Monday, September 18, 2006

İstanbul, dolu dizgin



Çok sevdiğim bir müziği dinlerken şarkının sonlarına doğru müziğin sesini iyice açmak gibi bu yaptığım. Günlerdir İstanbul'un tadını çıkarmak için dolu dizgin yollarda..Çarşamba bütün gün uyuyarak ve gittiğimiz maçın yorgunluğunu üzerimizden atmaya çalışmakla geçti. Perşembe günü sabahı erkenden kalkıp canımla İstanbul Modern'deki Gökşin Sipahioğlu sergisini görmek üzere yollara koyulduk. Ben müzenin o gün giriş bedava olduğundan bayağı kalabalık olacağını sanırken tabii ki sabah sabah oraya o kadar erkenden gelmiş çok az kişi vardı.

Gökşin Sipahioğlu sergisi beni çok etkiledi. Sadece bulunmuş olduğu ülkeler değil, tanıklık etmiş olduğu olaylar, yakaladığı enstantaneler, insan yaşamlarından kesitler...Bütün bunlar siyah-beyaz fotoğrafın o sade güzelliği ve anlatısıyla birleşince ortaya vurucu fotoğraflar çıkmış. Eskiden genelde ünlü ressamların hayatlarını ve başlıca eserlerini merak ederdim üniversitede aldığımız sanat tarihi dersinin de etkisiyle. Artık artan bir şekilde siyah-beyaz fotoğrafçılığa ilgi duyuyorum. Yeni evimin duvarlarını tablolarla değil, siyah-beyaz fotoğraflarla süslemek istiyorum mesela. Çünkü fotoğraf çok daha gerçek geliyor bana, çok daha hayatın içinden ve doğal, işlenmemiş, saf, katıksız.. Tabii ki yine de fotoğrafı çeken kişinin bakış açısından görüyoruz olayları, ama bir ressamın yapabildiği kadar değiştiremiyor fotoğrafçı gördüğü gerçeği. Özellikle içinde insan portreleri ve yaşamlarından kesitler taşıyan siyah-beyaz fotoğraflara bayılıyorum. Bu yaz daha önce de yine Istanbul Modern'de Jacques Banier'in portre ağırlıklı siyah-beyaz fotoğraf sergisini gezmiş ve çok beğenmiştim.

İstanbul Modern'de bir de Fahrelnisa Zeid ve oğlu Nejad Devrim'in eserlerini içeren "Gökkuşağında iki kuşak" adlı kapsamlı sergiyi gezdik. Fahrelnisa Zeid'in My Hell (Benim cehennemim) adındaki tablosu etkileyiciydi, ama ben soyut resimler yerine daha çok yine portre resimlerini ve insan duygularını anlatan tabloları seviyorum. Ünlü sanatçıların yaşamöykülerini okumak da çok ilginç, onlar ve yaşamları hakkında bilgilendikten sonra eserlerine daha farklı bir gözle bakıyor insan.

İstanbul Modern turundan sonra Karaköy Lokantası'nda güzel bir öğle yemeği, üzerine Karaköy Güllüoğlu'ndan ne zamandır sayıklayıp durduğum fıstıklı baklava...Mükemmeldi. Daha sonra Karaköyden kalkan vapurun yan tarafında Mercan Dede'nin "Ab-ı Hayat"ı eşliğinde izlediğim İstanbul ise, doğal halinde, yani büyüleyiciydi. Bu şehir, acaba ben ondan kısa süre sonra ayrılacağım için mi bu kadar güzel görünüyor gözüme? Neden hayatımızdaki herhangi bir şeyin güzelliğini görebilmek ve değerini anlayabilmek için mutlaka ondan uzaklaşıyor olmamız ya da onu kaybedecek olmamız gerekir?



Haftasonu günleri yine İstanbul'daki son haftasonu olduğundan mıdır nedir, başdöndürücü bir hızla geçti. Cuma akşamı güzel bir kutlama yemeği yedik, canlarımın birlikte 26. yılı ve aynı güne denk gelen doğumgünü vesileleriyle. Cumartesi bütün gün son dakika işleriyle gecti, ama gecesinde çok güzeldi. Yine İstiklal Caddesi, yine gecenin büyüsü, kalabalık, kahkahalar, eğlence.. Saat 11den sonra Taksim Mojo'daydık. İnanılmaz kalabalıktı ve her ne kadar eğlensek de bana gece hayatını neden sevmediğimi hatırlattı Cumartesi akşamı dışarı çıkmak. Sigara dumanları, boğucu bir kalabalık ve korkunç gürültülü müzikler arasında boğulmaktansa evimde oturup yasemin çayımı yudumlayarak eski ve güzel bir film izlemek bana çok daha çekici ve keyifli geliyor. Sanırım insan 20li yaşların ortasına yaklaştıkça zevkleri ve alışkanlıklarıyla birlikte yaşam tarzı da değişiyor. Etrafımdaki herkeste gözlemlediğim bir şey bu.

Pazar günü geleneksel kahvaltılarımızın sonuncusunu yaparak güzelim havanın tadını çıkardık. Kahvaltının kendisiyle ilgili de bir yazı yazmak istiyorum, hayatımda çok büyük bir önemi var çünkü. Bütün gün doğanın ve bahçenin, insanı yakmayan Eylül güneşinin ve serin meltemin keyfine vardık. Akşam yeniden Boğaz yollarındaydık, aile dostumuz ve sevgili isim babamın ailesiyle bir akşam yemeği için. Manzara, sohbet, yemekler, hava...herşey çok güzeldi. İstanbul'un her seferinde damağımda kalıyor tadı, bu şehre doymak olmaz ki zaten.

Şimdi Pazartesi sendromu ve bavul toplamaya başlama hali içinde, sessiz ve yorgunum.. Başdöndürücü, dolu dizgin haftasonundan sonra güzel bir rüyadan uyanır gibi mahmur ve şaşkınım. Eski evimizde son günlerim, neden sonlar ve başlangıçlar hep böyle garip bir hüzün taşır içlerinde? Yola revan olmaya hazırlanmalıyım.


Resimler: 1- Vincent Van Gogh - Place du Forum'da kafenin terası
2- Canım Popartist'in İstanbul'da gece bir fotoğraf çalışması

No comments:

Post a Comment