Tuesday, December 30, 2008

İki sıfır sıfır dokuz


2008 de bitti, hala inanamasam da.
En sevdiğim ay olan Aralık da bitiyor.
Sanırım bir yıl biterken kendi kendimizle hesaplaşmaya girmek, o yılın bilançosunu çıkarmak boynumuzun borcu gibi bir şey.
Önümüzdeki yıllarda dönüp bu yıla baktığımda hep güzel şeyler hatırlayacağım, en azından kendi hayatım açısından.
2008 gerçekten de güzel, parlak bir yıl oldu çok şükür. Bol heyecanlı, mutlu, eğlenceli. Hayatıma bir çok değişiklik ve yenilik getirdi.
Hepimiz için, herkes için 2009 daha da güzel, daha da parlak olur umarım.

Savaşların bitmesini, barışın gelmesini dilemek nafile. Bunun anlamsız bir dilek olduğunu her gün görüyoruz, şimdi, şu anda dünyanın çeşitli yerlerinde insanlar sebepsiz, zamansız ve anlamsızca ölüyor.

Ancak hiç olmazsa insanoğlunun çektiği acıların en aza indirgenmesini dileyebiliriz belki de. Sevginin ve hoşgörünün yayılmasını, insanların kendini karşısındaki insanın yerine koyabilmesini, biraz olsun.

Herkese mutlu, sağlıklı, ışıl ışıl geçecek bir 2009 yılı diliyorum.

Sevgilerle

Moonie






Friday, December 26, 2008

Teknolojiyi neden seviyorum?


İşbu fotoğraf teknolojiye ne kadar bağımlı olduğumun ve onu ne çok sevdiğimin göstergesidir. Yıllar sonra bakar bakar gülerim diye buraya da koyayım dedim o yüzden.

Hani 'minimalist yaşayalım' filan diye yazılar yazıyorum ya bazen, işte benim o minimalistliği henüz uygulayamadığım başlıca iki alan var: 1) Kitaplarım 2) Teknolojik aletlerim! Bu konularda çocuk gibiyim, kitap ve teknolojik alet çılgınlığının sonu yok benim için. Yeni bir şey alınca ya da hediye gelince çocuklar gibi mutlu oluyorum.

İtiraf ediyorum, teknoloji beni çok ama çok mutlu ediyor. (Çoğu insanın 'teknoloji insanları mutsuzlaştırıyor' ifadesini de çok saçma bulduğumu burada belirtmeden geçemeyeceğim - bunu söyleyen biri kalp hastası olsa ve teknolojinin nimetleri sayesinde anjiyo olup 25 yıl daha yaşama şansını yakalasaydı aynı şeyi söyler miydi acaba?)

Şu fotoğrafta görülen herşey hala kullanmakta olduğum, bazıları hediye gelen ve bazılarını da kendim aldığım ve onlarsız yaşayamayacağımı düşündüğüm yardımcılarım. Hepsinden inanılmaz ölçüde memnun kaldığım için paylaşmak istedim, olur da Amerika'ya gelip 'Acaba hangi elektronik aleti alsak?' diye düşünürseniz diye her telden bir şeyler var.

Bir Apple tutkunu olduğum zaten masamın üzerindekilerin çoğundan anlaşılmıştır.

1) Apple Macbook - Onsuz yaşayamacağımı düşündüğüm canım bilgisayarım, yani: Günlüğüm, defterim, müzikçalarım, televizyonum, fotoğraf albümüm, telefon defterim, ajandam, gazetem, videolu telefonum.... :)

2) Apple IPhone - Yine hayatıma girdikten sonra 'Onsuz nasıl yapmışım?' dedirten çok güzel bir son teknoloji oyuncak :)

3) Western Digital Portatif Sabit Disk - İçinde bütün belgelerimi, müzik koleksiyonumu, video ve fotoğraflarımı yedeklediğim zarif 'kara kutu'!

4) JBL On tour Portatif Hoparlörler: Boyutunun küçük olduğuna bakmayın, inanılmaz güzel ses veriyorlar. ayrıca pille de çalışıyor, yani Ipod'unuza bağlayıp bir yerlere de götürebilirsiniz. Zaten JBL markasını gözüm kapalı tavsiye edebilirim ses sistemleri konusunda, çok başarılılar. Normalde 100 dolar olan bu güzel şeyi de süper bir indirimle Amazon'da 30 dolar civarı bir fiyata yakalayıp almıştım!

5) Sony Noise-Cancelling Headphones MDR-NC7 (Gürültü azaltıcı kulaklıklar) - Ses kalitesini çok başarılı bulduğum, uçak gibi yerlerde de çok işime yarayacağını düşündüğüm kulaklıklar. Bunlar da yıllarca uçaklarında uçtuğum Lufthansa'nın bana hediyesi(!) Senelerce onlarla uçtuktan sonra başka hiç bir işe yaramayan ve sürekli azalan millerimle satın aldım daha doğrusu.

6) Sony Reader - Çok başarılı olduğunu düşündüğüm bir 'elektronik kitap'. Elektronik mürekkep teknolojisi sayesinde okurken hiç gözlerim yorulmuyor (Bilgisayar ekranından makale ya da kitap okumaktan nefret eden birisiyim) Kendi pdf dosyalarınızı içine atabiliyorsunuz. Pili sadece sayfaları değiştirirken kullandığı için (ışık saçmadığı için) çok, çok dayanıklı. İçine 100 civarında kitap sığabiliyor. Benim gibi bir kitap kurdu için dünyanın en güzel nimetlerinden biri!

7) Ipod Nano - 2 sene kadar önce bir kampanyayla Macbook'umu aldığım için bedavaya getirdiğim güzel müzikçalarım. Ben Nano'ları küçük oldukları ve daha zarif oldukları için çok daha fazla seviyorum. Bir de bembeyaz olmasını çok seviyorum (bilgisayarıma uysun diye, evet bu kadar da Apple hastasıyım:) Şimdiki Nano'lar rengarenk, aslında onlar da şeker gibi.

8) Leica D Lux 4 - Evet itiraf ediyorum son aşkım bu :) Fotoğraf benim için gerçek bir tutku olduğundan çektiğim fotoğraf makinesi de gerçekten çok önemli. Leica bence dünyanın en iyi fotoğraf makinelerini üretiyor. Hem görünüş olarak inanılmaz şık, hem de fotoğraf kalitesi mükemmele yakın. Henüz nispeten yeni elime geçen bu güzelliği kullanmak için can atıyorum!


Bir teknoloji bağımlısından itiraflar dinlediniz :)

İyi haftasonları!


Moonie


Wednesday, December 24, 2008

Tabutta Rövaşata


Tam bir 'kaybedenler hikayesi'. Enfes, tek kelimeyle enfes. İç karartırken kahkaha bile attırabilecek bir nefasette hatta! Derviş Zaim'in ilk filmi, bence aynı zamanda en vurucu filmi olmuş. Ahmet Uğurlu'nun oyunculuğu benzersiz. Replikler eşsiz. Yansımalar'ın her birini ezbere bildiğim şarkıları ve Baba Zula'nın müziği zaten mükemmel. Bir de bütün bunların üstüne güzel, mavi tavus kuşları kondurmuş yönetmen ki, tadından yenmez olmuş bu film.

Kaybedenlerin hikayesi bu film. Toplumun sınırında yaşayanların. Öylesine uç bir nokta ki, filmi izlerken sıcak koltuğunuzdan, plazma televiyonunuzdan, evinizden barkınızdan utanasınız geliyor. Filmin baş kahramanı Mahsun öyle naif, öylesine içten ki, onu izlemek her gün önünden geçtiğiniz bir dilenci ya da evsizin, sizin için bir mobilyadan farksız bir adamın gözlerine ilk defa dikkatlice ve derinden bakmaya benziyor.

Tebrikler Derviş Zaim. Bu film, Türk sineması'nda bir kilometre taşı olmayı hakediyor.





Monday, December 22, 2008

Bir boşlukta gibi


Bugün dünyanın en gereksiz günlerinden biriydi.

Hani bazı günler olur, hiç bir şey yapmak gelmez içinizden. Öyle bir boşlukta gibi dolandım evin içinde. Evde durmak hiç yaramıyor bana. Mutlaka günün belli bir saatinde dışarı çıkmalı ve zamanımın çoğunu dışarıda geçirmeliyim. Böylece akşam eve gelince evimin kıymetini anlıyor ve mutlu oluyorum.
Boşlukta gibi dolandım evin içinde bütün gün. Dışarıda buzdan da soğuk bir hava. Evin içini de bir türlü ısıtamadık. İçim üşüdü, ellerim, ayaklarım üşüdü.

İşte öyle manasız, anlamsız bir gündü. Anlamsızca bitti.

Sunday, December 21, 2008

Bazen



Bazen, dökmen gereken gözyaşları vardır.

Dökmedikçe içinde bir yerlerin acıyacağını bilirsin.
Yüreğine bir şeylerin batacağını. Bir şeylerin ağrıtacağını içini, göğsünü.
O gözyaşlarını dökmedikçe rahat edemeyeceğini bilirsin.

İçine buz gibi soğuk rüzgarlar eser. Üşürsün.
Zordur karşı koymak, gözyaşlarının yalandan da olsa içini ısıtacağını bilirsin.
Titrersin, acına sarınıp.

Bir süre karşı koyabileceğini sanır, yanıldığını anlarsın.
Yanakların ılık gözyaşlarıyla ıslanınca anlarsın.

Dökmen gereken gözyaşların vardır bazen.
Dökmezsen, dağılırsın.

Eksi yirmi derece


Bu, şu anda yaşadığım şehrin sıcaklığı. Sıcaklık demek sıcağa hakaret olur herhalde! Dile kolay, eksi yirmi! Ama bu sadece termometrede görünen derece. Hissedilen sıcaklık -34 Celsius.

Bütün gece rüzgarın pencerelerde ıslık çalmasını dinledik. Saatte 64 kilometre hızla esiyor. Şimdiyse dışardaki dünya bembeyaz ve buz kesmiş görünüyor. Dışarıya çıkmaya çok korkuyoruz. Çıkınca nefesim donacak gibi geliyor.


Nereden geldim bu buz ülkesine, bazen kendime sorup duruyorum :)

Friday, December 19, 2008

Beynelmilel


Beynelmilel hem çok gülünç, hem de gerçekten duygulu sahneleri bir arada barındırabilen ender filmlerden biri. Ailecek izlediğimiz için midir, filmin kendi güzelliğinden midir bilmem ama biz bu filmi izlerken gerçekten çok güldük ve eğlendik. Bazı sahnelerde ise gerçekten çok duygulandık. Film bize 80'ler Türkiyesi ve darbe gerçeğini mizahi bir dille çok başarılı bir şekilde gösteriyor. O günlerde insanların yaşadıklarını, akıl almaz uygulamaları eleştirel bir dille çok güzel betimlemiş. 

Filmin asıl amacı o zamanları ve atmosferi izleyiciye mümkün olduğunca hissettirebilmek bence. Üstlendiği bu zor görevi, gerçekten çok başarılı performanslar sergilemiş olan bir çok oyuncunun yardımıyla en iyi şekilde kotarmış film. Özgü Namal ve Meral Okay ise filmde favorilerim oldular, oyunculukları ve mimikleriyle!

Beynelmilel, amatör ama militarize edilmiş bir bandonun hikayesini anlatmasıyla geçen sene izlediğim bir İsrail filmi olan The Band's Visit filmini de hatırlattı bana. O filmi de beğenmiş ve izlerken eğlenmiştim. Büyük devlet politikalarının insanların gündelik yaşamlarına nasıl yansıdığını, onları nasıl etkilediğini anlatan bu iki güzel filmi kaçırmayın derim.

İyi haftasonları!


Monday, December 15, 2008

Bir kış masalı

Soğuk ve karlı bir kış günüydü. Günlerden Pazar. Hava rüzgarlı, hafif yağışlı. Chicago da hep soğuk! Eğer havanın ısınmasını beklersek hep evde oturacağız. Gezmek olsun bize diye, gözümüzü karartıp Chicago Botanik Bahçesi'ne gittik!

Botanik Bahçesinde çiçeklerin yerinde yeller esiyor tabii. Ağaçlar çıplak, soğuk görünümlü. Rüzgar esiyor, küçük göl donmuş! Ama Botanik Bahçesi'nin kapalı sera gibi bir bölümünde, Noel sebebiyle bir sergi açılmış. Wonderland Express diye. İşte o sergiyi gezdik. Bir kış masalı gibi, bir rüya gibi güzeldi. Bir kaç fotoğraf ve fotoğraflara eşlik etmesi için müzik seçtim sizlere, Fındıkkıran balesinden Şeker Perisi'nin dansı:

Nutcracker Ballet Suite: Dance Of The Sugar Plum Fairy - The London Symphony Orchestra




Tamamen şekerlerden ve lolipoplardan yapılmış olan devasa çelenk!



Zencefilli kurabiyelerden, pasta kremasından, jelibonlardan ve çikolatalardan yapılmış olan evler! Ben bunları yerim :)


Chicago'nun bütün binalarının tamamen doğal malzemelerden maketleri yapılmış. O kadar gerçekçi ve güzeldi ki hayran kaldık. Aralardan küçük trenler geçiyor, bir de arada sırada yukarıdan minik kar tanelerine benzer şeyler yağıyor (sabun köpüğünden). Tam bir masal dünyası olmuş, bayıldık! Yukarıda şehir merkezi, Wacker köprüsü ve Navy Pier'ın maketleri görülüyor.


Güzel kırmızı çiçekler ve çam ağaçlarından oluşan süsleme.


Yine kurabiye evlerden biri. Bu evler insanı şeker komasına sokmaya birebirmiş onu anladım :)

Soğuk Chicago'dan sevgilerle!


Saturday, December 13, 2008

Yumurta


Yumurta, çok duru ve yalın, çok güzel bir masal. Çoğu insanın düşündüğünün aksine ben filmi gayet akıcı ve ilginç buldum. Sinematografi çok güzel, bazı kareler fotoğraf gibi. Nuri Bilge Ceylan sinemasının etkileri özellikle ilk sahnelerde açık bir şekilde görülüyor. Detaylara verilen önem, taşra hayatının ayrıntıları.. Herşey şiirsel bir dille işlenmiş. İzlerken karakterlerle özdeşleşiyor, kendinizi adeta oradaymışsınız gibi hissediyorsunuz. Başrollerde oynayan Nejat İşler ve Saadet Aksoy'un da oyunculuklarına hayran kaldım. Bence filme çok yakışmışlar, çok doğal duruyorlar rollerinde.

Genelde pek beğenilen bir film olmamasına rağmen ben Yumurta'yı çok beğendim. Üçlemenin çıkacak diğer filmleri olan 'Süt' ve 'Bal'ı da çok merak ettim. Onları da mutlaka izlemek istiyorum. Bence bu filmle Semih Kaplanoğlu da Türk sinemasının yükselen yıldızları arasında yerini almış. Ülkemin sinemasının Yeşilçam'dan bugüne katettiği yolları görüp, gurur duyuyor ve seviniyorum.

Thursday, December 11, 2008

Cenneti Beklerken


Daha önce hiç Derviş Zaim filmi izlememiştim. Cenneti Beklerken 17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda geçen bir macera. Bir nakkaş ustasının maceralarını anlattığı için ve minyatür ağırlıklı teması dolayısıyla aklıma hep 'Benim Adım Kırmızı' geldi izlerken. Görüntüler, müzik ve Anadolu sahnelerinde yapılan çekimler gerçekten güzel olmuş. Minyatür ve gerçek arasındaki geçişler, rüya-gerçek metaforları ve sinematografi de gayet başarılı.

Yönetmenin emeğine ve o tarihi dönemi yansıtmak için gösterdiği özene saygı duydum. Ancak nedense kurgu ve senaryodan dolayı film beni çok içine çekemedi. Filmin anlatmak istediği hikayeyi, vermek istediği dersi çok iyi anlayamadım. Açıkçası bazı yerlerde fazla kopukluk var gibi geldi bana. Oyunculuklara da diyecek sözüm yok, ancak biraz televizyonda Türk dizisi izler gibi de hissetmedim değil kendimi. Kısacası tam manasıyla o döneme götüremedi beni yönetmen. Kendimi bazı sahnelerde sıkılıyor bile buldum (ki hiç kolay kolay filmlerde sıkılan biri değilimdir, en yavaş ve ağır, sanatsal filmleri izlerken bile)

Derviş Zaim'im diğer filmleri olan Tabutta Rövaşata ve Filler ve Çimen'i de çok merak ediyorum. Onları bir an önce izleyip bu filmle kıyaslamak istiyorum.

Bu aralar Türk Sineması günleri yapıyoruz evde. O yüzden blog'umda bir çok (yeni ve eski) Türk filmiyle ilgili yazacağım önümüzdeki haftalarda.

Bol sinemalı günler!


Monday, December 8, 2008

Kavuşmak




Kavuşmak ne güzeldir.

Sevdiğin ve özlediğine çok uzun bir aradan, hiç bitmeyecek gibi görünen bir ayrılıktan sonra kavuşmak ne kadar güzeldir. Ne tatlıdır sarılışı, ne güzeldir kokusu, ne şefkatlidir kolları.

Özlem ne kadar buruksa, kavuşmak o kadar tatlıdır. Rengarenk lokumlar gibi şekerli ve yumuşacıktır.

Bir kaç damla yaş aksa da gözlerden, mutluluktandır. Acıyla dolu yaşlar değildir onlar. Nisan yağmuru gibi güzel birer yağmur damlasıdır.

Sevdiğin ve özlediğin birine, acılı bir mevsimden, kederli günlerden, upuzun gecelerden sonra, eninde sonunda, yolun en sonunda kavuşabilmek ne tatlıdır. Ne çok mutlu eder insanı. Ne de güzeldir onun gülüşü. Ne kadar aydınlıktır bakışı.

Pespembe ve yumuşacık bir bulutun içine gömülür gibi olur insan, sevdiği ve özlediğine kavuşunca. Ne kadar ışıl ışıldır dünyası.

Kavuşmalarla ve bol gülücüklerle dolu, rengarenk lokumlar tadında bir bayram diliyorum. Özlem ve hasret sizden uzak olsun.

Mutlu bayramlar!






Dinlediğim şarkı: Yann Tiersen - L'Arrivee Sur L'ile


Thursday, December 4, 2008

27



Ben Moonshine.
Şu anda sıcak çikolatamı keyifle yudumluyor, dışarıdaki karları pencereden izliyorum.
Bugün itibariyle 27 yaşındayım.
Çeyrek yüzyılı biraz aşan şu hayatımda çok güzel şeyler yaşadım.
Herkese nasip olmasını istediğim bir çok mutluluk tattım.
Bugün ölsem, içimde hiç bir ukte kalmış olmazdı. 'Dolu dolu bir hayat yaşadım' diyebilirdim.

Nemrut dağının zirvesinde güneşin batışını da izledim, İsviçre Alpleri'nde birbirinden güzel çiçekler arasında da yürüdüm.
İskenderiye Kütüphanesi'nde de kitap okudum, Kopenhag'daki Kraliyet Sarayı'nın mis kokulu yemyeşil bahçelerinde de.
Sümela Manastırı'nın sisler arasındaki pencerelerinden aşağı bulutlara baktım, Estergon Kalesi'nin taş pencerelerinden de aşağıda ağır ağır akan Tuna nehrine.
Kızıl Deniz'de birbirinden güzel balıklar arasında da yüzdüm, Atlantik Okyanusu'nun kocaman dalgaları arasında da.
Mısır'ın çöllerinde deve üstünde gezdim, Amerika'daki bir çiftlikte güzel, kahverengi bir ata bindim.
Güzel Mardin Kalesi'nin karşısında oturup 'mırra kahvesi' de içtim, Viyana'nın en eski kafesi Havelka'da bir fincan sıcak çay da.
Prag'da Kafka'nın minicik ve fakir evini de gördüm, Philadelphia'da Edgar Allan Poe'nun evini de.


Okyanuslar aşıp farklı yaşamlar gördüm, birbirinden güzel insanlarla tanıştım, birbirinden farklı diller öğrendim. Yaşamı keşfederken ne kadar çok şey bilmediğimi, ne kadar çok şey öğrenmem gerektiğini sürekli, hayretle, tekrar tekrar farkettim.

Ben Moonshine.
Bugün 27 yaşındayım.
Teşekkürler hayat!





Fotoğraf: Moonshine 1.5 yaşındayken :)




Tuesday, December 2, 2008

Aralık geldi, hoşgeldi



1 Aralık sabahı güzel ve bembeyaz bir sürprizle uyandık. Yılın en sevdiğim ayı geldi ve Chicago'yu gelir gelmez beyazlara boyadı. Uyanıp uyku mahmurluğuyla penceremizden bakınca işte yukardaki gibi bir manzarayla karşılaştık.

Aralık ayını nasıl sevmem? Bizde üç doğumgünü kutlanacak, ailelerimiz Chicago'ya geliyor, ayrıca Amerikanın genelinde de üç dinin de bayramları (Kurban bayramı, Noel, Hanukkah) kutlanacak bu Aralıkta :) Kısacası umarım kutlamalarla dolu, ışıl ışıl bir ay olacak.

Ayrıca iki gün sonra 27 yaşında olacağım! Heyecanlı ve mutluyum :)