Thursday, October 31, 2013
Anlar - 8
Hep birlikte çıtır çıtır yanmakta olan şöminenin karşısındaki koltuğa gömülmüşüz. Arka planda Nick Drake, Pink Moon albümü çalıyor. O yumuşacık, kadife gibi sesiyle söylüyor Nick, yılların, ölümün ötesinden. Beni hüzünlü bir huzura boğan o su gibi sesiyle.
Küçük kızım iki yandan topladığım saçlarını savurarak, bir kelebek gibi, kuş gibi dansediyor şöminenin önünde, ışığında. Bir o yana, bir bu yana dönüyor, bale yapar gibi ellerini kaldırıyor havaya, müziğe ve ritme hiç çaba sarfetmeden, zorlanmadan, kusursuzca bir uyumla eşlik ediyor minicik bedeni. Biz hayran hayran izliyoruz, bir güneşin doğmasına, yıldızın parlamasına şahit olur gibi. Güneşim o benim, bu puslu, karanlık sonbahar gününde. Yıllar sonra bile unutmayacağım mutluluk anlarını bana hediye eden güneşim. O gülümseyince parlıyor masmavi gökler, hava nasıl olursa olsun. Burnunu burnuma sürtünce kıkırdıyor, bir anda içimde çiçekler açıyor. Sarılıyor bana, kokusunda kendi çocukluğumu, yuvamı, evimi buluyorum. Kendimi buluyorum.
O anda, şöminenin önünde oturmuşken hepimiz, kızımı izlerken, herşey öylesine kusursuz ki. Konuşmaya bile gerek yok.
Monday, October 21, 2013
Şimdiki Zaman - Belmin Söylemez
Belmin Söylemez'in ilk filmi, sinematografik açıdan hoş, biraz karamsar ve yavaş gitse de bir ilk film için gayet başarılıydı bence. Yine Chicago Türk Film Festivali kapsamında, son filmimizdi. Gene Siskel'da izledik. Doğal, saf, içten oyunculuklar, bir kahve falının etrafında dönen sıradan hayatlar, sıradanlığın ilginçliği hatta. Renk kullanımı güzeldi, görsel açıdan detaylar çok hoştu, özellikle sonundaki kahve fincanı sahnesi çok hoşuma gitti. Bu hikayelerin her gün binlercesinin yaşandığını bilmek, filmi daha da gerçekçi ve etkileyici yaptı benim gözümde. Bazı filmler seyretmek, izlemek, ve üzerinde bir kaç cümle yazmak içindir. Çok büyük hikayeler, duygular, maceralar içermeleri gerekmez. Bu film de öyle bir filmdi işte. Yormayan, sıkmayan, ama çok da heyecanlandırmayan. Güzeldi bence!
Etiketler:
sinema
Thursday, October 17, 2013
Sunset Park - Paul Auster
Paul Auster'ın okuduğum en güzel kitabı olmasa da, hoş, akıcı, etkileyici bir kitabıydı. En sevdiğim Auster kitapları New York Trilogy ve Moon Palace'tır. Ama bu roman da onların hemen arkasında yerini aldı diyebilirim. Karakterler arasında kendimle en çok özdeşleştirdiğim, tabii ki doktora tezini yazmakta olan Alice oldu :) Hayatla, kitaplarla ve sinemayla ilgili bölümler çok güzeldi. Karakterlerin her birine tek tek eğilinmesi ve farklı bakış açılarından olayların anlatılması da çok başarılı olmuş. Ancak karakter gelişimleri çok güzel olsa da, kitabın sonu çok aceleye getirilmiş ve yazılmış olması gereken daha derin, daha tam ve bütün bir son kısımdan yoksun bırakılmış kitap sanki.. Bu yüzden bütün kitap boyunca devam eden güzel akışın kitabın sonunda birden tamamen yokolduğu, adeta yazarın okuru terkedip gittiği sanrısına kapılıyor insan. Sonu böyle olmasaymış çok daha güzel, çok daha unutulmaz bir roman olabilirmiş.
Yine de Paul Auster iyidir, gönlümüzde yeri başkadır tabii, o ayrı!
Water for Elephants - Sara Gruen
Yazın bir çırpıda okuduğum ama çok da keyif almadığım, vasat bir romandı.. Yazım tarzının amatör olduğu belli, karakterler çok derinliğine inememiş.. Nasıl 'bestseller' olmuş hayret ettim doğrusu. Benim için tek ilginç olan yanı, 1920'lerdeki sirk endüstrisini ve sirkteki yaşamı detaylı anlattığı bölümlerdi. Aşk hikayesi ise biraz zorlama olmuştu sanki, hiç bir zaman karakterlerle çok empati kuramadım. Kitabın ana anlatıcısı, Jacob adındaki yaşlı adam ve huzurevinde geçirdiği günler, aklıma Cloud Atlas'taki Timothy Cavendish'i getirdi. Ama Cloud Atlas'taki muhteşem karakter gelişiminin, Timothy Cavendish'in matraklığı ve gerçekçiliğinin aksine, bu karakter biraz zorlamayla, suni çizgilerle çizilmişti sanki.. David Mitchell'ın ne başarılı bir yazar olduğunu tekrar düşündüm!
Subscribe to:
Posts (Atom)