Thursday, January 8, 2015

Kış Uykusu - Nuri Bilge Ceylan




Chicago'da uluslararası film festivalinde bilet almama rağmen tez sunumumun iki gün öncesine denk geldiği için gidememiştim. Bu senenin başında tamamen tesadüf eseri film gösterim posterini gördüğüm Music Box Theater'da izleme şansı yakaladım.

Altın Palmiye ödüllü bir başyapıt. Nuri Bilge Ceylan'ın şimdiye kadar izlediğim en vurucu, etkileyici filmi. Başından sonuna dek sanki bir Çehov hikayesi ya da Dostoyevski romanı okuyormuşum gibi hissettiren, hem mizahı, hem de derin, felsefi diyalogları en doğru zamanlarda kullanan, hedefi tam on ikiden vuran enfes bir sinema şöleni. Özellikle Haluk Bilginer-Demet Akbağ sahnelerinde sanki orada oturmuşum, onlar konuşurken tam yanlarındaymışım gibi hissettiren müthiş bir doğallık. Güzel bir şiir ya da roman okurken neler hissediyorsam tam da o duyguları yaşatan.




Filmin genelinde sinematografi bu sefer biraz daha geri planda, Bir Zamanlar Anadolu'da filminde başladığı diyaloğa geçiş, diyalog ağırlıklı anlatım tarzını burada da devam ettirmiş Nuri Bilge Ceylan. Diyaloglar öylesine ilgi çekici, öylesine derin ve anlamlı ki, film rekor uzunlukta (3 saat 16 dk) olmasına rağmen zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz. Sahnelere eşlik eden ışık kullanımı ise harika. Bana Stanley Kubrick'in Barry Lyndon'ını anımsatan bir 'sarı ışık' kullanımı var mesela. Karakterlerin yüzünü aydınlatan pencereden vuran kış mevsimi ışığı, ekrandan gelen beyaz ışık, şömine ateşinden ve küçük lambalardan gelen sarı ışık, hepsi sahnelerin gerçekçiliğini, doğallığını tamamlıyor. Bir Zamanlar Anadolu'da filminde elinde tepsiyle odaya giren genç köylü kızın yüzünü aydınlatan gaz lambası ışığı, burada Aydın'ın eşi Nihal'in yüzünü aydınlatan şömine alevine dönüşmüş. Titredikçe onun da içindeki hezeyanları yansıtan, çok etkileyici bir aydınlatma olmuş.

Karakterlerin derinliği ve gerçekçiliği ise, üzerinde günlerce konuşulabilecek bir konu. Siyah ve beyaz diye ayrılamayacak, grinin değişik tonlarında inanılmaz ilginç karakterler var karşımızda. Toplumdan kendini nispeten soyutlamış, taşrada yaşayan, yöre insanını ve inanç sistemlerini sorgulayan ama suya sabuna dokunmayan yazılar yazan aydın/entellektüel tiplemesini çizen Aydın (Haluk Bilginer), onun yine dünyadan soyutlanmış, geçmişiyle sürekli hesaplaşma içindeki ablası Necla (Demet Akbağ), ve artık neredeyse ortak hiç bir noktası kalmayan genç, kırılgan eşi Nihal (Melisa Sözen). Hem usta oyuncuların tiyatrocu geçmişlerinden ve deneyimlerinden, hem de senaryonun kendisinden kaynaklanan, ama asla eğreti durmayan mükemmel bir teatrallik var filmde. Sanki hem aynı zamanda bir sinema başyapıtı, hem de bir tiyatro eseri izliyormuşsunuz izlenimi veren.

Doğada su sahneleri yine Tarkovsky'i, av sahneleri tabii ki Rus edebiyatını ve Çehov'u, at sahnesi ise Bahman Ghobadi veya Kiarostami gibi İran sineması ustalarını anımsattı. Böylesine çok göndermeyi böylesine güzel sahnelerde izleyebilmek, inanılmaz mutlu etti beni.

Filmin etkisinden çıkmam uzun zaman alacak sanırım. Altın Palmiye almasına hiç ama hiç şaşırmıyorum. Ülkemden böyle bir film çekebilen bir yönetmen çıktığı için müthiş gurur duyuyorum. Bravo Nuri Bilge Ceylan.



1 comment:

  1. Ben sanırım bu tarz filmerden gerçekten anlamıyorum :(

    ReplyDelete