Sunday, December 31, 2006

Bu güzel bayram sabahında

Türkiye'de sevdiklerimle birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyorum:)

Bu güzel sabahta:

- Kalkıp derin bir nefes alın, size yaşadığınızı ve yaşamın ne güzel olduğunu hatırlatan.

- Sevdiğiniz birine sarılın.

- Siyah çikolata yiyin.

- Hala hayattalarsa anneannenizi / babaannenizi arayın.

- Kocaman bir kahkaha atın.

- Khaled, Rachid Taha ve Faudel'le coşun ;)



Saturday, December 30, 2006

'Yılbaşı', bayram, kutlamalar



'Yılbaşı kutlama' kavramının bana ne kadar ters ve komik geldiğini söylememe gerek yok sanırım. Sevdiğim insanlara, aile ve arkadaşlarıma yeni gelen yıl için en iyi dileklerimi söylemek, ya da onları düşündüğümü belirten bir kart atmak gibi güzel bir adetten çok, 'eğlence' dayatmasından bahsediyorum. O gece dışarı çıkıp sabaha kadar 'eğlenme' zorunluluğunu bana her yönden dayatan medyanın bu tutumundan ne kadar rahatsız olduğumu, hatta tiksindiğimi her fırsatta açığa vurmaktan geri kalmıyorum. Özellikle birileri bana 'O gece dışarı çıkmak ve eğlenmek zorundasın' ya da 'Herkese (büyük bir olasılıkla ihtiyaçları olmayan ve daha sonra bir yere kaldırıp unutacakları) hediyeler almak zorundasın' diye sürekli tekrarlarsa bu bende ters tepki yapıyor. Tüketim toplumunun bana dayattığı yapay mutluluk vaatleri bana çok sahte ve gereksiz geliyor. Aynı zamanda bu 'eğlenme zorunluluğu' parasız olan çoğu insanı gerçekten çok mutsuz yapıyor, hem de tamamen medya ve popüler kültür tarafından 'uydurulmuş' bir kavram uğruna. Bu insanlara gerçekten neden mutsuz olduklarını sorarsanız cevap veremeyeceklerinden eminim, herşey o kadar para ve sosyal statü kokuyor ki, onlar bile tam olarak neyi kaçırıyor olduklarını bilemeyeceklerdir.

Mesela, evlerine garip bir uyarlamayla yılbaşı kutlaması niyetine Hristiyanların Noel bayramı için kullandıkları ağacı kuran Türk ailelerinden kaçı, aslında o ağacın simgelediği şeyin İsa'nın doğumunu kutlamak olduğunu düşünüyor? Eğer gerçekten bunu düşünerek ve bu düşünceyle isteyerek süslüyorlarsa o ağacı, hiç bir sorun yok bence. Ama bu ailelerinin en azından yüzde doksanının tamamen medya ve popüler kültür dayatması ve Batı özentiliği sonucu ağaç alıp süslediğine eminim. 'Kültür emperyalizmi' denen şey de işte tam bu yollarla giriyor hayatımıza zaten.. Derinden ve sinsice..

Bu dünyada sürekli fakirlik ve sefalet içinde yaşayan onca insan varken, her gün çocuklar ve bebekler ölürken korkunç sebeplerle, heryerin gereksiz yere kalabalık ve sigara dumanı dolu olduğu, herşeyin gereksiz yere pahalı olduğu bir gecede dışarı çıkıp gürültü, duman ve kalabalık arasında bazı insanların ancak bir ayda kazanabildiği miktarda parayı havaya saçmak bana çok ters geliyor.

Tabii ki eğlenmeyi ve yaşamın tadını çıkarmayı ben de çok seviyorum, bir insanın hayatında eğlendiği, dinlendiği, sevdikleriyle zaman geçirdiği anlar yaşamaya değer yegane zamanları oluşturuyor çoğunlukla.. Ama bunu kendi yöntemlerimle, çok daha doğaçlama ve hayatın içinde kendiliğinden oluşan anlarda yapmak çok daha fazla hoşuma gidiyor. Sevdiklerimle birlikte geçirilen her gün ve sağlıklı olduğum her an zaten benim için bir bayram, bir kutlama niteliği taşıyor. Bu anların tadını çıkarmak için dışarıdan gelen dayatmalara, zorlamalara pek ihtiyacım yok..

Yaşamımızda bize her gün sunulan, hediye edilen küçük mutlulukların ve sağlığımızın değerini bilmeyi öğrenmeli, her günümüzü bir bayram gibi yaşamalıyız bence.

Bir bayramla başlayan 2007'nin her gününün de bayramlar kadar mutlu, neşeli ve güzel geçmesi dileğiyle! Yeni yılınız mutlu, bayramınız kutlu olsun.

Wednesday, December 20, 2006

İstanbul - Anlar


Kanatlarında bütün dünyanın rüzgarlarını taşıyan bir martı olmak bu şehirde.. Herşeye, bir şehrin yaşamının içine dahil olan herşeye, insana dair bütün duygulara, yaşamlara, sevinçlere ve acılara yukarıdan bakmak, süzülmek kış güneşiyle zor aydınlanan puslu gökyüzünde.. Bir vapurla arkadaş olmak, dolaşmak kıtalar arası bir rotada, kendi yansımanı görmek koyu, durgun sularda.. Bir martı olmak, Sait Faik'in ya da Orhan Veli'nin martılarından biri gibi süzülmek bu şehrin gökyüzünde..


Ya da eski bir evin arka bahçesinde dolaşan minik bir kedicik olmak.. Yeşil yaprakların, dalların arasından utangaç bakışlar atmak onu sevmeye gelen küçük çocuklara. Zamanın yavaşladığı, unutulmuş bir arka bahçeyi krallığın ilan etmek. Koşmak çimenlerin üzerinde, hiç durmamacasına, diğer kedi yavrularıyla oynamak, hiç büyümeyecekmiş gibi. Küçüklüğüne sığınıp köşe bucak kaçmak, saklanmak, sonra tekrar ortaya çıkmak..


Pencerelerden içeriye girmek için çaba gösteren güneş ışığına vermiş kendilerini, halamın Afrika menekşeleri.. Sessizliklerinde ve duruşlarında gizli bir gurur saklı gibi, vakur gibiler.. Bizim koşturmalarımıza, oradan oraya gidiş-gelişlerimize, telaşlı hallerimize, yaşamımızın çoğunu bir acele içinde geçirmemize şaşırmış gibiler sanki. Kendilerini güneşe vermiş, duruyorlar öyle işte, rahat, dertsiz, tasasız.. Bize 'Yaşam zaten mutlu olunan anlardan başka nedir ki?' diye soruyor gibiler.


Çıplak ağaçların çevrelediği bir gökyüzünü ve güzelim Boğaz'ı seyretmek Emirgan'dan.. Renkleri hafifçe silinmiş eski bir resim gibi, soluk ama güzel manzarası İstanbul'un.. Kulaklarımızda Mercan Dede'nin ve Ömer Faruk Tekbilek'in Doğu ezgileriyle elimizde birer bardak çay, oturup önümüzden geçip akan yaşamı izlemek, denizi, martıları, seyyar satıcıları, okul çıkışında otobüslerine koşturan öğrencileri, kış mevsiminin ve bir Aralık gününün solgun ve hüzünlü ışığını.



İstanbul'da liseli ve aşık olmak. Utangaç gülümseyişler, saf ve masum bir sevgi, bakışmalar, sonunda elele tutuştular:)


Ve sevgililer kafeden ayrıldıktan sonra, Boğaz'a ve İstanbul'a çöken kış akşamı.. İstanbul'da başlayan, biten, süren hayatlar.. Sevgiler, öfkeler, hayalkırıklıkları, umutlar, hüzünler, sevinçler, kırgınlıklar, kıskançlıklar, mutluluklar, dostluklar, kavgalar, ayrılıklar ve buluşmalar.. Yaşamlar.. Anlar..




P.S: Mısır'dan geri döndüm dün.. Orada bir hafta içinde yaptıklarımı ve yaşadıklarımı da koyacağım blog'uma yakında!

حشوفك بعدين



Başlık, Mısır Arapçası'nda 'Sonra görüşürüz!' demek oluyor!
1 hafta kadar Mısır- Kahire'de olacağım, blog'uma yazamayabilirim. Daha sonra oralarda anı defterime yazdığım notları buraya geçirmek istiyorum. Görüşmek üzere:)

Sunday, December 17, 2006

Ara - karanlık


Requiem

Bu dünyadan gitmenin yolu yok

I. Dönsem bir şeyler umarak, dönmesen kim sürer ayak izimi,
benden başka? Son katın da tutulduğunu bilmesem, bu gövde
kendine kiracı, demlenir.

II. Dönerim bir gün, dar gelir dünya. Kalsam giderim buralardan
gitsem oralarda kalırım, yarım.

III. Parmaklarımdır tarih; mürekkep ve hokka, o gri kalem,
yazsam hep sarmal-gece. Kimbilir hangi kapıdır, geçmiş dolunaylar;
çalmayın! Açılmaz, kendime yazdığım mektuplar!

IV. Çeksem tetiği, kimseler ölmez. Kuşatır eşyanın yılgınlığı;
siyah! Gitgide uzaklaşan kent rüyasıyım. Kendine saplanan
ok olurum, yok olurum; ölemem!


Turgay Kantürk


Şimdi dinlediğim: Portishead - Undenied

Güzel şehirde bir hafta


Türkiye'ye dönüşümün en güzel yanlarından biri: Tatlı mandalinalar:) Buradaki meyvelerin tadı gibi lezzetli olmuyor, hiç bir yerde!

Bu sene doğumgünü kutlamalarım hiç bitmeyen bir şenliğe dönüştü sanki! Önce Amerikalı arkadaşlarım bana sürpriz bir doğumgünü brunch'ı düzenlemişlerdi, daha sonra Chicago'da güzel bir Türk restoranı olan Turquoise'da Türk arkadaşlarımın düzenlediği brunchta tıkabasa yiyip içtik, eğlendik, ve en son olarak geçen hafta sevgili halamın evinde güzel bir yemekten sonra yine sürpriz bir şekilde gelen maytaplar ve mumlarla süslü frambuazlı doğumgünü pastamla birlikte 3. kutlamayı da yapmış olduk! Ve ben Aralık ayını neden bu kadar çok sevdiğimi tekrar anladım:) Dostlarımı çok seviyorum.

Güzel şehirde bir hafta akraba ziyaretleri ve eski dostları görmekle geçti. İstanbul'un temposuna yetişmek zaten mümkün olmuyor hiç bir zaman. Bir kaç güne sayıları çok fazla olan onlarca akrabayı görmeyi sığdırmaya çalışınca da yorucu oluyor buradaki günler, ama tabii bir o kadar da keyifli.

Tatilde ve Türkiye'de olmanın bütün bunların dışında getirdiği güzellikler:

- Simit yemek ve ayran içmek

- Sabah erkenden kapıya gelen taze süt ve gazeteler

- Kafam yapılması gereken işlerle ve yazılacak makalelerle dolu olmadan rahat, sakin bir kahvaltı edebilmek

- Televizyon izleme yeteneğimi kaybetmiş olduğumu farketmek: Maksimum 30 saniye dayanabildiğim televizyonda gündüz Esra Ceyhan eşliğinde aerobik yapmaya çalışan şişman ev kadınlarına, gece de hepsi birbirinden daha saçma dizilere kahkahalarla gülmek, bir 30 saniye daha sonra televizyonu kapatmak

- Sevdiğim insanlarla kahvaltı etmek: Pazar günü güneşli bir hava eşliğinde adalara karşı keyifli aile (ya da sülale de diyebiliriz akraba çokluğundan) brunch'ı.

- Anneannem ve babaannemle keyifli sohbetler, hasret giderme.

- Gezip gördüğümüz Kadıköy Kitap Fuarı ve tabii ki yine dayanamayarak aldığım kitaplar, özellikle de çok başarılı bulduğum 'Tematik Türk Şiiri Antolojisi'.

- Halamın kendi açıp yaptığı üzeri naneli, pul biberli, dünyanın en lezzetli mantısı.

- İstanbul sokaklarında 'The Cure' dinleyerek dolaşmak, amaçsızca yürüyebilmek.

- Dünyalar tatlısı sokak kedileri, İstanbul kedileri.

- Annemin yayla çorbası.




İzlediğim film: Uğur Yücel'in yönettiği, gerçekten çok başarılı bulduğum 'Yazı-Tura'. Türk sinemasının geleceği hakkında çok umutluyum, zaten son yıllarda bir patlama yaşanıyor bu sektörde Türkiye'de. Ayrıca Olgun Şimşek'in oyunculuğunun ne kadar başarılı olduğunu da farketmemi sağladı bu film.



Okumayı bitirdiğim kitap: Mahrem - Elif Şafak. Yazarın okuduğum kitaplarının arasında Pinhan'dan sonra en güzeli diyebilirim. Gözlemler, anlatım tarzı, üslup, hepsi gerçekten mükemmel. Hep Türkçe yazmalı bence Elif Şafak, kendi dilinde yazdığında ifade yeteneği çok daha güçlü, çok daha etkileyici oluyor çünkü. İstanbul'da bir kitapçıdan diğer Türkçe romanını, 'Şehrin Aynaları'nı da aldım.



Time dergisi, 'Yılın insanı' kategorisinde bu yıl bizi, yani internet kullanıcılarını seçmiş! İnternet kullanıcıları, yani bloglar yazıp, Youtube'a videolar ekleyip, fotoğraflarını internete yükleyenler: İnternet'in içeriğini genişletip bu bilgi okyanusuna bir kaç damla olarak dahi olsa katkıda bulunanlar. Oturup televizyona boş boş bakmak yerine bir şeyler yaratıp bunu dünyadaki diğer bütün insanlarla paylaşma çabasıyla internete ekleyenler.

İtiraf ediyorum ki daha önceki yüzyıllarda değil de şimdi, işte bu bilgi çağında yaşamak beni çok mutlu ediyor. Bilginin ve iletişimin parmaklarımın ucunda ve bu kadar kolay erişilebilir olması, yaşamı çok daha yaşanabilir kılıyor. Ben de tüm internet kullanıcılarını kutluyorum buradan, bütün kusurlarına ve eksiklerine rağmen yine de hepimizi bir araya getiren ve neredeyse bütün farkları ortadan kaldıran eşitlikçi, paylaşımcı, özgür bir ortam yaratabildiğimiz için.

Güzel şehirde bir hafta bitti, Çarşamba yine yolculuk var: Bu sefer Afrika kıtasına! Yola çıkmadan önce bir kez daha yazacağım umarım.

Thursday, December 14, 2006

Şehr-i İstanbul, yine, yeni, yeniden


Tamı tamına 23 saat süren yorucu bir yolculuktan sonra sarhoş gibi bir halde 'ev'e varmak.. Yeni bir ev, yeni bir mahalle, yeni bir düzenin keşfedilmesiyle geçen iki gün.. Kendimi yeniden küçük bir çocuk gibi hissediyorum, etrafındaki herşeyin yerlerini ve isimlerini yeniden öğrenen. Kendi ülkemde ve evimde bir turist gibiyim henüz!

Beni karşılayan güzel İstanbul'a bakmak şöyle bir, ayların ardından hasretle, sevgiyle.. Trafiğine, ne kadar güzel bir şehirde yaşadıklarının farkında olmayan insanlarına, kedilerine, martılarına, camilerine, tepelerine, köprülerine sevgiyle bakmak.. Onda kendimi görmek, kendi bölünmüşlüğümü.. Kendi yorgunluğumu, Doğu ve Batı arasında kalışımı, yolculuğumu, yaşamımı.. İstanbul'a durup, bir bakmak.. Her seferinde beni kucaklayan ve hiç reddetmeyen kollarının altında, geceleri ışıklarla aydınlanan gökyüzünün altında güven ve huzurla uyumak.. İstanbul'un tekrar, yine, yeniden kanıma girmesine izin vermek.. Belki de hiç oradan çıkmamış olduğunu farketmek.

Herşeyin ortasında o tanıdık duygu, hani her şey bıraktığım gibi kalmış ve ben aslında okyanusların ötesine hiç gitmemişim hissi.. Yanıltıcı olduğunu bildiğim bir his, tekrar yollara düşüp İstanbul'dan ayrı kalınca bu sefer de İstanbul'da geçirdiğim günlerin aslında bir rüya olduğunu ve gerçek olmadıklarını fısıldayacak bana sinsice, biliyorum.. Bilmeme rağmen ona boyun eğiyorum..

Güzel İstanbul, yine, yeniden.. Yeni Türkü'nün deyimiyle, 'Hem tanıdık, hem yepyeni...'

Monday, December 11, 2006

Sevgi gerçekten..




En sevdiğim filmlerden biri olan ve insanın içini sıcacık ısıtan 'Love Actually'de söylenildiği gibi: Sevgi gerçekten her yerde.. Bu dünyada 'sevgi'nin gerçekten var olup olmadığından şüphe ederseniz eğer, filmde Hugh Grant'in izleyicilere Londra'nın Heathrow havaalanını örnek verdiği gibi ben de size İstanbul- Atatürk Havalimanı'nın 'Yurtdışı geliş' çıkış kapısının hemen dışına bakmanızı öneririm. 'Love actually is all around'

Elvedalardan nefret ediyorum ama kavuşmaları çok seviyorum.


Bavulumu hazırlamam gerek. Yolcu, yolunda gerek:)

Sunday, December 10, 2006

Bir Aralık sabahı




Ağaçlar, çırılçıplak dallarını gökyüzüne uzatmış, soğuktan bulutlara doğru kaçmak ister gibi.. En sevdiğim ay olan Aralık geldi. Beyaz karları, parlak kutlamaları, sessiz ve rüzgarlı geceleri, bacalardan tüten dumanları, soğuk ve karanlık sabahları, yeni bir yılın tanıdık heyecanı, ve geçmiş yıla nedense hep hüzünle bakan gözleriyle Aralık geldi. Keskin bir tren düdüğü böldü geceyi tam ikiye, ıssız sokakların ve uykudaki evlerin rehavetini bozmak istercesine. Kapkara gece sabahın ılık turuncu kollarına doğru koşarken çıplak ağaçlar içini çekti esen rüzgarla yarışmak ister gibi. Titredim gecenin koynunda, Aralık'ın soğuğunda.. Buz gibi havayı içime çektim. Kimbilir dünyanın başka hangi sokaklarında benimle aynı anda nefes alıyordu milyonlarca insan.. Titredim şafaktan hemen önceki gecenin o en soğuk anında. Beni çağırıyordu güzel kuşlar, tüy gibi ince ve hafif bulutlar, yalnızlığına sarılmış avunmaya çalışan mağrur gece, uzak ve solgun yıldızlar, portakal gibi, kar gibi, çam ağaçları gibi tanıdık ve güzel kokan sabahlar, soğuk ve buzlu kaldırımlar, başına buyruk deli rüzgarlar..Aralık'ın kışın yüreğine açtığı kapıdan içeri girdim.

Thursday, December 7, 2006

-5 derecede dondurma

Dün hava sıcaklığından bahsederken farkettik: Hepimiz Chicago'da dünkü havanın gayet ılık ve güzel olduğu kanısındaydık. Gerçekten Chicago'lu olunduğunun anlaşıldığı an budur: Hava -16dan -5e çıktığında kendi kendine: 'Aaa hava ısındı, bugün ne güzel ve ılık bir gündü' demek!



Bu arada Pazartesi günü güzel doğumgünü kahvaltımda beni mutlu eden tüm arkadaşlarıma çok teşekkürler (gerçi burası Türkçe olduğu için hepsi okuyamayacak ama olsun:) Original Pancake House'ta inanılmaz güzellikte bir brunch yaptık. Yemekler, sohbetler, masamız, neşeli hava, herşey mükemmeldi. Original Pancake House bence Chicago'da kahvaltısı en iyi olan yerlerden biri, ve kahvaltıyı çok sevdiğimden benim için oraya her gidişim ayrı bir keyifli. Fotoğrafta da acılı 'Santa Fe' omletim ve kirazlı kreplerim görülmekte. Tabii ki bu kadar çok ve bol kalorili yiyecekleri, yani klasik 'Amerikan kahvaltısı'nı ben bir kaç ayda bir ancak yiyebiliyorum, bizim Türk kahvaltısı kavramımız çok daha sağlıklı aslında. Ama arada bir insan yeni mutfaklara da açık olmalı, bu güzel kahvaltıyı sevdiklerimle paylaşabilmek çok mutluluk verici oldu gerçekten.



Dünkü finalimin btimiş olması ve böylece sadece yazılacak bir makalemin kalmış olması şerefine dün bu havada dondurma yemeye gittik! Gittiğimiz yer sevgili arkadaşlarım Peter ve Gökben'in beni ne zamandır götürmeye çalıştıkları ve dondurmalarını anlata anlata bitiremedikleri Margie's Candies. Sanırım Chicago'nun en eski dondurmacı/şekerci dükkanıymış. İçeriye girince bizi 60'lı 70'li yıllardan kalma bir dekor karşıladı, burada bütün herşeyi, çikolataları, şekerleri, dondurmaları, dondurma soslarını....vs. kendileri yapıyorlarmış. Zaten içeriye girince bir masal dünyasının ortasına düşmüş oluyor gibi insan: Her tarafta çikolatalar, şekerlemeler, karamelli elma şekerleri, kocaman rengarenk lolipoplar,
bonbonlar... Kendimi kötü kalpli cadının şekerden evine giren Gretel gibi hissettim, sanki elimi atsam masadan bir parça koparıp yiyebilecek gibiydim:)

Dışarıdaki karları izlerken gelen kocaman istiridye kabuğuna benzeyen tabaklarda 'turtle split'lerimizi yedik. Gerçekten de övüldüğü kadar varmış buranın dondurması, gerçekten yediğim en güzel dondurmalardandı diyebilirim. Böylece havanın -5 derece olduğu bir günde de dondurma yeme tecrübesini yaşamış olduk! Amerika'da sevdiğim şeylerden biri de bu: Dondurma yemeye sadece 'yaz'a ait bir aktiviteymiş gibi bakılmaması. Hava bu kadar soğukken bile gittiğimizde neredeyse tamamen doluydu dükkan dondurma yiyen insanlarla!

Bir de dün akşam 'Kurtlar Vadisi Irak'ı seyrettik, ben de merakımı gidermiş oldum sonunda. Çünkü Türkiye'deki herkes izledikten ve yorum yaptıktan sonra çok merak ediyordum ve çok istiyordum izlemeyi, ama çok beğendiğimi söyleyemem. Yorumlarımı başka bir yazıma saklıyorum.

Pazar gününe bitirmem gereken bir makale var, sonra ev toplanacak, alışveriş yapılacak, bavullar hazırlanacak.. Yolculuk vakti yaklaştı.

Monday, December 4, 2006

Güzel gün, mutlu gün


Beni bu dünyaya getirmeye karar verdiğin için teşekkürler anne.. Her şeye rağmen, arada sırada üzerimize çöken hüzün bulutlarına, zamansız ölümlere, savaşlara ve acılara rağmen, inadına güzel hayat.. İnadına şeker pembesi bir bebeğin gülümsemesi, inadına bembeyaz yumuşacık bulutlar, inadına serin ve tatlı yeşil üzüm salkımı, inadına mis kokulu ve kıpkırmızı renkte şu açan güller, inadına sıcak ve tanıdık yaşamın nefesi. Tenimizi şefkatle okşayan sabah meltemi, mutlulukla içimize çektiğimiz kahve ve çikolata kokuları, radyodan kulağımıza çalınan o eski ve eşsiz şarkı... Hayatın bütün mutlulukları alay ediyor gibi ölümle ve bütün acılarla.. Hayatın bütün mutlulukları, dünya üzerindeki çirkefliklerin, kötülüklerin, haksızlıkların inadına pırıl pırıl parlıyor ve aydınlatıyor yaşamımızı.. Karşımıza çıkan güzellikler bize aslında 'gerçekten mutlu' geçirilen bir tek an için bile bütün yaşamımızın değer olabileceğini anlatıyor.
Bugün ben 'çeyrek yüzyıl'lık oldum:) Teşekkürler dünya..

Sunday, December 3, 2006

Buzzzz




İnanamıyorum bu kadarına, hani Chicago soğuk olur normalde ama.. Önce hava 'sıcaklığı'na baktıktan sonra şimdi de solda en üstte yazan 'Feels like' (yani hissedilen sıcaklık) bölümünde ne yazdığına dikkat etmenizi istiyorum. İmdat!

Saturday, December 2, 2006

Sağanak yağmurlar, bembeyaz karlar

Haftanın geri kalanı ilk yarısından çok daha güzel geçti. Çarşamba günü üç makalemi de bitirmenin ve sunumumu da yapmış olmanın verdiği rahatlıkla eve gelip tam üç saat uyumuşum! Bütün gün, yağmur öylesine hevesle yağdı ki o gün.. Hiç durmadan, sağanak halinde.. Eve otobüsle dönmeme rağmen giydiğim eteğin uçları sırılsıklam oldu, ayakkabılarım da. Herhalde havanın sabah 17 dereceyle başlayıp akşam 0 dereceye döndüğü tek şehir Chicago'dur!

Chicago'ya bir aydır gelmesi için sabırsızlıkla beklediğim Volver'in sonunda sinemalara gelmiş olduğunu görünce hemen izlemeye gittik o akşam. Film Landmark Century sinemasındaydı ama önce 'fish and chips'li güzel bir akşam yemeği yedik güzel, küçük bir restoranda, dışarının soğuğuna inatla yanan sıcacık şöminenin karşısında.. Günlerdir mideme çay, kahve, siyah çikolata ve Eti Form'lardan başka pek bir şey girmediği için doğru düzgün bir yemek yemek çok güzeldi.



(Filmi izlememiş olanlar okumasın, uyarıyorum:) Tahmin ettiğim gibi, Almodovar yine çok iyi bir iş başarmış. Film kesinlikle bir 'kadın filmi', karakterlerin neredeyse hepsi kadın ve yönetmenin kadın ruhunu ne kadar iyi anladığına bir kez daha çok şaşırdım. Anneler ve kızları, kadınlar ve kız arkadaşları, anneanneler ve kız torunları, kısacası ailelerin dişi yanını oluşturan bütün öğelerin birbirleriyle olan iletişimini çok güzel anlatmış Almodovar. Ve tabii ki aralarında kurdukları o güçlü bağları, dayanışmayı, birbirlerinden aldıkları gücü.. Filmi izledikten sonra annemi gerçekten çok özledim, yanımda olsun ve ben de Penelope'nin filmde yaptığı gibi sarılayım ona istedim. Penelope Cruz bence bu filmde sinema hayatının en iyi performanslarından birini veriyor. Özellikle filme adını veren 'Volver' şarkısını söylediği sahne, göz yaşartıcı güzellikte.. Filmin tonları, kırmızı ve sıcak renklerin bol bol kullanılması, bütün Almodovar filmlerinde olduğu gibi kullanılan müziklerin fevkalade olması, bütün bunlar bu filmi eşsiz kılan öğelerdi bence.

Almodovar'ın filmlerini çok seviyorum, çünkü o toplumda hep baskıya uğramış ve toplumun dışına itilmiş, marjinalleştirilmiş bütün öğelerle kendini özdeşleştiriyor ve onları çok iyi anladığını hissettiriyor filmlerinde: Kadınlar, eşcinseller, travestiler, öksüzler, yetimler, koma halindeki hastalar, yaşlı kadınlar... Kısacası toplumun genel normlarına uymayan ve hep dışarı itilen bütün öğeler, onun filmlerinde başrol oyuncusu oluveriyorlar. 'Volver' bu açıdan diğer Almodovar filmleri kadar keskin değildi, ancak yine de onun toplumun bu kesimlerine hissettiği sempatiyi farketmemek mümkün değildi bu filmde de.

Gündüz o kadar uyuduktan sonra gece bir 10 saat daha, ve ertesi gece de 12 saat kadar uyudum: Meğer ne kadar çok 'uyku borcu'm birikmiş! Hala bir makale ve bir finalim var kalan geriye ancak işin en zor kısmı olan bu hafta geçti ya, çok mutluyum.

Perşembe günü sakin geçen bir günün ardından müzik grubu provamıza gittim. Prova çıkışı bir Lübnan restoranı olan Cedars'a gittik. Akşam yemeğinin bir 'mini-konser'e dönüşmesinden daha keyif verici ne olabilir? Aralarında bir keman çalan, bir bağlama çalan, bir de klarnet çalan üç usta müzisyenin olduğu bir akşam yemeği grubunda hepsi birden enstrümanlarını çıkarıverirse ortaya ne olur? Elbette 'Biz Heybeli'de her gece...'den başlayıp, 'Yedi düvel zindanından beterdir Yedikule' ye uzanan bir şarkılar cümbüşü.. Çok eğlendim, özellikle grubumuz için klarnet çalan Jim klarnetine rakı içirip de 'Bakın şimdi sesi çok daha güzel çıkıyor değil mi?' dediğinde kahkahalara boğulduğumuzda:) Böyle doğaçlama olan, aniden ortaya çıkan güzel anlar eşsiz oluyor. Müzik grubumuzu çok seviyorum.

Cuma sabahıysa bizi bekleyen bembeyaz karlardı dışarıda.. Al-Azhar Üniversitesi ve Fransa'daki başörtü yasağı üzerine ilginç bir konuşmaya gittim, arkasından verilen resepsiyonda hocalarımla ve bölümden arkadaşlarımla yemek yiyip sohbet etme imkanı buldum, güzeldi. Akşam eve gelip geçen dönem almış olduğum hazır 'Tavuk Göğsü karışımı'yla ve evdeki sütle hayatımda ilk defa tavuk göğsü tatlısı yaptım, güzel oldu gerçekten! Hazır bir karışımın böyle başarılı sonuçlar vereceğini hiç düşünmezdim.



Dün akşamsa ilk defa Hyde Park'ta yeni açılan Noon Hookah lounge'a (Nargile kafe de diyebiliriz sanırım) gittik. Nargile eşliğinde Mısır Arapçası öğrenmek, Arapça müzikleri dinlemek, çay içmek ve bir İranlı, iki Amerikalı ve bir Türkten oluşan grubumuzun üyeleriyle tavla oynamak, kısacası sonunda bütün haftanın stresini üzerimden atabilmek çok güzeldi! Kendimi Ortadoğu'da bir Arap ülkesinde gibi hissettim:) Bu arada gerçekten başarılı bir yermiş, bir kez daha gitmek lazım mutlaka diye düşündük.

Güzel geçen bu bir iki günden sonra tekrar kitaplar ve defterlerin arasına gömülme vakti geldi.. Çarşamba gününe bir finalim ve önümüzdeki hafta sonuna yazmam gereken bir makale daha var. Az önce baktığım hava durumu web sitesine göre hissedilen sıcaklık -11 derece şu anda! Dışarıya çıkmaya korkuyorum. Evimin sıcak korunağında battaniyemin altında elimde bir çay fincanıyla oturmak çok daha cazip geliyor. Chicago'nun yaman soğuğu, yine gelip yerleşti rahatça şehrin üzerine.. Kış geldi.