Friday, July 31, 2009

Güle güle Temmuz

Temmuz yerini sapsarı, sıcak Ağustos'a bırakırken, yaz da kayıp gidiyor ellerimizden.
Buraya pek doğru düzgün yaz da gelmedi ki zaten, hep 22-23 derecelerde hava. Şikayet etmiyorum çünkü çok sıcak havada beynim bile duruyor, hiç bir şey yapamaz oluyorum.

Sanki boşlukta asılı gibiyim yazın ortasında, uyuşmuş gibiyim nedense.

Annem bana telefonda 'seni o kadar çok özledim ki..' dedi, ağlamaklı bir sesle.

Hasretim, bir 'ah' olup, sıcak bir ateş gibi çıktı nefesimle. Gözlerim doldu. Çok özledim ben de anne. Çok özledim.



Tuesday, July 28, 2009

Saatleri Ayarlama Enstitüsü


Fotoğraf: Ae3sthetix

'Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır.. Bu da gösterir ki, zaman ve mekan, insanla mevcuttur.'

Muvakkit Nuri Efendi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Sonunda, 'ölmeden önce okumayı istediğim kitaplar' listesinden bu güzel kitabı okudum. Blog arkadaşım (ve artık gerçek hayatta da arkadaşım:) olan Nurvenur'un tavsiyesi ve blog'undaki yazısı da bu kitabı okumak için beni teşvik etti.

Okudukça Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dehasına bir kez daha hayran kaldım, yaptığı saptamaları sanki birisi benim düşüncelerimi kağıda geçirmiş gibi takdir ettim, ince esprilerine bazı yerlerinde kahkahalarla güldüm. Hayri İrdal ve Halit Ayarcı sanki ete kemiğe bürünüp karşımda gerçek birer insan olup çıktılar, onlarla güldüm, onlarla ağladım. Özellikle kitabın ilk 200 sayfasından sonra resmen içine düştüm. Son 300 sayfalık kısmı nasıl okuduğumu hatırlamıyorum bile, öylesine yutar gibi okudum.

Kitapta en çok sevdiğim yerler, Nuri Bey'in iş anlayışının ve zanaatkarlığının anlatıldığı bölüm ve Hayri İrdal ile Halit Ayarcı'nın ilk karşılaştıkları akşam birlikte yiyip içtikleri rakı sofrası bölümü oldu. Bu bölümlerde diyaloglar nasıl sivri bir dille, nasıl zekice yazılmış.. Hayran kaldım..

Kendine bir iş arayan boş insanların bir enstitü kurmaları ve bu enstitünün önce isminin gelmesi ve ismi altında kendi fonksiyonunu yaratması, bir anlamda içinin doldurulması fikri.. Çok hoştu gerçekten! Hayri İrdal'ın ağzından Halit Ayarcı'dan öğrendiği iş felsefesini dinleyelim bir de:

'Bu, iş denen şeyin fazileti idi.
İş insanı temizliyor, güzelleştiriyor, kendisi yapıyor, etrafıyla arasında bir yığın münasebet kuruyordu. Fakat iş aynı zamanda insanı zaptediyordu. Ne kadar abes ve manasız olursa olsun bir işin mesuliyetini alan ve benimseyen adam, ister istemez onun dairesinden çıkmıyor, onun mahbusu oluyordu. İnsan kaderinin ve tarihin büyük sırrı burada idi...'


Saatler ve zaman konusundaki felsefi paragrafları okumanın ise ayrı bir lezzeti vardı. 'Mübarek' adı verilen, insansı özellikler kazanan ve adeta bir şahsiyet olup çıkan eski sarkaçlı saat ise kitapta en çok hoşuma giden 'karakter'lerden biri oldu! Aklıma, İngilizce'de de böyle büyük ve eski saatlere 'Grandfather clock' yani 'büyükbaba saat' denildiği geldi. Demek ki herkes bir şekilde insanlaştırıyor kafasında, böyle saatleri!

Zaman mefhumu üzerine uzun uzun düşünmüş ve seneler önce şöyle bir yazı yazmıştım.

O yazıyı yazdığım zaman henüz bu güzel kitabı okumamıştım.Ama yazımın sonunda alıntıladığım o şiiri de Ahmet Hamdi Tanpınar'ın yazmış olması, bir tesadüf olabilir mi? Hiç sanmam!

Teşekkürler, büyük üstad..

Monday, July 27, 2009

Buldum, buldum!!!

Benim nasıl bir parfüm delisi olduğumu şu yazımı okuyanlar hatırlayacaklardır. Kesinlikle ben güzel kokuların bağımlısıyım ve her ne kadar elbiselere, ayakkabılara ya da makyaj malzemelerine çok paralar harcamasam da konu parfüm olunca dayanamıyorum. Hayatta en çok sevdiğim şey parfüm alışverişi yapmak. Bu konuda da inanılmaz seçici olduğum için tam istediğim parfümü bulana kadar akla karayı seçiyorum. Kokusunu çok beğendiğim bir parfüm, tenimde çok değişebiliyor ve bazen farklı ve sevmediğim, ağır bir kokuya dönüşebiliyor. Bu yüzden satın alırken çok dikkatli olmak ve o kokuyu mutlaka tende denemek gerekiyor.

Şu ana kadar kullandığım yaz parfümleri sırasıyla Calvin Klein - One Summer, Dolce & Gabbana - Light Blue ve Giorgio Armani - Acqua di Gio idi. Hepsinden inanılmaz memnun kaldım ve hala hepsini çok seviyorum. Ama artık farklı ve yeni bir kokuya geçmek istiyordum, aylardır böyle bir koku arıyor ve bulamıyordum.

İşte bu yüzden Sephora'da onlarca değişik parfümü koklamaktan neredeyse burnum düşmek üzereyken bulduğuma çok sevindim sonunda onu:

İşte budur! Kaç aydır aradığım mükemmel 'yaz parfümü'nü buldum sonunda. Şimdiye kadar kullandığım en güzel kokulardan biri kesinlikle. Chanel Chance Eau Fraiche. Yemyeşil çimenler gibi taze, tertemiz yaz havası gibi berrak, bulut gibi hafif, huzurlu, mutlu bir koku. Artık benim kokum. Çok ama çok mutluyum!! :)

Thursday, July 23, 2009

Uçmak

Hayatımın en büyük tutkularından, mutluluklarından biri. Havada nedense kendimi yerde olduğumdan çok daha güvende hissediyorum, garip bir şekilde. Kendimi bildim bileli (çocukluğumdan beri) rüyalarımda hep gökyüzünde uçtuğumu görürüm. Ne kadar sihirlidir o his, evlerin, ağaçların, sokakların üzerinde süzülme hissi. Bir kuş gibi hafif ve özgür olma, yerçekiminden kurtulma hissi. Rüyada bile olsa o kadar güzel ki!

İlk defa uçağa bindiğim zaman 17 yaşındaydım. Uçağın tekerleklerinin yerden yükseldiği an, dünya üzerinde bundan daha güzel bir his olamayacağını düşünmüştüm. Uçmaya işte o anda aşık oldum. Yüreğim ağzımda İstanbul'un hızla benden uzaklaşmasını izledim. Arabalar ve evler birer karınca oldu. Çok geçmeden uçak bulutların arasına girdi ve altımızda pamuk gibi bulutlardan bir tarla oluştu. Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle arkama yaslandım ve içim mutlulukla dolup taştı!

Şimdiye kadar bir çok farklı şekilde uçtum, hepsi birbirinden güzeldi:

1- Uçakla:


Fotoğraf: Pasifik Okyanusu'nu Boeing 757 ile geçerken

2- Balonla:


Fotoğraf: Batı Illinois eyaletinde balonumuzla sonbahar renklerine bürünmüş ormanların üzerinde süzülürken (soldaki bizim gölgemiz:)

3- Helikopterle:


Fotoğraf: Helikopterimizle Hawaii'de Molokai adasının şelalelerini ve dik uçurumlarını yukarıdan izlerken


Bütün bu uçuş deneyimlerimden bence gerçek bir kuş gibi uçmaya en yakın olanı balonla uçmaktı. İnsanın içini pır pır ettiren, mutluluktan uçuran bir şey. O kadar güzel ki.. Kelimelerle anlatmak biraz zor gibi! Eğer elinize böyle bir fırsat geçerse ne olursa olsun kaçırmayın derim.

İkinci sıraya helikopterle uçmayı koyardım herhalde. O da büyüleyici bir deneyim. Eğer şansınıza bizim gibi ön koltuğa düşmüşseniz daha da enfes. Camlar kocaman olduğu için kendinizi gerçekten de uçuyormuş gibi hissediyorsunuz.

Şimdiki hedefim: Yamaç Paraşütü ya da Parasailing yapmak :) Özellikle yamaç paraşütünü yapanlar gerçekten benzersiz bir deneyim olduğunu söylüyorlar.

Benim gibi uçmaya ve göklere gönül verdiyseniz eğer, uçmayla, gökyüzüyle ilgili bir kaç güzel film tavsiyesi:

Hayao Miyazaki - Castle in the Sky (Gökyüzündeki Şato), Howl's Flying Castle (Howl'un uçan şatosu)
Pixar - Up (Yukarı)
Jacques Perrin - Le Peuple Migrateur (Kuşlar: Kanatlı Uygarlık)
Wim Wenders - Der Himmel Über Berlin (Berlin'in Üzerindeki Gökyüzü)
Richard Linklater - Waking Life (Uyanan yaşam)
Mustafa Altıoklar - İstanbul Kanatlarımın Altında
Marc Forster - Kite Runner (Uçurtma Avcısı)

Sizin uçmayla / gökyüzüyle ilgili kitap ya da film tavsiyeleriniz var mı?

Bir de Norah Jones'tan dinleyelim, 'hayatımda gördüğüm en güzel şey, bir bulutun üzerinden gördüğüm şimşekti' diyor kendisi..


Gökyüzü bize yakın olsun :)




Tuesday, July 21, 2009

Üç Maymun



Sonunda, sonunda izleyebildim! Hem de Amerika'da, hem de bir sinema salonunda, kocaman beyaz perdede... Daha ne isterim!

Nuri Bilge Ceylan, bence kariyerinde ilerledikçe şarap gibi yıllanıyor. Ne kadar olgunlaştığını görmek mümkün 'Üç Maymun'da. Kendini tekrarlamıyor, yapmayı iyi bildiği şeyleri tekrar tekrar yeniden ısıtıp önümüze sunmuyor. Yeni teknikler, yeni üsluplar deniyor, kendini aşmaya çabalıyor.. Çok takdir edilesi bir azim bence.

Nuri Bilge Ceylan yavaş, Avrupa sinemasına özenen filmler yapmakla suçlanıyor. Karakterlerin hayattan uzak olduğu, seyircinin filmin içine giremediği söyleniyor. Bence tam tersi. Nuri Bilge Ceylan sinemasını, gündelik ve gerçek hikayeleri, insanları böyle güzel anlatabildiği için seviyorum. Detaylara gösterdiği o inanılmaz özen sebebiyle seviyorum. Çok fazla söze gerek kalmadan, karakterlerin düşüncelerini seyirciye aktarabilme başarısını seviyorum. Büyük aşkları, unutulmaz maceraları, korkunç savaşları, kahramanlık destanlarını...vs. anlatmaktansa asıl zor olanı, yani gerçek insanların hayatlarını anlatmayı seçtiği için seviyorum onun filmlerini. Ve bu işi başarıyla kotardığını gördüğüm için.

Film hakkında söylenecek o kadar çok şey var ki.. Ama galiba, en önemlisi şu: Benim için Nuri Bilge Ceylan sineması, filmdeki evde sehpanın üzerinde duran 'Pe-Re-Ja' kolonyası. Mutfakta hep ocağın üzerinde duran çaydanlık. Koltuğun üzerine atılmış dantel örtü. Mahalle kahvesinde duvarda asılı çatık kaşlı Atatürk resmi. Dolaptan çıkarılan plastik kola şişesi. Cep telefonu çaldığında kulakları tırmalayan Yıldız Tilbe şarkısı. Düğünde yanyana oturup meyve suyu içerek kuru pasta yiyen başörtülü yaşlı kadınlar. Genç çocuğun masasının üzerinde duran ÖSS'ye hazırlık-Geometri kitabı. Çocuğun üzerinde 'Abdi İbrahim' yazan eşantiyon siyah çantası. İnsanları birbirinden ayıran buzlu camlar. Arkada hüzünle okunan ezan sesi. Sabahın sisli buğusunu yaran tren sesi.

Yani bizi 'biz' yapan her şey, her küçük detay.. Yani 'yalnız ve güzel' ülkesi.


Saturday, July 18, 2009

Amerikalılar ve tuhaflıkları



'Amerika Birleşik Devletleri' denilen yerde 6 senedir yaşıyorum. Ancak şu Amerikalıların bazı huylarına ve garipliklerine hala alışabilmiş değilim. Dışarıdan bakıldığında kesinlikle anlaşılamayan şeyler bunlar. Toplumun içinde bizzat yaşayınca görülebiliyor, farkedilebiliyor ancak. İşte Moonshine'ın gözünden Amerikalıların tuhaflıkları!

1 - Amerikalıların kahvesiz nefes alamamaları: Bir komplo teorim var. Bir sabah, A.B.D.deki kahve satan her yer iflas etse aniden ve o sabah kimse kahve içemese... Her iddiasına varım ki bütün Amerikan ekonomisi o gün çöker. Bu Amerikalıların sabah kalktıktan hemen sonra, hatta ilk nefeslerini almadan önce kahve içmeleri gerekir. Yoksa mümkünü yok güne başlayamazlar. 'Don't even see me before my morning coffee' ya da 'America runs on Dunkin' gibi laflar da buradan çıkmıştır! Arabaları için benzin neyse, Amerikalıların vücutları için de kahve odur. Hala anlayamadığım bir şekilde, sokakta yürürken bile kahve içebiliyor bu Amerikalılar (ben denedim bir kere yürürken artist artist kahve içmeyi, atkım ve eldivenim kahve oldu hep, yüzüme gözüme bulaştırdım :)

2 - Amerikalıların herşeyin içine 'Cherry' (Kiraz) tadı koymaları: Amerikalıların en çok sevdiği tatlardan biri olan bu iğrenç 'cherry flavor', bildiğiniz kiraz tadı değildir. Daha çok, hani doğumgünü pastalarının üzerine 'kiraz' diye plastiğe benzeyen kırmızı bir şey koyarlar ya hani, onun gibidir tadı.. Ya da berbat bir öksürük şurubu gibi. Amerikalıların bu tada niye bu kadar takmış olduklarını ve niye bu kadar çok sevip herşeyin içine koyduklarını hala anlayabilmiş değilim. Koladan tutun da sakızlara, şuruplara, boğaz pastillerine, mide ilacına (Pepto-Bismol), çikolataya, hatta çayın içine bile (evet evet doğru duydunuz!) bu garip tadı koyuyorlar. Anlamak ne mümkün!

3 - Aynı şekilde tarçının her yerde karşınıza çıkması: Amerikalılar tarçını da (cinnamon diyorlar burda ama ben bizdeki tarçından farklı olduğunu düşünüyorum tadının biraz) her türlü böreğin, çöreğin, pastanın üstüne serperler. 'Tarçın aromalı sakız' diye bir şeyin varlığını ben ilk defa bu ülkede gördüm ve tattım!

4 - Amerikalıların sağlıklı olan herşeyi mahvederek yemeleri: Mesela güzel bir meyve var ve gerçekten çok da yararlı size. Örneğin blueberry (yaban mersini) Amerikalılar bu meyveyi üzerine krema koymadan yiyemez. Haşlanmış güzelim süt mısırın üstüne tereyağı sürerler. Havucu ille de ağır ve yağlı 'ranch sos' dedikleri, mayonezvari sosun içine sokup öyle yerler. Tek başına sağlıklı bir atıştırmalık olan patlamış mısırı, üzerine bir kap erimiş tereyağı döküp vıcık vıcık elleriyle bulaştırarak yerler. Hatta ve hatta duydum ki, bazıları patlamış mısırın içine 'Junior Mints' denen naneli çikolatalardan atıyor, onları eritiyor ve öyle yiyorlarmış. Bunu yiyende nasıl bir mide vardır, nasıl öğürmeden, kusmadan böyle bir şey yiyebilir, aklım almıyor!

5 - Amerikalıların soğuğa olan garip tepkileri: Şu yazımda da belirttiğim gibi, Amerikalılar soğuğa karşı doğuştan bağışıklık kazanmıştır. Benim dişlerimin zangır zangır birbirine çarptığı kutup soğuklarında sokaklarda kar yağarken şortla ve tişörtle koşmaya çıkmış olanları görmüşlüğüm vardır. Soğuk algınlığı ve boğaz ağrısı durumunda doktorlar 'buzlu dondurma yiyin' der size burada! (Türkiyede anneannem filan duysa herhalde fenalaşır düşer bayılır bu öneriye :) Ama işin asıl komik yanı şudur ki, bahar-yaz aylarında sıcaklık birazcık düşse ve 10-12 dereceye inse, anında bütün Amerikalılar paltolara ve atkılara sarınır! Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu yani, değil mi? :)

6 - Amerikalıların insanın aklına gelebilecek herşey için birbirlerini dava etmeleri: Aldığı sıcak bir kahveyi yanlışlıkla üstüne döktükten sonra 'Neden kahvenin üzerine 'çok sıcak bir sıvı içermektedir' diye uyarı koymadınız?' gibi bir gerekçeyle o restoran zincirine dava açan ve bu davadan yüz binlerce dolar kazanan bir kadının yaşadığı bir ülkede yaşıyoruz!

7 - Amerikalıların arkadaşlık anlayışı: Sizi bir kez bile telefonla aramamış ve varlığınızdan haberi olduğunu dahi bilmediğiniz bir Amerikalı arkadaşınız sizi aniden ararsa bir gün, bilin ki bir isteği / ihtiyacı vardır. Bu %90 böyledir. Yıllardır haber almadığınız, tamamen uzaklaştığınız Amerikalı bir iş / sınıf arkadaşınız bir gün aniden sizi arayıp 'Nasılsın? Türkiye'ye geliyorum, sizin evde kalabilir miyim?' diye sorabilir size, şaşırmayın! Amerikalılar, çıkarları sözkonusu olduğunda gerçekten biraz yüzsüzdürler.

8 - Amerikalıların arabalarına olan bağımlılıkları: Büyük şehirlerden biraz dışarıya çıkın, insanların iki adım ötedeki markete bile arabayla gittiklerini görürsünüz. Arabaları, Amerikalıların adeta bir vücut uzvu gibi olmuştur artık. 'Crash' filminde buna çok güzel bir gönderme vardı: 'Amerikada insanlar sürekli olarak birbirlerini cam ve metalin arkasından görüyor, artık sokakta birbirlerine dokunmuyorlar bile, ve insan bu dokunuşu özlüyor' diyordu başrolde oynayanlardan biri. Petrole bu denli bağımlı olmalarının ana sebebi de bu zaten, devasa arabalarından vazgeçememeleri, yürümeyi unutmuş olmaları.

9- Amerikalıların 'fıstık ezmesi'ne olan bağımlılığı: Ciddiyim ben, eğer 'fıstık ezmesi' diye bir şey olmasaydı Amerikalı anneler öğlen yemeği için çocuklarına neyle sandviç hazırlayacaklardı, hiç bilmiyorum. Tabii ki en ünlü versiyonu 'peanut butter and jelly' sandvicidir. Yani fıstık ezmesi ve reçel.. Birbiriyle tamamen alakasız iki şey (en azından bana göre :)

10 - Amerikalıların başlarına gelen her şey için genlerini suçlamaları: Adam çok mu şişman? Anında 'genlerini' ve 'Aile tarihini' suçlar. Kolesterolu çok mu yüksek? Babasının suçudur. Sakın kızmayın ona, az önce içtiği bir litre kolanın ve yediği bir kova dolusu kızarmış tavuğun hiç rolü yoktur şişmanlığında! Eğer genleri böyle olmasaydı tabii ki böyle olmazdı, öyle düşünür.

11 - Amerikalıların anne-babalarından uzak kalmaları: Ben kendi anne-babamı deliler gibi özlerken ve senede 2 kere görmek asla yetmezken, yılda 1-2 gün (Şükran Günü, Noel...vs) anne-babasıyla vakit geçireceği için somurtan Amerikalı arkadaşlarım var. 'Annesi ve babasıyla aynı evde yaşamak' Amerikalılar için en büyük kabustur. 18 yaşından sonra mutlaka 'çekirdek aile'lerinden olabildiğince uzaklaşmak, mümkünse başka bi eyalete gitmek isterler. Zaten çoğunun annesi ve babası ayrıdır, boşanma oranları bu ülkede çok yüksektir.

Bunlar ve daha niceleri..hepsi aklıma gelmiyor şimdi. Ama şu Amerikalıları bazen hiç anlayamıyorum!



Sonradan ekleme: 'Domuz pastırması' (bacon) tadında sakız çiğnemek ister miydiniz? Buyrun o zaman. Evet Amerika'da böyle bir şey var. Bögk!!!!!


Thursday, July 16, 2009

Los Amantes del Circulo Polar


Uzun zamandır böyle naif ve masum, böyle güzel bir aşk filmi izlememiştim. Çoğu sahnesini yüreğim ağzımda çarparak, nefes nefese izledim. İçime işledi Ana ve Otto'nun aşkları, hayatlarındaki 'tesadüf'ler, dairesel, döngüsel hikayeleri.. 'Tesadüf' diye bir şey var mıdır gerçekten? Yoksa 'Kader' dediğimiz o garip, esrarlı ama çok güçlü rüzgarın küçük oyunları mıdır tesadüfler? Belki de benim ve Bart'ımın hayatımızda var olan onlarca açıklanamayacak benzerlik ve tesadüf yüzünden bu kadar etkilendim bu filmden.. Belki de çoğu insanın aksine soğuğu ve kış mevsimini sevdiğim için.. Ya da 'Kutup ışıkları'nı görmek istediğim için.. Belki de bir zamanlar Norveç'te 'Geceyarısı Güneşi'ni ben de görmüş olduğum için..

Belki de hayatta bazı şeyler gerçekten de asla açıklanamıyor. İki insanı birbirine doğru yaklaştıran, onları buluşturup birbirlerine aşık eden 'tesadüfler silsilesi', belki de tesadüf değil gerçekte. Daha çok, kaderin kocaman bir satranç tahtası üzerinde oynadığı hamleler gibi.

İspanyol sineması Almodovar'dan, Amenabar'dan ibaret değilmiş, Julio Medem'in bu enfes masalıyla, 'Kutup Dairesi Aşıkları'yla çok daha iyi anladım bunu.


Monday, July 13, 2009

The fountain



'The Fountain', Darren Aronofsky'den çok değişik bir film. Film gerçekten çok farklı ve açıkçası herhangi bir sınıfa sokamadım filmi kafamda. Bilim-kurgu desem değil, dram desem değil, fantastik belki.. Ya da 'felsefi bir fantastik film' denebilir belki bu film için. Ve kesinlikle Aronofsky'nin diğer filmlerine hiç benzemiyor (En azından benim izlediğim filmler olan Pi ve Requiem for a Dream'e)

Aronofsky filmde sanırım bir çok değişik konuyu harmanlamaya çalışmış. Filmde Maya efsanelerinden, Hristiyanlık tarihine, modern tıptan Budizm felsefesine kadar o kadar çok konuya değiniliyor ki sanki biraz kargaşa yaratmış bu durum. Sanki aynı anda bir çok şey birden yapılmaya çalışılmış ama çok da açık seçik bir hikaye olmamış gibi. Film aynı anda 3 farklı zaman diliminde geçiyor: 16. yüzyıl İspanya'sı, günümüz ve bundan 400-500 sene sonrası, yani 2500ler. Filmin ana teması ise ölüm ve yeniden doğuş. Ama aynı zamanda bir aşk hikayesi de diyebiliriz. Bir doktorun, kanserden ölmek üzere olan karısını kurtarmak için çabalayışının hikayesi. Aynı zamanda izleyiciyi garip bir şekilde, hepimizin kaçınılmaz sonu olan ölüm fikriyle barıştırıyor bu film!

Filmin karanlığı, sarı / altın tonları ve görsel efektleri çok hoşuma gitti. Hugh Jackman ve Rachel Weisz'ın oyunculukları gayet iyiydi, zaten ikisini de severim oldum olası. Bir de tabii Clint Mansell'in o enfes soundtrack'i, en başta da 'Death is the Road to Awe' parçası, mükemmeldi. Üstüste bir kaç kez dinlememe rağmen hiç bıkmadığım bir parça.

Filmin çok ilginç, değişik bir atmosferi var ve izleyiciyi de içine çekiyor. Film bittikten çok sonra bile film hakkında düşünmeye devam ediyorsunuz. (Çünkü film ve sonu, sizin kendi yorumunuza inanılmaz açık). Bizi de düşünceler içinde bıraktı film: Bir insan, hayatta en çok sevdiğinin, en çok sevdiklerinin ölümleriyle nasıl başa çıkar? Neler hisseder? Bir gün gelip de ölümün soğuk eli hayatta en çok sevdiğimize dokunduğunda, nasıl bir acı bekliyor bizi? Ölüm bir son mudur, yeni bir başlangıç mı? Ya da, filmde Hugh Jackman'ın karakterinin söylediği gibi bir hastalık mı?

'The Fountain', kesinlikle her zaman izlediğiniz filmlerden çok farklı, masalsı bir film.

Mutluluk (Roman)


Sanırım ilk defa, film uyarlamasını önce izleyip, kitabını daha sonra okudum bir eserin. Mutluluk'un filmini izlemiş ve filmle ilgili düşüncelerimi şurada yazmıştım. Tabii ki her zamanki gibi kitabı filmden daha çok beğendim, ama yine de kitaptaki karakterlerin yaşamlarına bir türlü dahil olamadım. Türkiye'de varolan bir çok önemli soruna değiniyor kitap, ve bu güzel bir şey. Ancak kitabın bazı cümleleri, sanki yazarın aklına bir mesaj vermek gelmiş de cümleleri mesajın üzerine kurmuş ve eklemiş gibiydi. Bazı anlatımlar çok basitti ve özellikle Profesör karakteri fazla karikatürize edilmişti bence. Tipik bir 'Beyaz Türk' tanımının kişileştirilmiş haliydi sanki. Bunda Livaneli'nin bu karakteri betimlerken aşırı detaya girmesi de etkili olmuş olabilir. 'Dün akşam Four Seasons otelinin lüks lokantasında suşi yemiş ve yanına limonlu Corona birası içmişti ve çok mutluydu' gibi bir cümle, benim için gerçekçi olamıyor maalesef ve abartılı bir karikatürden öteye gidemiyor.

Bunun dışında karakterlerinin gelişimini, özellikle Meryem'in ruh halinin ve duygularının aniden 180 derece dönüşlerini çok iyi açıklayamamış gibi geldi yazar bana, bunlar da sanki havada kalmış gibiydi. Karakterlerin iç dünyalarına çok fazla giremiyor okur ve bu, roman boyunca herşeyi dışarıdan izliyormuş gibi hissetmemize yol açıyor.

Bütün bunlara rağmen vasatın üzerinde, yazın şu sıcak günlerinde rahat okunan bir kitaptı 'Mutluluk'. Kitabı yeni bitirdiğim için filmi tekrar izlemeye karar verdim, filmin dolduramadığı bazı boşlukları kitap dolduruyor çünkü.

Saturday, July 11, 2009

Güzel şeyler

Fotoğraf: Sleeping Bear Dunes, Michigan


Şu sıralar hayatımdaki mutluluk verici şeyler:

1 - Geçtiğimiz haftasonu 1. yılımızı kutlamak için arabayla 4 günlük bir seyahate çıktık. 4 günde arabamızla 2000 kilometreye yakın yol katettik. Bir çok kasaba ve şehir gezdik, hem ormanların, hem de yukarıdaki gibi kum tepelerinin gölle birleştiği enfes güzellikteki yerlerin içinden geçtik. Döndüğümüzde biraz yorulmuştuk ama öylesine güzel bir geziydi ki yorulduğumuza değdi. 1. yıldönümü kutlamamızı hiç unutmayacağız!

2 - Sonunda Türkiye biletlerimizi aldık! Eylül ayının neredeyse tamamını ve Ekim'in ilk haftasını güzel İstanbul'da geçireceğim. Sonunda hasret bitiyor ve Eylül'ü iple çekiyorum. Ne kadar mutluyum anlatamam :)

3 - Kütüphanedeki araştırmalarıma tekrar başladım, tez konusu konusunda kafamda bir kaç fikir oluştu, bir kaç hocayla görüştüm, insanlara e-mailler attım. Türkiye'ye gidince orada da bayağı bir araştırma yapmam gerekcek gibi görünüyor. Bir de yakında kendi deneyimlerimden yola çıkarak blog'umda 'doktora sınavlarıyla nasıl başa çıkılır?' konulu bir rehber yazı yazmayı planlıyorum. Çok yakında! (Kendimi Show TV Haber Bülteni gibi hissettim)

4 - Bu sefer hayatımdan şekeri tamamen çıkarmaya karar verdim. Türkiye'de kuzenimin düğününe katılacağım için doktora sınavları süreci esnasında aldığım 2-3 kilo birden gözüme çok korkunç görünmeye başladı. Her gün en az 45 dakika spor ve 'sıfır tatlı' günlerime geri döndüm. Meyvelerin gücünü yeniden keşfettim!

5
- Az sonra küçük bir kase dolusu en çok sevdiğim meyveden, yani blueberry (yaban mersini) yiyeceğim!

Wednesday, July 8, 2009

Doğrunun sesiyiz!


Fotoğraf: .faramarz

İnternet, nasıl büyük bir devrim sürecini başlattı, farkında mısınız?

İnternet, Facebook, bloglar ve Twitter sayesinde, artık dünyanın ücra bir köşesinde parlayan bir kıvılcım, dünyanın çok uzak diğer bir köşesinde bir yangın başlatabiliyor.

Bilginin yayılma hızı ve gücü inanılmaz boyutlara ulaştı. Artık dünyanın her yeri, dünyanın internete bağlı her bireyi, birbirine kopmaz bağlarla bağlanmış durumda. Devasa bir iletişim ve haber ağının bir parçasıyız.


Artık insanlar, haberleri tek bir kaynaktan ya da devlet kontrolündeki medyadan değil, bir çok farklı yerden, hatta birbirlerinden alıyorlar. İnsanlar, haberleri artık kendi yazıyor. Blog'larda, twitter'da, dünyanın dört bir yanında. Tahran'da bir sokakta dövülen, hırpalanan protestocuların fotoğrafları 30 saniye sonra New York'ta ofisinde masasının başında oturan bir iş kadınının ekranında belirebiliyor.

Etki-tepki arasındaki süre çok kısalmış durumda. Bir haber, haber niteliğini kazandığı andan itibaren tepkiler, yorumlar ve cevaplar yağmaya başlıyor.

'Bana dokunmayan yılan bin yaşasın' devri artık kapandı. O yılan artık herkese dokunuyor, her gün ekranlarımızda dünyanın dört bir köşesinde yaşayan insanların acılarını, çaresizliklerini, çektiklerini izliyoruz. Kayıtsız kalmak zorlaşıyor, tepkiler artıyor.

Bence internetin ve blog yazarlarının görevi ve önemi çok büyük bu süreçte. Haberleri kendimiz yazdığımız için, bu devasa iletişim ağını güçlendiren ve büyüten de bizleriz. Tarihi biz yazıyoruz yani, bir bakıma.

Farkında mısınız bilmiyorum ama, baskıcı rejimlerin en çok korktuğu da bu zaten. Bundan dolayı bugün Çin'de Uygurların başına gelenler dışarıya sızmasın diye, hükümet Facebook ve Twitter'a girmeyi yasaklıyor. İran'da blogcuların ya da Twitter kullananların IP adresleri alınarak evleri basılıyor ve tutuklanıyorlar. Türkiye'de ise saçmasapan bir 'Youtube yasağı' hala devam ediyor.

Ama bu yasakçı ve baskıcı zihniyet, bence yüzyılımızda son demlerini yaşamakta. Otoriter ve baskıcı devletin son kaleleri de düşüyor. Halkın ve doğrunun sesi, bastırılamayacak kadar yükseldi. İletişim ve dayanışma ağı, geniş çapta devrimleri, özgürlük hareketlerini mümkün kılıyor.

İnternet ve bilgi devrimi henüz yeni başladı sayılır. Etkileri ise çok uzun yıllar boyunca dünyamızı değiştirmeye devam edecek.

Tuesday, July 7, 2009

Beşir'le Vals


Bir savaşta neler olur? Bir asker, bunların ne kadarını, nasıl hatırlar? Ölümle, kanla, vahşetle burun buruna geçirilen dakikalardan, saatlerden, günlerden ne kalır geriye? Hafızamız, anılarımızı değiştirir mi? Geriye dönüp baktığımızda, ne görürüz o sepya tonundaki geçmişte?

Ortadoğu'nun kanlı, acı tarihini, mesleğim gereği yüzlerce farklı kitaptan, yüzlerce farklı bakış açısından defalarca okudum. Bu film, o yüzlerce bakış açısından sadece biri. Tarihi açıdan 'doğru' olup olmadığı, gösterdiği olaylar, kimin kiminle savaştığı...bunların hepsi sembolik aslında, ve o kadar da önemli değil bence filmin bütününde. Bu film asıl olarak hafızanın aldatıcılığına, insanoğlunun çaresizliğine ve zalimliğine, savaşın renksiz, hissiz, ışıksızlığına yakılmış bir ağıt.

Enfes çizgiler, biraz 'Waking Life'ı hatırlatan renkler, animasyon, diyaloglar.. Hele de o son. İnsanın boğazına bir yumruk gibi oturan, gözlerinden bir kaç damla acı yaş akıtan o son.

Beşir'le Vals, son zamanlarda izlediğim en etkileyici filmdi.

Thursday, July 2, 2009

Geçen sene 5 Temmuz sabahı


'Something old, something new
Something borrowed, something blue'

Yüzümde bir gülümseme, içimde bir kıpırtıyla uyandım. İşte bu eski İngiliz tekerlemesi aklımda dönüp duruyordu. Anneannemin 40 senedir takmakta olduğu ve bana hediye ettiği güzel küpeleri taktım (Eski bir şey). Yine canım anneannemin benim için önceki hafta alıp bana hediye ettiği bileziği koluma geçirdim (Yeni bir şey)
Elime küçük beyaz saten çantamı aldım (ödünç alınmış bir şey). Gelinliğimin içine minik mavi bir nazar boncuğu taktım (mavi bir şey). İçimde kelebekler, yüzümde gülücüklerle ayakkabılarımı giydim, elime beyaz gül buketimi aldım. Bart'ımın elini tuttum. Hikayemiz o gün başladı işte.

Aradan 365 gün geçmiş. 1 sene.

Birlikte zaman ne çabuk geçti Bart'ım.. 3 gün sonra birinci senemiz doluyor. Tanışmamızın ise 3. yılı olacak neredeyse.

Bir yıl, deli dolu, kahkahalarıyla ve gözyaşlarıyla..

Bir yıl içinde, çok şeyi anladım.

Anladım ki, insan, en karanlık anlarında, stres ve korkuyla dolu bir anda ağlarken bile, eğer onu sımsıkı saracak iki kol varsa eğer, herşeye katlanabilirmiş bu hayatta..

Anladım ki, bazen evimizin içindeki eşyalara bakıp 'Bunlar ikimizin eşyaları, burası bizim evimiz' diye hala şaşırıp, seviniyorum :)

Anladım ki, evlilik ne mükemmel bir peri masalı, ne de korkunç bir kabusmuş. Hayatın kendisi gibi, hem pamuk şekeri kadar tatlı, hem de bazen bir zeytin gibi burukmuş.

Anladım ki, evlilik herkese göre değil, ama kesinlikle bana göreymiş.

Anladım ki, gerçek sevgi, sevdiğini her halinde, günün her saatinde görüp, ona rağmen çok ama çok sevmekmiş. 'Hastalıkta ve sağlıkta', ölüm bizi ayırana dek 'biz' olmakmış.

Anladım ki, sabaha karşı, gecenin en karanlık saatlerinde kabuslardan uyanıp sol tarafıma döndüğümde varlığını hissetmek, dünyanın en huzur verici hissiymiş.

Anladım ki, ileride dönüp geçmişe baktığımızda ve bu yılları düşündüğümüzde 'Küçücük bir evimiz vardı ama ne kadar mutluyduk' diyeceğiz :)

Anladım ki, insanın eşinin aynı zamanda 'en iyi arkadaşı' olması, insana bahşedilen en büyük lütuflardan biriymiş.

Anladım ki, şu dünyada hepimiz bir yarım elmayız. Benim diğer yarım, sensin. Kaderimde yazılı olan, ruhumun tamamlayıcısı, içimin huzuru.. Sensin.

İnşallah birlikte 50. yılımızı da kutlarız, hayat arkadaşım.