Saturday, January 24, 2015

Bazen






Sevgili fishingtilda'ya..


Bazen, kış mevsiminin yüreğinde, kucağında, akşamüstü bir kaç saat uykudan sonra, kafam dumanlı, sarhoş.. Bir kaç kelime gelir dudaklarımın ucuna. Gerçekle gerçeküstü arasındaki belirsiz çizgi, daha da silinir. Alacakaranlık geceye yer açarken, eski dostlarım melankoli ve nostalji, gelip karşımdaki koltuklara yerleşir. Durduramam battaniyenin altında, elimdeki çay fincanından medet uman bedenimin titremesini. İçim üşür, kitap dahi okuyamayacak kadar bitaptır bedenim. Bırakıverir kendini unutuş gibi derin bir uykunun kollarına. Sonra uyanırım gecenin ortasında. Uykunun tatlı kollarına geri dönmek ister yorgun ruhum. Kalakalırım, ne uyur, ne uyanık, arada, arafta.

Bazen, koskocaman, simsiyah uzayda yüzen şu küçücük mavi noktada geçirmek için bize verilen kısacık süreden geriye kalacak en anlamlı şey, işte bu yazdığımız satırlar gibi gelir. Sözlerimiz, ruhumuz, hayatımız uçup gittikten sonra, geride bir tortu gibi kalacak olan şu kelimeler.

Bazen, insanı yaşama bağlayan en büyük sebeplerden biri, onda bulduğumuz ulvi, derin anlamlar değil, aynı şehrin banliyölerinden birinde, orman içinde bir evde başka bir kadının, elinde bir fincan kahveyle, geceyi yoldaş edinerek kendine, sayfalarca okuyor, sayfalarca yazıyor olduğunu bilmektir o anda.

Beethoven'ın 8. keman ve piyano sonatıdır, hayatı yaşamaya değer kılan bazen. Yüzyıllar öncesinden gelip insanın yüreğinin içinde bir yere dokunabilmeyi başaran bir eldir.

Bazen, kalırız arada, karanlık ve aydınlığın, gerçekle gerçeküstünün kesiştiği, buluştuğu o noktada. Yazmaktan başka bir şey gelmez elimizden.

Bazen, geceyi yoldaş bilip kendimize, veririz yüreğimizin dizginlerini melankoliye.



Thursday, January 15, 2015

Bir fincan sahlep



Mis gibi tarçın kokulu, koyu kıvamlı, sıcak, sıcacık bir fincan sahlep.. Seneler var ki içmemiştim. Mis gibi kokusuyla beni Kadıköy'deki evimizin kış akşamlarına götürdü. Pencereyi açsam hafif bir kömür ve kar kokusu doldururdu odayı. ÖSSye hazırlanmaktan yorulduğum akşamlar, elime Sait Faik'in 'Semaver/Sarnıç' hikaye kitabını alıp, oradan bir hikaye okurdum. İnsanı, bizi, hayatı, böylesine sade ama böylesine vurucu anlatabilen başka bir yazar görmedim. Sait Faik'in kelimelerinde hayatın ta kendisi vardı. Elimdeki sahlep fincanından yükselen başdöndürücü kokuyu içime çekerken, 'Semaver' hikayesinde, Ali'nin çalıştığı fabrikanın önünde sahlep yudumlayanların arasında addederdim kendimi. Sait Faik beni elimden tutup başka insanların hayatlarının tam orta yerine bırakıverirdi. O müthiş hikayeciliği, o masumiyeti, kendiliğinden akan bir ırmak gibi yazdığı satırlar, yüreğimin en derininde bir yere dokunuverirdi.

Bir bardak sahlep, beni götürdü o uzaktaki şehirde, ilkgençliğimi yaşadığım o kış akşamlarına..

Çoğu günler, bir rüya gibi geliyor bana hayatım, yaşadıklarım.




Thursday, January 8, 2015

Kış Uykusu - Nuri Bilge Ceylan




Chicago'da uluslararası film festivalinde bilet almama rağmen tez sunumumun iki gün öncesine denk geldiği için gidememiştim. Bu senenin başında tamamen tesadüf eseri film gösterim posterini gördüğüm Music Box Theater'da izleme şansı yakaladım.

Altın Palmiye ödüllü bir başyapıt. Nuri Bilge Ceylan'ın şimdiye kadar izlediğim en vurucu, etkileyici filmi. Başından sonuna dek sanki bir Çehov hikayesi ya da Dostoyevski romanı okuyormuşum gibi hissettiren, hem mizahı, hem de derin, felsefi diyalogları en doğru zamanlarda kullanan, hedefi tam on ikiden vuran enfes bir sinema şöleni. Özellikle Haluk Bilginer-Demet Akbağ sahnelerinde sanki orada oturmuşum, onlar konuşurken tam yanlarındaymışım gibi hissettiren müthiş bir doğallık. Güzel bir şiir ya da roman okurken neler hissediyorsam tam da o duyguları yaşatan.




Filmin genelinde sinematografi bu sefer biraz daha geri planda, Bir Zamanlar Anadolu'da filminde başladığı diyaloğa geçiş, diyalog ağırlıklı anlatım tarzını burada da devam ettirmiş Nuri Bilge Ceylan. Diyaloglar öylesine ilgi çekici, öylesine derin ve anlamlı ki, film rekor uzunlukta (3 saat 16 dk) olmasına rağmen zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz. Sahnelere eşlik eden ışık kullanımı ise harika. Bana Stanley Kubrick'in Barry Lyndon'ını anımsatan bir 'sarı ışık' kullanımı var mesela. Karakterlerin yüzünü aydınlatan pencereden vuran kış mevsimi ışığı, ekrandan gelen beyaz ışık, şömine ateşinden ve küçük lambalardan gelen sarı ışık, hepsi sahnelerin gerçekçiliğini, doğallığını tamamlıyor. Bir Zamanlar Anadolu'da filminde elinde tepsiyle odaya giren genç köylü kızın yüzünü aydınlatan gaz lambası ışığı, burada Aydın'ın eşi Nihal'in yüzünü aydınlatan şömine alevine dönüşmüş. Titredikçe onun da içindeki hezeyanları yansıtan, çok etkileyici bir aydınlatma olmuş.

Karakterlerin derinliği ve gerçekçiliği ise, üzerinde günlerce konuşulabilecek bir konu. Siyah ve beyaz diye ayrılamayacak, grinin değişik tonlarında inanılmaz ilginç karakterler var karşımızda. Toplumdan kendini nispeten soyutlamış, taşrada yaşayan, yöre insanını ve inanç sistemlerini sorgulayan ama suya sabuna dokunmayan yazılar yazan aydın/entellektüel tiplemesini çizen Aydın (Haluk Bilginer), onun yine dünyadan soyutlanmış, geçmişiyle sürekli hesaplaşma içindeki ablası Necla (Demet Akbağ), ve artık neredeyse ortak hiç bir noktası kalmayan genç, kırılgan eşi Nihal (Melisa Sözen). Hem usta oyuncuların tiyatrocu geçmişlerinden ve deneyimlerinden, hem de senaryonun kendisinden kaynaklanan, ama asla eğreti durmayan mükemmel bir teatrallik var filmde. Sanki hem aynı zamanda bir sinema başyapıtı, hem de bir tiyatro eseri izliyormuşsunuz izlenimi veren.

Doğada su sahneleri yine Tarkovsky'i, av sahneleri tabii ki Rus edebiyatını ve Çehov'u, at sahnesi ise Bahman Ghobadi veya Kiarostami gibi İran sineması ustalarını anımsattı. Böylesine çok göndermeyi böylesine güzel sahnelerde izleyebilmek, inanılmaz mutlu etti beni.

Filmin etkisinden çıkmam uzun zaman alacak sanırım. Altın Palmiye almasına hiç ama hiç şaşırmıyorum. Ülkemden böyle bir film çekebilen bir yönetmen çıktığı için müthiş gurur duyuyorum. Bravo Nuri Bilge Ceylan.



Thursday, January 1, 2015

Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları - Haruki Murakami


“One heart is not connected to another through harmony alone. They are, instead, linked deeply through their wounds. Pain linked to pain, fragility to fragility. There is no silence without a cry of grief, no forgiveness without bloodshed, no acceptance without a passage through acute loss. That is what lies at the root of true harmony.” 


― Haruki MurakamiColorless Tsukuru Tazaki and His Years of Pilgrimage




Sevdiğim çoğu yazarda olduğu gibi, Murakami'de de, herhangi bir kitabını elime aldığımda, hayalkırıklığına uğramayacağımı biliyorum. Çok güzel akan, ve kendi düşüncelerimin yansımasını gördüğüm romanlar yazıyor. Tanıdık, çok rahat ettiğim, çok sevdiğim birinin evine gidip oturup kendimi güvende hissetmek gibi artık onu okumak benim için. Daha ilk sayfadan 'Bu bir Murakami romanı' dedirten eşsiz üslubunu çok seviyorum. Kitaplarla ve müzikle olan ilişkisini her kitabında aynı şekilde karakterlerine ve hikayeye yansıtmasını da.. Tsukuru Tazaki'nin öyküsü, yine çok severek okuduğum bir Murakami romanı oldu. Beni 'Sahilde Kafka' ya da '1Q84' kadar vurmasa da, yine içinde hayata dair unutulmaz gözlemler barındıran, ruhumda iz bırakan, çok hoş bir roman.


Herkes herkesle dostmuş gibi - Barış Bıçakçı




“Buralar hatıralarla doluydu. İnsan böyle şeylere nasıl dayanır? Yılların geçip gitmesine ve her şeyin belleğin bir oyunuymuş gibi bir belirsizliğin içine batmış olmasına... Bu ben miyim? Peki o ben miydim? Bütün bunları yaşayan. Hayır seyreden. Karar ver, yaşayan mı, seyreden mi? Yaşayan değilmiş gibi. Geçmişte başka biri, ama şimdi ben. Geçmiş olunca başka biri.” 


― Barış BıçakçıHerkes Herkesle Dostmuş Gibi...



Barış Bıçakçı'nın o kendine has üslubunu çok seviyorum. Kitaplarının akışı, o kadar doğal, o kadar bizden ki, içtenliğiyle vuruyor beni. Hayatımda hiç Ankara'da yaşamamış olmama rağmen bana o şehrin ruhunu hissettirebilmesi, insanların yaşam kesitlerine tanık oluyormuşum gibi onların hikayelerinin bir parçası yapabilmesi, nadir bir yetenek. Türk edebiyatının en başarılı yazarlarından biri olduğunu düşünüyorum. Bu kitap da sürekli değişen bir bakış açısından anlatıldığı için başta okuyucuyu şaşırtsa da, sonrasında hemen alışılıyor. Özellikle de hikayelerin, Barış Bıçakçı'nın diğer kitaplarının ana karakterleri olduğunu farkettiğimizde. Bizi, insanımızı ve özellikle şehirli insanların hikayelerini bu kadar vurucu bir üslupla, böylesine başarıyla anlatan az Türk yazarı var..

İyi ki varsın, ve iyi ki yazıyorsun Barış Bıçakçı.




Şeylerin Masumiyeti - Orhan Pamuk



Masumiyet Müzesi'nin romanını okumuş ama hala İstanbul'daki müzeyi gezememiş bir insan olarak burada, okyanuslar uzakta bana müzeyi Orhan Pamuk eşliğinde gezmişim, İstanbul'un mazisinde bir gezinti yapmışım gibi hissettiren bu 'katalog-kitap'a bayıldım. Çok özlediğim o Orhan Pamuk tarzında yazılan, geçmişe yazılmış bir şiir gibi metinler alıp uzaklara götürdü beni. Metinlere eşlik eden görseller ise hem müzenin 'diorama' kutularını tek tek gezip görmüşüm gibi, hem de yapım aşamalarına şahit olmuşum gibi bilgilendirdi ve mutlu etti. Bir gün kısmet olup da gidip müzeyi gezersem, Orhan Pamuk'un ne gibi şartlar altında ve nasıl bir amaçla açtığını biliyor olmak, eminim ki müze gezme deneyimimi çok daha derinleştirecek ve güzelleştirecek. Orhan Pamuk'un sürekli vurguladığı nesnelere olan bağımız, ve onların geçmişi geri çağırma gücü, çok güzel tanımlanmış. Müzenin arkasında yatan fikir ve Orhan Pamuk'un hayali çok güzel işlenip okuyucuya sunulmuş. İnsan kitabı okur okumaz gidip müzeyi de gezmek, bu hayalin somut haline dokunmak, varlığından emin olmak istiyor.


Gizli Yüz - Orhan Pamuk



Bir uçak yolculuğunda okuduğum bu senaryo, Orhan Pamuk'un son çıkan kitabı dışında tek okumadığım eseriydi sanırım. Çok ilginç bir senaryo, beni değişik bir dünyaya götürdü, okurken başka bir hikayenin parçası gibi hissettim kendimi. Orhan Pamuk'un kendine özgü diliyle yazdığı bu senaryonun ürünü olan Ömer Kavur filmini ise bir an önce izlemek istedim. Sanki siyah beyaz bir fotoğraf gibi, çok güzel ve kısa süren bir şarkı gibiydi bu senaryo. İnsanı düşündüren, derinlere götüren..