Wednesday, August 22, 2007

Kahire'de bir Türk kızı!


Kahire.. Çığırından çıkmış, canlı bir organizma gibi büyüyen bütün devasa şehirler gibi (İstanbul, New York, Hong Kong...vs.) insanda hayret uyandıran, şaşkınlık yaratan, sevgi-nefret ilişkisi doğuran bir şehir. 10 gündür yaşıyorum bu şehirde ve bir 15 gün daha yaşayacağım, bana sorduklarında, nasıl özetlerim Kahire'yi?

Kalabalıklar, kızgın ama nemsiz bir sıcak, yanık ezanlar, nargile kokuları, naneli siyah çay, inanılmayacak kadar karmaşık ve kuralsız bir trafik, bağırarak konuşan Araplar, şehirde herşeyin üzerinde birikmiş o eski zamanın tozu, türbanlı ancak dar jeanler ve t-shirtler giyip yüzlerinde çok ağır makyajlarla dolaşan tombul kadınlar, gölgeli ara sokaklar, eski arabalar, siyah-beyaz taksiler, Nil kenarında gece parlayan ışıklar, 20 cente satın alabileceğiniz kocaman bir bardak mango suyunun lezizliği, acı kahve kokusu, palmiye ağaçları, yollarda atlar, atlı araba ve faytonlar, sokağımın gerisindeki eski ve güzel bakkal, ufukta cami silüetlerine karışmış piramitlerin silüetleri, eski hanlar, zamanın durduğu kahvehaneler, kuşburnu çayı kokusu, cızırtılı kasetlerden yükselen Ümmü Gülsüm ve Feyruz şarkıları.. Herşeye rağmen, bütün fakirliklerine rağmen hala gülümseyebilen sımsıcak insanlar.. Yiyecek bir lokma ekmekleri kalmış olsa onu size verip kendisi aç kalabilecek olan insanlar..Doğu'nun insanları..

Geçmişte, kayıp bir zamanda takılıp kalmış olmasına, geçmişi bazen gelecekle birlikte yaşayabilmesine, birbirine zıt bir çok şeyin yanyana varolabilmesine rağmen Kahire'de, Batı'nın çoğu şehrinde olmayan o ruh var. Sadece Doğu'nun şehirlerinde gördüğüm bir ruh. İstanbul'da, Mardin'de, Urfa'da, Trabzon'da... İçinize işleyip sizi ısıtan o ruh. Kendinizi buralara çok da yabancı hissedemeyeceğinizi, çünkü buralara ait olduğunuzu anlatan o sımsıcak his, kalbinize yayılan.. Kahire'de işte o Doğu esrarı var. Her şeye rağmen, bütün teknolojik gelişmelerine, bazen insanı delirten trafiğine ve karmaşasına rağmen hala ve inatla var.

Hem size bütün her şeyini, her sırrını bir anda, kolayca ve bir tabağın üzerindeymişçesine rahatça sunan bir şehri herkes sever! Batı'nın çoğu şehrini sevmek çok kolaydır bence bu yüzden: Londra'yı, Paris'i, Stockholm'u, Chicago'yu.. Bu şehirlerde herşey önünüze konulmuştur çünkü, çok 'user-friendly'dir bu tür şehirler:) Yani kullanılması kolay ve rahattır herşeyin. Bir turist olarak giderseniz gitmeniz gereken yerler belli, yapmanız gereken şeyler bir liste olarak önünüzdedir.

Ama asıl zor ama çok keyifli olan, sizi zorlayan, sırlarını öyle hemencecik ortaya dökmeyen bir şehri sevmektir. Gizlerini keşfe çıkmaktır arka sokaklarında, fakir, hüzünlü mahallelerinde, çamaşırların asıldığı boyası dökülmüş balkonlarında, sokaklarda koşuşturan kıvır kıvır saçlı, simsiyah gözlü çocuklarında.. Eğer bir şehri sevmemek için yüzlerce neden gösterebiliyorsanız ama yine de onsuz yaşayamacağınızı düşünüyorsanız ve ondan vazgeçemiyorsanız, işte bir şehri gerçekten sevmek budur.

Ve bu ölçülere göre benim ilk ve tek aşkım güzel İstanbul'dur.. :)

Tuesday, August 21, 2007

Gülmenin yararları



İnsanın yaşamında karşılaştığı o kadar çok stres kaynağı var ki, saymakla bitmiyor. Özellikle modern yaşamın, şehir yaşamının ve iş yoğunluğunun getirdiği stres, insan ruhu üzerinde çok yıpratıcı etkilere sahip. Hayatın üzerimize üzerimize geldiğini hissediyoruz çoğunlukla, zamanımızı nasıl kullanacağımızı şaşırıp, kendimizi klonlama hayalleri kuruyoruz bazen bütün işlere yetişebilmek için:) Her gün karşılaştığımız bütün yorgunluk, stres, bunalım ve sinir bozukluklarına karşı elimizde çok güçlü bir silah var aslında: gülmek ve kahkaha atmak. Doktorlar ve bilimadamları sürekli gülmenin ve yüksek sesle kahkaha atmanın insan vücuduna ne kadar çok yarar sağladığından bahsediyor, bu konuda araştırma sonuçları yayınlıyorlar. İnsanların kendilerini biraz rahat bırakıp gülmeye başladıklarında tansiyonlarının dahi azaldığı, kandaki adrenalinin düştüğü ve vücudun rahatladığı kanıtlanmış durumda.

Yaşamınıza komik olan her şeyi dahil etmekten kaçmayın. Zor durumlara düştüğünüzde, çaresizlik hissettiğinizde kendinize gülebilmeyi, durumunzda komik bir yan bulabilmeyi öğrenin! Herşey çok daha kolay ve rahat gelecek gözünüze.

Eğer şu yukarıdaki inanılmaz bebek sizi en azından gülümsetmeye yetmiyorsa, bir de yaşayan en başarılı karikatürist olduğunu düşündüğüm Yiğit Özgür'ün karikatürlerinin olduğu bu sayfaya bir göz atın! Ve kendinizi tutmadan, rahatça, fütursuzca ve kontrolsüzce bir kahkaha atın, aynı bebekliğinizde yaptığınız gibi:) Kendinizi bir anda 10 kat daha iyi hissedeceğinize ve uzun bir terapiden çıkmış kadar stressiz olacağınıza eminim!

Monday, August 20, 2007

The Last King of Scotland (İskoçya'nın son kralı)

İskoçya'nın son Kralı filmini ilk kez bu senenin Oskar törenlerinde başrolünde oynayan Forest Whitaker en iyi erkek oyuncu dalında ödülü aldığında duymuştum. Geçen hafta sevgili dayıcığım Caissa da bana bu filmin DVDsini verince elime geçen ilk fırsatta izledim. Tarihi bir kişiliğin hayatını ve gerçek olayları baz alan filmler gerçekten de ilginç oluyor, bu filmler sayesinde o kişiyi daha iyi tanıma, yaptıklarına tanık olma fırsatını buluyoruz bizzat. Bu film de İskoçyalı bir doktorun Uganda'ya gidip tamamen şans eseri tanıştığı ve birlikte çalışmaya başladığı ünlü diktatör İdi Amin'in hayatını konu almış. Afrika kıtasıyla ilgili şu ana dek izlediğim en başarılı filmler olan The Constant Gardener ve Hotel Rwanda kadar olmasa da karakter gelişimi ve konunun işlenişi açısından gerçekten başarılı bulduğum bir film oldu. Özellikle başrolleri paylaşan Forest Whitaker ve James McAvoy gerçekten rollerine iyi oturmuşlar. İdi Amin'in katlettiği yüzbinlerce insan, insan hakları ihlalleri ve insanlığa karşı işlediği suçları tekrar hatırlamak ve bir diktatörün kişiliğini ve hayatını izlemek, incelemek isteyenler için önerebileceğim bir film İskoçya'nın son kralı. Ne de olsa tarih tekerrürden ibarettir, ve geçmişten alacağımız dersler bizi geleceğe hazırlar bir bakıma.

Sunday, August 19, 2007

Blood Diamond (Kan Elması)


‘Kan elması’ olarak Türkçeye çevrilebilecek bu filmin övgüsünü bir kaç kişiden duymuştum. Ancak çok vasat bulduğum bir film oldu maalesef. Aslında çok ilginç ve üzerine eğilinmesi gereken bir konusu var: Afrika’daki elmas ticaretinin orada yaşayan yerlilerin yaşamını nasıl etkilediğini, ne gibi zorluklarla karşılaştıklarını, yapılan haksızlıkları, paranın insane yaşamından çok daha değerli bir konuma nasıl geldiğini konu alıyor. Ancak konunun işleniş biçimini çok beğenmedim. Filmde Leonardo DiCaprio ve özellikle oyunculuğunu gerçekten çok başarılı bulduğum Jennifer Connelly gibi ünlü oyuncuların yer alması dahi bence filmi kurtarmaya yetmemiş. Çok daha ilginç ve vurucu işlenebilecek olan bu konu, Hollywood klişeleri ve tahmin edilmesi çok da güç olmayan bir senaryo-kurguyla çok vasat bir hale getirilmiş. Yine de bu konuyu gözlerimizin önüne sermesi ve insanları bu konuda bilinçlendirmesi dolayısıyla çoğu klasik Hollywood filminin yerinden biraz daha iyi bir film.

Castle in the Sky


‘Gökyüzündeki Şato’ olarak çevirebiliriz bu keyifli Miyazaki filmini. Yine hayalgücünün uç sınırlarına yolculuk ediyoruz bu sevimli çekik gözlü Japon yönetmenin:) Her zamanki gibi baş kahramanımız yine minik bir kız çocuğu, ve gökyüzünde varlığı bir efsaneye dönüşmüş olan bir ada/ülkeyi arıyor. Miyazaki her zamanki gibi bizi hayalkırıklığına uğratmıyor ve bir çok değişik karakterle, inanılmaz güzellikte tasarlanmış uçuş makineleriyle, hayali ülkeler ve insanlarla tanıştırıyor. Karakterler yine inanılmaz sıcak ve onlarla birlikte maceradan maceraya atılasınız geliyor. Benim gibi gökyüzünün sihrine inananlar, bulutlara bakıp çeşitli şekiller bulmaya çalışanlar, uçmayı çok sevenler ve uçakta kendini evindeymiş gibi hissedenler kaçırmamalı! :)

The Departed


Bu film Martin Scorsese’e ilk defa Oscar’ı kazandırmasından dolayı doğal olarak çok ünlü bir film. Tanıdığım çoğu insanın izleyip bana da tavsiye etmesi üzerine ben de Scorsese’in çok büyük bir hayranı olmamama rağmen filmi izlemeye karar verdim. Filmin kurgusu ve karakterler arasındaki bağlantılar gerçekten iyi düşünülmüş. Oyunculuklara zaten söyleyecek bir söz yok, Jack Nicholson, Matt Damon ve özellikle de Leonardo DiCaprio, hepsi de daha önce hiç görmediğim kadar başarılıydılar bu filmde. Özellikle DiCaprio’nun, ‘Titanik’ günlerinden bu yana ne denli çok yol katettiğini farkettim bu filmde. Film genelinde iyi bir film olarak nitelendirilebilir, bence tek eksiği karakterlerin yaşamlarının çok derinine inememesi. Hepsi de çok ilginç olan ana karakterlerin geçmişleri biraz daha iyi aktarılabilirdi seyirciye. Bunun olmaması, izleyenlerin kendilerini karakterlerle özdeşleştirmesini de engellemiş biraz. Yine de Scorsese’in en iyi filmlerinden biri olduğunu söyleyebilirim.

The Godfather II (Baba II)


Godfather (Baba) serisinin ilk iki filmini bir kaç ay önce ancak izleyebildim. Bu seriye hayran kalmamak mümkün değil, böylesine muhteşem oyunculukların bir araya gelmiş olması ve ikinci filmin birincisinden daha da iyi olması insanı şaşırtıyor. Marlon Brando, Pacino, Robert DeNiro ve tüm diğer oyuncular bence yaşamlarının en iyi performansını sergiliyorlar. Burada yönetmeni kutlamak lazım, oyuncuları filme dahil ederken kimin kimi oynayacağı konusunda bu denli başarılı seçimler yaptığı için. Baba serisi bence bir insanın değişmesi ve gelişmesini anlatıyor. Yani Amerikalıların ‘Coming of age’ dedikleri cinsten bir olgunlaşma, bir büyüme süreci var. Al Pacino’nun canlandırdığı karakter, gözlerimizin önünde inanılmaz bir değişim geçiriyor ve ilk filmin sonunda ailenin ‘Baba’sı rolünü bir giysiymiş gibi rahatça üzerine geçiriyor. Aynı şekilde ikinci filmde Robert DeNiro’nun oynadığı ‘Baba’nın gençlik sahnelerinde de onun değişimini izliyoruz. Yaşamın sert gerçekleriyle karşılaştıkça nasıl Yeni Dünya’ya uyum sağladığına tanık oluyoruz: yüzünde beliren çizgilerden, sert bakışlarından, yürüyüşünden dahi anlaşılabilecek bir olgu bu. Kısacası ‘Baba’da bir ailenin hikayesinin içinden hayata dair neredeyse bütün duyguları ve gerçekleri izliyoruz: ‘Amerikan rüyası’nı, sevgiyi, ihaneti, yalanları, aşkları, mutlulukları, intikamları, yaşamı ve ölümü.. Herkesin ölmeden önce en azından bir kez, mümkünse 2-3 kez izlemesi gereken filmler, Baba I ve II.

Harry Potter and the Order of the Phoenix (HP ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı)



Bir kitabın film uyarlamasını her izleyişimde, insan duygularını anlatmakta filmlerin kitaplardan ne kadar daha zayıf araçlar olduğunu farkediyorum. Bir filmin uyarlandığı kitaptan daha güzel olduğu görmedim desem yalan söylemiş olmam. Çok sevdiğim Harry Potter serisi kitaplarında da aynısı oldu. Şimdiye kadar yapılan 5 film içinde yalnızca Alfonso Cuaron’un yönettiği ‘The Prisoner of Azkaban’ (Azkaban Tutsağı) filmini beğendim, ancak o bile kitabının yanında çok daha kuru ve vasat kalıyordu. Bu film de 5. Kitaba hakim olan karanlık havayı ve atmosferi vermeye çalışmış ancak bence çok da başaramamış. Tabii ki 500 küsur sayfalık bir kitap filme çekildiğinde kitabı güzel yapan çoğu özelliğinin kırpılması ve kısaltılması kaçınılmaz. Ancak bu denli çok sevdiğim bir kitabın filmini izlerken sıkılıyor ve ‘ne zaman bitecek’ diye düşünüyorsam bir yanlışlık var demektir bu filmde. Herşey çok aceleye gelmiş ve filmin içine sıkıştırılmış gibi geldi. Sevdiğim ve görmek istediğim sahneler yok gibi, diğer sahneler de gereksizce uzatılmış. Bence bir dahaki filmde yönetmenin değişmesi gerekiyor, bu seriyi çok seven okurlar olarak özellikle son iki kitap için daha özenli çekilmiş, daha az para kazanma kaygısı odaklı filmler görmek istiyoruz.

Kandahar



İran sinemasının en başarılı yönetmenlerinden biri olan Mokhsen Mokhmalbaf tarafından yönetilmiş olan bir film Kandahar. Kanada’da yaşayan Afgan bir göçmen kadın, hala Afganistan’da olan kızkardeşinden bir mektup alır. Mektupta çok bunalımlı ve depresif bir tonla yazmış olan kızkardeşi, bir dahaki güneş tutulmasında intihar edeceğini söyler ablasına. Kadın da bunun üzerine kendi topraklarına, bu sefer kızkardeşini kurtarmak için, geri döner. Film de bu genç kadının kızkardeşine ulaşmaya çalışmasını ve yolda karşılaştığı güçlükleri anltan bir yol hikayesi. Çoğu yerde boğazınızı düğümleyen, gerçekleri yüzünüze bir tokat gibi çarpan bir yol hikayesi. Sinematografi açısından mükemmel, her sahnesi bir fotoğraf gibi. Bağımsız sinemanın, özellikle de İran sinemasının en iyi örneklerinden biri. İslam’da kadının yaşamı, Ortadoğu ve Asya’da kadın hakları…vs. gibi konularla ilgilenenlerin kaçırmaması gereken bir film. Gerçekten çok beğendim.

Spider-Man 3 (Örümcek Adam 3)



Bağımsız sinemayı çok sevmeme rağmen bazen Hollywood filmlerini / popüler filmleri (Amerikalıların ‘pop-corn movie’ yani ‘patlamış mısır filmi’ dediği türden) de izlemeyi çok seviyorum. Örümcek adam’ın çekilen ilk iki filmi böyle keyifli filmlerdi benim için. Tahmin ettiğimden daha başarılı ve keyifli bulmuştum. Kardeşim bu seriyi çok sevdiği için ben de çizgi filmleri ve çizgi romanlarıyla haşır neşirdim. Zaten her zaman iyinin yanında olan, ancak gerçek yaşamında gayet mütevazi yaşamlar süren, yaptıkları için hiç bir karşılık istemeyen kahramanları kim sevmez? Belki de böyle insanların gerçek yaşamda hiç bulunamıyor oluşundandır bu kadar popüler olmaları bu hayali kahramanların (Süpermen de bunlardan biri mesela) 3. film bence özensizce ve diğer filmlerin oluşturduğu heyecan ve ilgiden yararlanarak bir devam filmi olarak sadece para kazanma kaygısıyla çekilmiş. Bazı sahneleri komik derecede saçmaydı (izleyenler bilir, garip dans hareketleri yaptığı sahne). Sanırım artık karikatürize etmeyi seçmişler bu süper-kahramanı. Yine de yapılacak daha önemli bir işiniz yoksa ve gülünç bir çok sahne içeren bir film izlemek istiyorsanız izlenebilir.

Friday, August 10, 2007

Mutluluğun formülü





Prof. Dr. Osman Müftüoğlu'nun 'Yaşam Reçeteleri' başlıklı yazı dizisini hep severek okur ve çok şey öğrenirim. Bugünkü yazısında da 'Mutluluğun reçetesi olur mu?' diyenlere cevap olarak aşağıdakileri sıralamış. Bence mutluluk için gereken herşeyi çok güzel özetlemiş:

İşte ilaçlarınız:

- Doyum sağlayacak kadar bir amaç

- Geçinebilecek kadar bir iş

- Temel ihtiyaçlara yetecek kadar zenginlik

- İş ve eğlenceyi dengeleyecek kadar sağlıklı bir akıl

- Birçok insanı beğenecek, bunlardan birazını da sevecek kadar şefkat

- Kendini sevecek kadar özsaygı

- Muhtaç olanlara verecek kadar iyilik duygusu

- Zorluklarla yüzyüze gelecek kadar cesaret

- Sorunları çözecek kadar yaratıcılık

- Her an gülecek kadar mizah duygusu

- İyi bir yarını bekleyecek kadar umut

- Hayatı bütün değerleriyle yaşayacak kadar bir sağlık

- Sahip oldukların için şükran duygusu

Tuesday, August 7, 2007

Yine yollarda...




1 haftada 3 kıta değiştirmek üzere yola çıkıyorum yine.. Alıştım elvedalara, merhabalara, ve arada 'yolculuk' halindeyken yaşadığım herşeye.. Bir dahaki sefere yazdığımda dünyanın en güzel şehrinden yazacağım inşallah. O zamana kadar yine yollardayım. Yine hareket halindeyim. Okyanuslar ve ülkeler aşıp, 'ev'ime ulaşmaya çalışacağım.

Evim neresi? Doğu mu, batı mı? Artık bu soruya doğru bir cevap verememekten, daha doğrusu bir cevabı olmamasından korkuyorum. ama belki de güzeldir böyle kendini bir dünya vatandaşı gibi hissedip, aslında hem Doğu'ya, hem de Batı'ya ait olduğunu hissetmek.. İkisinin de aynı kürenin iki değişik yüzü olduğunu bilmek..

Görüşmek üzere!

Thursday, August 2, 2007

Ulysses'in Bakışı




3 saatlik zor bir yolculuktu Ulysses'in bakışı.. Daha önceden izlediğim tek filmi olan 'Sonsuzluk ve Bir Gün'e hayran kalmıştım Theo Angelopoulos'un. Bu film izlemesi biraz daha zor, ancak sinematografi ve sembolizm açısından insana gerçekten çok şey katan bir filmdi. Bazen, bir film üzerinde emek sarfetmeyi seviyorum çok. Hollywood filmlerinde olduğu gibi herşeyin bana bir tabak üzerinde hazır sunulmasını değil de, kendim keşfetmeyi tercih ediyorum bazen insana dair durumları, duyguları, görüntüleri filmdeki.. Filmin içinde ne zaman kahkaha atıp, ne zaman ağlayacağımı gözüme soka soka gösteren sahnelerden hazzetmiyorum.

Ulysses'in Bakışı fotoğraf gibi karelere ve inanılmaz güzellikte bir müziğe sahip bir film. Harvey Keitel'ın şu ana kadar gördüğüm en iyi oyunculuğu diyebilirim. Zaten kendisini çok severim, Rezervuar Köpekleri, Ucuz Roman ve Paul Auster'ın bir hikayesinden uyarlanan Duman (Smoke) filmlerindeki başarılı performanslarını hayranlıkla izlemiştim.

Film, 90larda savaş bulutları altında kanayan Balkanlar'ın hikayesini anlatıyor.. Sürekli savaşlar, acılar gören, toprakları kanla sulanan bu ülkelerdeki yaşamı, insanların bu şiddet, yağmur ve sis dolu şehirlerde nasıl hikayeler yaşadıklarını gösteriyor bize.. Dünyanın bu bölgedeki savaşlara nasıl seyirci kalabildiğini, bazen insanların nasıl yalnız bırakıldıklarını anlatıyor boğazımızda acı bir düğüm bırakarak.. Ulysses'in bakışı, hayata, insanlara, ölüme, savaşlara, acılara olduğu kadar duyarsızlıklara da çevrili. Tam da bu yüzden çok vurucu ve can acıtıyor.

Wednesday, August 1, 2007

Üniversite eğitiminin önemi



Hayatın içinde ilerledikçe, bir bireyin gelişmesinde üniversite eğitiminin ne denli önemli olduğunu farkediyorum. İlkokul, ortaokul ve lisede insan hala büyümekte ve değişmekte olduğu için henüz pek bir şeyin farkında olmuyor. Ancak üniversitede büyümüş, kişiliğinizi bulmuş, kendinize güveninizi kazanmış oluyorsunuz. İnsan ilişkilerinde, hayatın genelinde kendi yerinizi belirlemiş, bir yetişkin olmuş durumdasınız. Ayrıca artık bir alana yoğunlaşmış ve istediğiniz dersleri seçebilme, istediğiniz konulara odaklanma şansını yakalamışsınız. Önünüzde çok büyük bir sınav da yok, ortaokul ya da liseye giriş sınavı, ya da ÖSS gibi. Bu yüzden üniversite eğitimi çok daha keyifli ve rahat bir süreç oluyor.


Üniversite yıllarım, yaşamımın en keyifli yıllarındandı. Bunun için kendimi çok şanslı hissediyorum. Benim görüşüme göre Türkiye'nin en iyi üniversitelerinden biri olan Sabancı Üniversitesi'nde, Türkiye'nin en başarılı profesörlerinden öğrenme şansını elde ettim. Hem sosyal açıdan, hem de akademik açıdan mükemmel sayılabilecek bir gelişme ve öğrenme sürecinden geçtim. Hem kampüs hayatını yaşadım doyasıya, hem de aileme yakındım ve haftasonları görmeye gidebiliyordum.




Sabancı'da biz, alan ve bölüm farklılığı gözetilmeden ('fenciler' ve 'sözelciler' diye ayrılmadan) çok geniş bir ders yelpazesinin içinde bulduk kendimizi. Önemli Tanzimat romanlarından, kült sanat filmlerinin ünlü sahnelerine, kuantum fiziğinden ileri aritmetiğe, evrim biyolojisinden sanat tarihine kadar her alanda eğitim gördük, bir şeyler öğrendik. Hocalarımızla, profesörler, dekanlar ve hatta rektörümüz sevgili Tosun Terzioğlu ile arkadaş samimiyetinde yakın, sıcak bir ortamda hep birlikte 'yarattık ve geliştirdik' (Sabancı Üniversitesi'nin mottosu bu, birlikte yaratmak ve geliştirmek).


Bütün bu dersleri alırken, aynı zamanda sosyal etkinliklere, aktivitelere de zaman ayırmasını bildik. Sabancı Üniversitesi'ne 1999 yılında giren ilk öğrenciler, yani ben ve diğer 250 kişi, Amerikalıların 'Work hard, play hard' (Sıkı çalış, sıkı eğlen) dedikleri durumun en iyi örnekleriydik.




2 sene Tiyatro klübünde, 1 sene Münazara Klübü'nde, aktif görev aldım. Oyunlar sahneledik, tartışma programlarına katıldık, münazara yarışmalarında ter döktük. Son 2 sene üniversitenin Bilgi Merkezi'nde (IC) ve Yazma Becerileri Merkezi'nde (Writing Center) çalıştım. Üniversiteye devam ederken 2 yaz Almanya'da Almancamı geliştirdim, son yaz boyunca NTVde staj yaptım.

Bu yazıyı daha çok liseyi bitiren, üniversiteleri merak edip seçimde tereddüt eden öğrenciler yararlansın diye yazdım aslında. Üniversitem hakkında bilgi vermek ve bir Sabancı mezunu olarak deneyimlerimi paylaşmak istedim. Üniversite yıllarının, bu kadar yoğun geçmesine rağmen bu yılları böylesine dolu dolu yaşadığım için hiç pişman değilim. Daha önce de söylediğim gibi, hayatımın en güzel yıllarının arasında sayabileceğim o 4 mutlu yılı üniversitemde, yurt odalarında, kampüste, göl kenarında, sınıflarında geçirdim. Ve üniversite yıllarının önemini, üniversite eğitiminin kalitesinin bir insana ne denli çok şey kazandırabileceğini orada gördüm. Şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim ki, Sabancı Üniversiteli olmasaydım, bugünlere, şu anda bulunduğum yere gelemezdim.