“Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs'süz, Şam'sız, Lübnan'sız, Beyrut'suz ve Halep'siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.
Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:
- Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor.
Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi!
- Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu'da çalışmaktır.
Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz, istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:
- Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:
- Bu tarafa gitmişti, diyor.
O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı?
Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi?
Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın:
- Ahmed'imi gördün mü?
Hayır... Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü. Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü.
Şimdi Anadolu'ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu'dan utanır gibi, hepsi İstanbul'a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor.
Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.
Ahmed'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!”
― Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
İnsanı bildiğini düşündüğü bir tarihi dönemi tekrar gözden geçirmeye iten, 1. Dünya Savaşı ve sonuçları, Osmanlı'nın Arap cepheleri ile ve yaşanılan acılarla ilgili çok daha fazla düşünmeye sevkeden, sarsıcı bir kitap. Uzun zamandır tarihi konu alan ve beni böylesine etkileyen bir roman okumamıştım. Kısa ve çok sürükleyici oluşu, insanın içine işleyişiyle bu romanı çok sevdim. Yüreğimi sızlatan bu romanı okuyunca, savaşın ne denli anlamsız, insan hayatının ne kadar ucuz olduğunu düşündüm çokça. Milyonlarca hayatın filler güreşirken ezilen çimenler gibi arada nasıl harcandığı, heba edildiği, acıların dağlara taşlara sığmadığı o savaş yıllarını düşündüm.
Gözümden bir kaç damla yaş aktı. Geri gelir mi bir daha Ahmet'ler?
No comments:
Post a Comment