Neden korkar insanlar bu kadar, 'tekdüze bir hayat' yaşamaktan? Sıradışı şeyler yaşamak, güzel midir her zaman? Hayat bize sürpriz yaptığı zaman bu sürprizin bizi altüst etmesi daha yüksek bir olasılık değil midir, mutlu kılmasından?
Tekdüze bir yaşamdan korkmuyorum. Hatta sıradan, monoton bir hayatım olsun istiyorum. Normal hayatmızı sağlık içinde, huzur içinde sürdürebilmek istiyorum. Her gün aynı şeyleri yapmak beni korkutmuyor, yıldırmıyor. Tam tersi her gün aynı şeyleri yaptıkça mutlu oluyorum. Düzenimin bozulmasını neden isteyeyim ki, altüst olmayı?
Günün en sevdiğim iki zamanı olan, en başını ve en sonunu, her gün aynı şekilde yaşamak istiyorum.
Her sabah günün o ilk, sessiz, huzurlu saatlerinde günün en sevdiğim öğünü olan kahvaltıyı iki canımla birlikte yapabilmeyi mesela. Beni çok mutlu eden, ocağın üzerinde fokur fokur kaynayan çaydanlığı izlemeyi.. Güzel bir müzik açmayı, perdeleri sonuna kadar açıp içeriye günışığı dolmasını izlemeyi, yeni bir günü erinçle, kıvançla karşılamayı..
Ya da kızım odasında uyuyorken, yanımızda ve güvendeyken, günün işleri bitmiş, ev sessizleşmişken, bir fincan çay alıp odama gitmeyi.. Sen bilgisayarda çalışırken, senin varlığından aldığım güven ve huzur duygusuyla dopdolu, saatlerce kitap okumayı.. Vücudum yatağın içinde ama aklımın yüzlerce kilometre ötede, belki Japonya'da bir kafede, belki Londra'da bir sokakta olmasını.. Yerimde oturuyorken dünyayı gezebilmeyi, okuma aşkım sayesinde!
Her gün bu anları aynı şekilde yaşamak istiyorum. Hiç bir şey değişmesin istiyorum. Sıradan bir hayat...Ah...biz bazı şeylerden sürekli şikayet ederken, dünyanın bir yerinde başka birisi bizim hayatımız gibi bir yaşam hayal etmektedir.. Bilmeyiz.
Thursday, March 28, 2013
Friday, March 15, 2013
Karanlıkta ışıklar
Hani küçükken, bazı sıradan kış akşamlarında, televizyonun tekdüze sesi herkesi mayıştırmışken, koltuğa yayılmış ve ekrana mıhlanmışken, bir anda evin bütün sesleri bıçakla kesilmiş gibi susar, bütün ışıklar birden sönerdi. 'Aaaaaaa' derdi herkes, 'elektrik kesildi!' Bir yerlerden bir kaç mum bulur, getirirdi birisi. Karanlıkta bir kaç mum parlar, odayı bir rüya alemine çevirirdi. Sessizlik ve karanlık, koruyucu bir perde gibi inerdi üzerimize. Bir anda fısıltıyla, masal anlatır gibi heyecanlı bir sesle konuşmaya başlardı herkes. Eskilerden laf açılırdı, gülüşürdük, tekdüze, 'normal' hayatın biraz dışına çıkıvermiş olmanın heyecanıyla. Sanki hayatın içinde küçük bir pencere açılırdı daha sihirli, büyülü, farklı bir aleme. Bir güven duygusu gelirdi içime, yakılan mumların, gaz lambalarının kokusu çarptıkça burnuma. Hem güven, hem huzur duygusu, hayatın içinde açılan o sihirli pencereden bakınca. Aniden, bir sürpriz gibi gelen, kendi istediği zaman gelip istediği zaman giden, ve güzel bir hediye gibi kucağımıza düşüveren sihirli anlar.. Bizi birbirimize daha da yakınlaştıran, kısacık bir an da olsa, bizi o evin içinde birbirine yabancı ruhlar değil, birer sırdaş yapan, yüreklerimizin önündeki duvarları kaldıran. Güven dolu, huzur dolu, efsunlu, büyülü bir kaç dakika.
İşte tam böyle bir duygu seni seviyor olmak.
Etiketler:
gunce
Thursday, March 14, 2013
Mavi
Mutluluk: Yıllar, yıllar sonra en sevdiğim kokulardan birinin (biraz güncellenmiş) haline geri dönmek.
Üzerimdeki atkı, palto, şapka, eldiven, kazakların ağırlığından kurtulmak... Ve bu kokuya bürünüp tiril tiril elbiseler giyip, sallantılı küpeler takıp dolaşmayı istemek.
Kışı seviyorum ama bahar da gelsin artık!
Etiketler:
gunce
Monday, March 11, 2013
Yerçekimli Karanfil
Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde Oysa ki seninle güzel olmak var Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.
Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel O başkası yok mu bir yanındakine veriyor Derken karanfil elden ele.
Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk Birleşiyoruz sessizce.
Edip Cansever
Saturday, March 9, 2013
Cloud Atlas - David Mitchell
“What wouldn't I give now for a never-changing map of the ever-constant ineffable? To possess, as it were, an atlas of clouds.” - David Mitchell
Filmini izlediğimde kafam çok karışmıştı. Kitabı ise filmi fersah fersah geride bırakacak güzellikte. Benzersiz kurgusu, elle tutulabilecek kadar gerçek karakterleri, eşsiz anlatımı kitabı benim gözümde 'bir başyapıt' yapıyor. Geçmişten geleceğe doğru giden 6 hikaye, 1-2-3-4-5-6-5-4-3-2-1 şeklinde yerleştirilmiş romana. Bu kurgusal düzen, kitabı bir an önce okuyup bitirmeyi gerektiriyor, hikayeleri unutmaya başlayabiliyorsunuz çünkü. Ama her bir hikaye o kadar güzel, insanlığın ortak kaderiyle öylesine iç içe ki, zaten kitap akıp gidiyor özellikle ikinci yarısında.
Özellikle ilk başlarda inanılmaz zor olan İngilizcesi bile beni engelleyemedi ve sürekli sözlüğe bakarak da olsa okudum, kapılıp gittim kitaba. 'Bulut Atlası' fikri ve geçmiş ve geleceğin, yaşamış, halihazırda yaşayan ve yaşayacak olan bütün insanların kaderlerinin birbirine bağlı olma fikri çok güzeldi. Kapitalist sistem eleştirisi, distopik gelecekte Sonmi-451'in hikayesi, insanlığın geleceğine ilişkin çok gerçekçi (ve maalesef üzücü) öngörüler içeriyor. İnsanın hiç bitmeyen hırsının ve açgözlülüğün, bizi dönüp dolaşıp hep aynı yere getirmesi, hep aynı daireyi çizmemiz, aynı şeyler uğruna savaşmamız, düşman olmamız gibi..
6 hikayeden en ama en çok sevdiğim Robert Frobisher'ninkiydi. 'Correspondence', yani mektupla iletişim şeklinde aktarılan hikayeleri çok sevdiğimden belki.. Belki müziğin büyüsü kendi hayatımda beni de esir aldığından.. Belki de hüznünden.. Frobisher ve Sixsmith yazışmaları benim için kitabın en okunası bölümleriydi.
Ama en az Frobisher kadar sevdiğim, bir o kadar da güldüğüm ve empati kurduğum bir karakter daha var.. Timothy Cavendish! Bu kadar mı gerçek bir karakter olur, böylesine sıcak, böylesine içten, İngiliz beyefendisi, yaşlılığın dışlanmışlığını ve kaderine boyun eğmeyi reddeden, enfes bir karakter!! Bazı karakterler bizim için gerçekten yaşayan insanlardan daha 'gerçek'tir ya hani, benim için de Timothy Cavendish öyle bir karakterdi.
Türkçe'ye nasıl çevrilir bu kitap, bilmiyorum.. Dili öylesine eşsiz ve İngilizceyi kullanımı öylesine ustaca ki, çeviri çok büyük bir fiyasko olabilir.. Çevirmenin İngilizceyi çok, ama çok iyi biliyor olması lazım bence. 'Her babayiğidin harcı değil' derler ya, tam öyle işte.
Anadilinde okunması gereken bir roman. Gerçekten derin, duyarlı, müthiş bir zekanın ürünü, ince ince bir nakış gibi dokunmuş, özenle kurgulanmış, unutulmaz bir roman.
Subscribe to:
Posts (Atom)