filmlerine bir yenisi daha eklenmiş oldu.

Tuesday, January 12, 2016

Kış günleri, Melody Gardot, bir fincan aci kahve.



Bugünlerde bu kadife sesli, kendi güzel, ruhu güzel, yüzü güzel kadının sesine aşığım. Tamamen bir tesadüf eseri keşfettiğim bu ses beni öylesine derinden etkiledi ki, kısa süre içinde hayranı oldum. Biraz hayat hikayesini okudum, bolca şarkılarını dinledim. Bütün sevdiğim sanatçılar gibi, sanki yanıbaşımda duruyormuş ve dertlerimi paylaşıyormuş gibi yakın hissettim kendimi ona.

Benim gibi daha önceden büyük bir trafik kazası geçirmiş olduğunu öğrendim mesela. Ve bedeninde, beyninde ve gözlerinde bu kazanın bir çok iz bıraktığını. Bu yüzden kendimi ona çok daha yakın hissettim. Böyle büyük bir travmadan sonra hayata nasıl müzikle bağlandığını görünce müziği benim için çok daha büyük anlamlar kazandı. Aynı yollardan geçtiğim için hayatın insana bazı şeyleri nasıl onu acının içinden geçirerek öğrettiğini, aslında her yaşadığımızın bize ne çok şey kattığını da gösterdi.

Böylesine acılar çekmiş bir insanın sesi nasıl bir pınardan akarmışçasına temiz, berrak ve ılıman bir iklim gibi rahatlatıcı çıkar? Melody Gardot şarkı söylerken sanki kocaman kadife bir yastığa gömülüyorum, huzurlu, uzak ve uçuk mavi diyarlara yol alıyorum. Pembe bulutların üstünde gezinip, yıldız tozlarına bulanıyorum. Böylesine yumuşak, pürüzsüz bir ses olur mu? Olurmuş..

İyi ki varsın Melody.. Bir fincan sıcak, simsiyah, aci kahve içerken o kadife sesini dinlemek yaşamımın en güzel renklerinden biri oldu bu günlerde.