Mutluluk neydi biliyor musun?
Mutluluk, annem, babam ve kardeşimle, Çanakkale'nin Teke koyunda, o sapsarı kum kokulu kumsalda, saçımda denizin tuzu, yüzümde güneş, köy fırınından aldığımız toparlak ekmeğin içine mis gibi beyaz peyniri katık edip, yanında da bol sulu, bal gibi tatlı kavun dilimlerini sularını akıtarak yemekti... Ve güneşe gülümsemek.
Tuesday, April 16, 2013
Mükemmel üçleme
Budur. Bu sırayla tüketilerek, önce iki kitabı okuyup sonra filmi izleyerek, bilinç akışının ve betimlemelerin içinde kendini kaybederek geçen bir kaç enfes hafta. Daha önce To the Lighthouse'unu okumuş olduğum Woolf'u daha yakından tanımak, tarzını öğrenmek, yavaş yavaş çiğnediğimiz bir lokma gibi evirip çevirerek tadına varmak. Her kadının hayatında 1 günün birbirine benzer olduğunu, hepimizin bazen kendi çiçeklerimizi kendimiz almak zorunda olduğumuzu anlamak. Philip Glass'ın enfes müzikleriyle kendimden geçmek.
Saatler... Bize hep günün tortusu olan o saatler kalır.
Monday, April 15, 2013
Bizim Büyük Çaresizliğimiz - Barış Bıçakçı
“Sonra yine bahar gelecek, yaz gelecek. Tekrar eden şeyler bizi tekrar tekrar sevindirecek.”
Barış Bıçakçı
Tekrar eden şeylerin bizi tekrar tekrar sevindirmesi.. 'Tekdüze bir hayat istiyorum' derken tam anlatmaya çalıştığım şey. Teşekkürler! :)
Yalın, duru, su gibi, içten, nasıl olması gerekiyorsa öyle bir roman. Ben bir roman yazsaydım, böyle bir roman yazmış olmak isterdim. Filminden kat kat güzel, ince detaylarla işlenmiş, bana çocukluğumu, gençliğimi anımsatan, naif, müthiş akıcı, keyifli bir roman. Barış Bıçakçı'nın okuduğum ilk kitabı.. Neden daha önce okumamışım diye hayıflandım. Hayatın, dostluğun, aşkın şarkı gibi, şiir gibi bir güncesi.
İki şehrin hikayesi - Charles Dickens
'Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü..' diye başlayan, bizi 18. yüzyıla götüren, anlatımı ve karakter gelişimi harika olan bu romanı, çok eskiden 14-15 yaşlarındayken Türkçe olarak okumuştum. Bunca yıl sonra Chicago Türk Edebiyat Kulübü'müzle birlikte bir de İngilizcesinden okudum. Dickens'ın dili, anlatımı gerçekten yazıldığı dilde okumayı gerektiriyor. Muhteşem bir 'canlandırma gücü' var, onun yarattığı sisli, puslu Londra sokakları, kana bulanmış Paris sokakları gözümüzün önünde sanki oradaymışız gibi canlanıyor. Karakterler ete kemiğe bürünüyor, yıllardır tanıdığımız insanlarmışçasına.. Yıllar sonra okunduğunda içinde nice hazineler bulunacak, hayran kalınacak bir roman. Dickens'ın gücü, bizi Fransız İhtilali'nin tam ortasına götürüp bırakabilmesi, kalabalığın, güruhun öfkesini, gücünü hissettirebilmesi.. Roman karakterlerine aşık edebilmesi, onlarla birlikte bizi güldürüp, ağlatabilmesi. Yıllar sonra tekrar okuyabildiğim için mutluyum.
Nisan sabahı
Sabahın 4ünde uyanıp bir türlü uyuyamadıktan sonra pencere kenarındaki koltuğuma gidip 2 saat yağmurun sesini dinleyip titreyerek kitap okumak. Sonra iyice ürpererek yatağa geri dönüp yorganın altına girmek. Yorgan altının yumuşacık sıcaklığıyla ısınmak, başımı göğsüne koyup pıt pıt atan kalbini, düzgün ve yavaş nefes alış verişlerini dinlemek. Huzur içinde tekrar uykuya dalmak.
Saturday, April 13, 2013
Cansever in English
Gravitational carnation
Do you know that you live in me, bit by bit
Whereas I could be tipsy with you For instance, we're drinking rakı, and it's as if a carnation falls inside us A tree is working, ticking right by us
Not much is left of my stomach, my mind
You have a tendency towards that carnation, and here, I take it and give it to you,
You give it to somebody else, even better
And that somebody else, gives it to the one beside her
And so, the carnation goes, from hand to hand.
Do you see how me and you are fostering a love
I'm touching you, I'm warming to you, and this it is not
Look at how we unite, we merge silently,
As if seven colors transformed into white.
Edip Cansever / Translation: Esra Taşdelen
Yerçekimli Karanfil
Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde Oysaki seninle güzel olmak var Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.
Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel O başkası yok mu bir yanındakine veriyor Derken karanfil elden ele.
Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk Birleşiyoruz sessizce.
Edip Cansever
Friday, April 12, 2013
Annem, canım.
Bugün sahil yolunda araba kullanırken annemi ne kadar özlediğimi düşündüm.. Kokusunu, sesini, ona sarılmayı, dertleşmeyi... Birlikte yanyana kitap okumayı! Dünyada bana en çok huzur veren şeylerden biri sevdiğim bir insanla yanyana oturup kitap okumaktır.
Bir de annemi artık ne kadar daha iyi anladığımı düşündüm.. Onunla bağımızın gitgide daha kuvvetlendiğini. Şu başıma dert olan 'fil hafıza'mı ondan aldığımı farkettim! Tabii ki kitap okuma aşkımı da. Dahiliğe varan kıvraklıktaki zekasına hayran kaldım tekrar, bana söylediği her şey bir bir gerçekleştikçe. İnsanları okuyabilme yeteneğine, herkesin içini, gerçek karakterini, ruhunun derinliklerini görebilme sezgisine de. Onun onda biri kadar tanıyabilsem insanları, yeter bana.
30lu yaşlar, ve daha sonra 40lı yaşlar, Sezen'in dediği gibi 'Anneni daha sık anımsıyorsan, hatta anlıyorsan' eğer, büyüdüğümüz yaşlar. Hayatın bizi çok güzel bir olgunluğa eriştirdiği, kendimize güvenimizi iyice pekiştirdiği, bizi adeta 'pişirdiği' yaşlar.. Bu yüzden bence ergenlik yıllarından, 20li yaşlardan çok daha keyifli, çok daha tutarlı, çok daha bilinçli yıllar.
Birbirimizden bu kadar uzak olmamıza rağmen, aramızda okyanuslar olmasına rağmen, anneme hiç olmadığım kadar yakın hissediyorum kendimi. Onu çok, çok özlüyorum, ama garip bir şekilde aynı zamanda o bilge sözleriyle günlük hayatta yanımda gibi de sanki. Dünya üzerinde ben ağzımı açmadan düşüncelerimi okuyabilen yegane insan.
Annem o benim işte. Yüreğimin köşesi. Mis gibi kokusu burnumda tüten. Dünyalar kadar sevdiğim. Canım.
Wednesday, April 3, 2013
Subscribe to:
Posts (Atom)