Friday, September 15, 2006
Bir suşi macerası, Taksim, ve sonrası
Geçtiğimiz Cumadan beri yazamadım, canım Çalıcan ve şimdi artık Londra'da olan "Ozuge"cimle mükemmel bir gün geçirdik. Zaten önceden buluşup mutlaka suşi yemeye karar vermiştik. Ben zaten damak zevki inanılmaz esnek olan ve neredeyse dünyanın tüm mutfaklarını seven bir insan olarak suşinin ne kadar delisi olduğumu sürekli söyler dururum. Amerika'ya gittiğimden beri ülke hakkında sevmediğim şeylerin yanısıra en çok sevdiğim şeylerden biri de işte bu çokkültürlülük, çokulusluluk hali. Yoksa ben Meksika mutfağı, Japon mutfağı, Hint mutfağı, Pakistan mutfağı, Çin mutfağı, Peru mutfağı....vs. gibi değişik damak tadları olan mutfak örneklerini başka nerede böylesine kolay tatma şansı bulabilirdim? Tabii ki ideal olan o ülkeleri gezip de oralarda yemek, ama şimdilik Amerikada bulduklarımla da mutluyum. Gerçi Amerika'ya giren herhangi bir yemek kültürünün varlığını bozulmadan koruması zor, genelde yemekler "Amerikanlaşıyor" ve bu çoğunlukla o yemeğin daha yağlı, daha karbonhidratlı ve tabii ki daha sağlıksız bir hale getirilmesi demek. Bunun en iyi örneğini Çin mutfağında görüyoruz. Normalde haşlanmış sebze, meyve ve pirinçten oluşan ve gayet sağlıklı kabul edilen Çin yemeklerinin Amerikalı versiyonları genelde çok daha yağlı oluyor ve kızartma işin içine daha çok giriyor.
İşte ben de Türkiye'de adını dahi çok seyrek duyduğum suşiye Amerikada bu şekilde alıştım, hatta bağımlısı oldum. Eve bir suşi kitabı alacak ve "suşi yeme adabı"nı, suşi hazırlama sanatını bütün ayrıntılarına kadar öğrenecek kadar ilerlettim bu sevgimi. Zaten genelde Japon kültürüne de çok hayran olduğum için benim için törensel bir hava taşıyor suşi yemek.
Taksim'de İstiklal Caddesi'nin yan sokaklarından birinde olan Cafe Bunka'ya gittik, Türkiye'de ilk defa suşi yiyeceğim için meraklanıyordum nasıl olacak diye. Kafenin ortamı Amerikadakilerden çok daha huzurlu ve sessizdi (tabii bunda Türkiye'de suşi sevenlerin azlığının ve gittiğimiz günün bir haftaiçi günü oluşunun etkisi yok değil bence) Dekorasyon, duvar süslemeleri, alçak ahşap masalar ve sandalyeler, herşey minimalist bir düzenle yerleştirilmişti. Biz yerde oturulan bölüme yöneldik, kendimizi tamı tamına Japonya'da hissedebilmek için. Burada ayakkabılarımızı çıkarmamız gerekti, ama yerde oturmamıza rağmen gayet rahattık, çünkü minik sandalyelerin arkalıkları dahi vardı.
Menü gelince farkettim ki Türkiye'de menüde yer alan çok az suşi olmasına rağmen Amerikada menüler uzayıp gidiyor. Gerçi az önce de söylediğim gibi Türkiye'deki talep azlığı göz önüne alındığında bu hiç de şaşırtıcı değil. Hepimiz kendi suşilerimizi söyledikten sonra Amerikada hiç denememiş olduğum Macha çayından istedim. Macha çayı yeşil ve köpüklü bir çay ve çay seremonilerinde kullanılıyor Japonya'da. Nitekim çayı getiren Japon çocuk da çay seremonisini bütün ayrıntılarıyla yerine getirdi: Toz biçimindeki çayı bardağa koyup sıcak suyla ve bir fırçanın yardımıyla köpürttü. Biz de bütün bu seremoni boyunca saygımızdan fısıltıyla konuşuyorduk, ilahi bir ritüele tanık oluyormuşçasına. Önceden Japonya'da bulunmuş olan Özge'den öğrendiğime göre bardağı üç kere çeviriyormuş, ben sayısını ve önemini farketmemiştim bunun. Daha sonra bardağı, önündeki en güzel motif bana bakacak şekilde koymalıymış önüme. Seremoni bittikten ve çay hazırlandıktan sonra Japon çocuk bize arkasını dönmeden, geri geri yürüyerek kafenin diğer tarafına geri döndü.
Macha çayının normalde üç yudumda bitirilmesi gerekiyormuş ama ben yanındaki kestaneli güzel tatlının da yardımıyla bu keyfi biraz daha uzattım. Suşilerin kalitesi de fena değildi, yerken bol bol laflayarak ve gülüşerek keyfini çıkardık bulunduğumuz mekanın sadece bize ait olmasının.
Yine Özge'den öğrendiğim başka bir detay: Japon kültüründe "Zen bahçesi" adında bir kavram varmış. Bu kafede de yerde küçük ve büyük taşlarla camın altında inşa edilmişti bu Zen bahçesi. Büyük taşlar adaları, etrafındaki küçük taşların oluşturduğu kıvrımlarsa dalgaları simgeliyormuş. Eminim felsefi olarak çok daha derin anlamları da vardır tabii ama ben henüz bilmiyorum.
Japon kültürüyle ilgili en çok sevdiğim şey içinde barınan huzur ve zamanı algılayış biçimi. Batı'da kesinlikle kaybedilmesi düşünülemeyen bir değer olan zaman, Doğu'da çok farklı algılanıyor, sanki içinde hareket etmesi çok daha kolay olan engin bir deniz gibi. Sürekli bir acele içinde olan ve zaman yokluğundan yakınan Batı kültürü dahilindekilerin aksine, Doğu'da bir çay seremonisi gerektiğinde bir saat kadar bir zaman alabiliyor. Belki de biz telaşla zamanın peşinden koştukça o bizden uzaklaşıyordur, kimbilir? İçinde huzur ve dinginlikle varolabilmek için yerimizde durup hayatın ritmini dinlemek yeterlidir belki de.
Suşiyle ilgili daha sonra ayrıntılı bir rehber formatında bir yazı yazmayı umuyorum, çünkü Türkiye'de ve Türkçe rehberlerde ya da internet kaynaklarında pek rastlamadığım ve eksikliğini hissettiren bir şey bu.
Akşam olduğunda ve suşi insanı hiç bir zaman tam doyurmadığından karnımız tekrar acıktığında, Asmalımescit'te küçük ve yeni açılmış şirin bir kafede bulduk kendimizi tekrar. Ara sokakları ve içlerinde barındırdıkları güzellikleri çok seviyorum. Kafenin adı tabelada yazdığına göre Deli~Bakkal dı, ben tabii ki önce bunu "Deli Bakkal" şeklinde algıladım ama daha sonra ingilizcede şarküteri demek olan "Deli" sözcüğü anlamına da gelebileceğini farkettim. Hava bayağı serinlemişti, içeride oturup, bol bol fotoğraf çekip, gülüşüp, dışarıdaki insanları seyrettik. Tekrar acıktığımdan daha önce Almanya'da buz gibi bir tren istasyonunda sabahın 5inde denemiş olduğum mükemmel bir ikiliyi tekrar denedim: Sıcak ballı süt ve peynirli-domatesli tost. Yine çok güzel bir ikili oluşturduklarına kanaat getirdim, zaten sıcak ballı sütü günün her saatinde, sıcak bir günün öğle vaktinde bile içebilirim. Küçük kafeleri çok seviyorum.
Akşam, serinlik, İstanbul'un eşsiz ruhu, dostlarım, ara sokaklar... Güzel bir Eylül gününün keyfi bambaşka oluyor.
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
ya.. sanat sepet fotosu gibi olmuş.. nasıl kıskandım!
ReplyDeleteben de ben de ben de makisushi yemek istiyorum! o çubukları zuşilere batıra batıra yemek:)))
ehiehi canimm buraya gel de yiyelim senle hem bak burda ucuz:)
ReplyDelete