Tuesday, February 24, 2015
Boyhood - Richard Linklater
Richard Linklater ve Ethan Hawke ikilisinden mükemmel bir 'coming of age' (büyüme) hikayesi. 12 sene boyunca aynı insanlarla film çekebilme gibi bir projeyi devam ettirip başarıyla sonuçlandırdığı için Linklater övgüyü ve saygıyı hakediyor. Ethan Hawke ve Patricia Arquette'in oyunculukları her zamanki gibi harika. Büyüyen bir erkek çocuğun gözünden hayatın ta kendisini izliyoruz. Özellikle anne baba olanların mutlaka izlemesi gereken, Amerika'da çocuk yetiştirmek, aile kavramları, büyümek, ergenlik, ilişkiler ve hayat üzerine muhteşem bir güzelleme. 3 saate yakın bir süresi olmasına rağmen asla sıkmayan, her gün yaşanan binlerce aile gerçekliği kadar doğal, içten bir hikaye. Çok fazla Oscar alamamasına şaşmıyorum. Hollywood böyle filmleri yeteri kadar takdir edememesiyle ünlüdür zaten.
Etiketler:
sinema
Üç aşk filmi
Bugünlerde uzun zamandan sonra filmlere sağlam bir dönüş yapmışım gibi görünüyor. Şubat ayının ilk yarısında (tesadüfi olarak) üç aşk filmi izledim. Sinemayı özlemişim.
Io sono l'amore (I am Love, ya da Ben Aşk'ım), Tilda Swinton'ın başrolünü oynadığı, İtalya'nın fotojenik arkaplanında geçen, ilginç ve sanatsal bir aşk hikayesi. Hem evli ama kocasına aşık olmayan bir kadının yalnızlığı, hem de üst sınıf bir ailenin dinamiklerini değişik bir şekilde işliyor. Görsel olarak güzel görüntüler içerse de, bazı sahneler sırf sanatsal olmak uğruna fazla deneysel çekilmiş gibi geldi.. Film bende çok derin duygular uyandıramadı. Seyrettim ve çok da iz bırakmadan bitip gitti gibi oldu sanki.. Tilda Swinton'ın başarılı oyunculuğu, filme dair aklımda kalan tek kayda değer şey oldu sanırım.
Yıllar önce izlediğim bu Beethoven hikayesini oturup tekrar izledim. Gary Oldman, Beethoven rolünde coşmuş adeta. Hem en sevdiğim müzikleri tekrar dinlemek, hem de bu ölümsüz aşk hikayesini tekrar izlemek için bahane oldu. İçinde fırtınalar kopan bu müzisyenin hayat hikayesini, en derin duygularınını nasıl müziğe döktüğünü büyük bir başarıyla gösteren bu filmi çok seviyorum. "Ever mine, ever thine, ever ours.." - Ne unutulmaz bir aşk hikayesi!
Io sono l'amore (I am Love, ya da Ben Aşk'ım), Tilda Swinton'ın başrolünü oynadığı, İtalya'nın fotojenik arkaplanında geçen, ilginç ve sanatsal bir aşk hikayesi. Hem evli ama kocasına aşık olmayan bir kadının yalnızlığı, hem de üst sınıf bir ailenin dinamiklerini değişik bir şekilde işliyor. Görsel olarak güzel görüntüler içerse de, bazı sahneler sırf sanatsal olmak uğruna fazla deneysel çekilmiş gibi geldi.. Film bende çok derin duygular uyandıramadı. Seyrettim ve çok da iz bırakmadan bitip gitti gibi oldu sanki.. Tilda Swinton'ın başarılı oyunculuğu, filme dair aklımda kalan tek kayda değer şey oldu sanırım.
Normalde her hikayenin önce kitabını okur, sonra filmini izlerim. Bu sefer hayalkırıklığına uğramamak için tam tersini yapayım dedim. Kolera Günlerinde Aşk, Marquez romanlarının o büyülü havasını verebilmiş bir film. Javier Bardem'in hayranı olduğum için zaten film baştan kazanmıştı benim için. Keyifle izledim. Şiirsel Marquez cümlelerini filmin içinde ayırt edebilmek çok güzeldi. Müzikleri, görüntüler pek hoş, ancak tek gözüme batan kısmı oyuncuların yaşlılık makyajlarının korkunç yapay durmasıydı. Oyunculukların (Javier Bardem dışında) çok başarılı olduğunu söyleyemesem de aşkın o büyülü havasını güzel yakalamış ve yansıtabilmiş, hoş bir filmdi.
Yıllar önce izlediğim bu Beethoven hikayesini oturup tekrar izledim. Gary Oldman, Beethoven rolünde coşmuş adeta. Hem en sevdiğim müzikleri tekrar dinlemek, hem de bu ölümsüz aşk hikayesini tekrar izlemek için bahane oldu. İçinde fırtınalar kopan bu müzisyenin hayat hikayesini, en derin duygularınını nasıl müziğe döktüğünü büyük bir başarıyla gösteren bu filmi çok seviyorum. "Ever mine, ever thine, ever ours.." - Ne unutulmaz bir aşk hikayesi!
Thursday, February 5, 2015
Kışın kucağında
Hayatımdaki en dingin kış mevsimlerinden birini yaşıyorum.
Kışın bembeyaz kollarına alıp kucağında salladığı bir çocuk gibiyim.
Hayatımda sanırım ilk defa, gidilmesi gereken yerlerin, yapılması gereken işlerin olmadığı, kafamın ve yüreğimin serbest kaldığı, böylesine huzurlu bir kış geçiriyorum.
Dışarıda kar fırtınaları, toprağın ve sokakların üzerini örtüyor. Sokak lambalarının altında incecik, ışıl ışıl parlayan karlar, büyülüyor beni.
Evin içinde, zencefilli limonlu çayımdan yudumluyorum. Şöminenin başında kedi gibi kıvrılıp, mayışıyorum. Bol bol Nick Drake ve Leonard Cohen dinliyorum. Kadife sesleri beni büyülüyor.
Çocuklarımın sarı tüylü kafalarından bol bol öpüyorum. Yumuşaklıklarının keyfini çıkarıyorum. Günün çoğunluğunda yanlarında olabilmenin, onları kendi kollarımla sarabilmenin mutluluğu dolduruyor içimi. Şükranla doluyor içim.
On küsur senedir ilk kez, içimde suçluluk duygusu olmadan istediğim her tür kitaptan okuyorum. Uzun süren bir açlıktan sonra ziyafet sofrasına oturmuş gibi. Romanlar okuyorum, hatıra ve anı kitapları, tarihi kitaplar, grafik romanlar, şiir kitapları... Kafamda yazılması gereken bir tez olmadan. Doyasıya, bir pınardan kana kana su içer gibi..
Kendimi ait hissettiğim yerde, evimde, yuvamda olmanın başka hiç bir şeye benzemeyen tadı. Hayatımın bu noktasında en çok ihtiyacım olan şey buymuş demek ki.
Subscribe to:
Posts (Atom)